CEO'nun Kırılgan Aşkı - Kitap kapağı

CEO'nun Kırılgan Aşkı

Kimi L. Davis

Bölüm 6

JENNY

Ellis yüzüncü kez “Üzgünüm, Jen,” dese de yelkenleri hemen suya indirmeyecektim.

Bir pelüş oyuncağı raftaki yerine koyarken “Hayır, seni bu kadar kolay affedemem,” dedim. Günlerden pazartesiydi, Ellis ve ben oyuncakçıdaki işimizin başındaydık.

Ellis’e son birkaç gündür soğuk davranıyordum ya da en azından öyle davranmaya çalışıyordum. Beni hiç tanımadığım, ki aslında artık biraz tanıyordum, biriyle yemeğe göndermesinin intikamını alıyordum.

Bunu yaptığı için kızgındım, bu yüzden gelecekte de benzer bir şey yapmayacağından emin olmak istiyordum.

“Yaptığımın yanlış olduğunu biliyorum. Ama Kieran iyi bir adam, onunla çıkıp mutlu olmayı hak ediyorsun. Mitchell’ın hayatını kontrol etmesine daha ne kadar izin vereceksin?” diye sordu.

Ellis’e öyle sert baktım ki utancından dudağını ısırmak zorunda kaldı. “Özür dilerim.”

Pembe bir oyuncağı sertçe yerine koyup, “Adını yüksek sesle söyleme demiştim. Beni gerçekten hiç umursamıyorsun, değil mi?” diye sorsam da çok geçmeden pişman oldum.

Öfkemi çocukları mutlu eden bir oyuncaktan çıkarmamalıydım.

“Üzgünüm, Jenny. Sadece hayatının kontrolünün sende olmasını istiyorum. Artık o canavarlar yönetmemeli hayatını. Özgürsen özgür gibi yaşamalısın.”

“Gözlerindeki korkuyu görmekten nefret ediyorum. Kieran ile çıktığın randevudan döndüğünde sende bir değişiklik olduğunu fark ettim; iyi bir değişiklik. Mutluydun, Jen…” dedi Ellis.

“Evet ama mutluluk sonsuza dek sürmez. Gardımı düşüremem.”

“Kieran iyi bir adam gibi görünse de şu an ona güvenemem. Sadece bir yemek yedik, o kadar. Eminim beni çoktan unutmuştur,” dedim.

“Bundan şüpheliyim. Sen inanılmaz bir kadınsın, Jen; kolayca unutulabilecek biri değilsin…”

Bunu duyunca gözlerim doldu. Keşke insanlar beni kolayca unutsalardı; keşke Mitchell beni unutsaydı da hayatımı huzur içinde yaşasaydım. Hatırlanmak her zaman iyi değildi.

“Keşke unutsalar,” diye mırıldandım.

“Jenny, böyle söyleme. Sen onları unutmaya çalış; hatırlamaya bile değmezler.” Ellis bunu diyerek sımsıkı sarıldı.

Ruhumu onulmaz acılarla yaralamışlarken nasıl unutabilirdim? Geçmişim beni bir gölge gibi takip ederken nasıl kaçabilirdim?

Tek bildiğim onların varlığı iken nasıl unutabilirdim?

“Onları unutmak istiyorum. Onları tamamen unutmak istiyorum. O canavarları isteyerek mi düşündüğümü sanıyorsun? Bana yaşattıkları acı yüzünden korku içinde yaşamaktan zevk aldığımı mı sanıyorsun?” diye sordum.

Ellis başını salladı. “Hayır, Jen. Sana yaptıklarını asla unutamayacağını biliyorum. Yaralarının iyileşmesinin uzun zaman alacağını da…”

“Yaralarım asla iyileşmeyecek, Ellis. Asla…” diye mırıldandım.

“Affedersiniz, bir şeyi mi bölüyorum?” Bu tanıdık sesi duyunca sarılmayı bıraktık.

Bir iki metre ötemizde duran Kieran’ı görünce ağzım yine açık kaldı. Yüzünde her zamanki muhteşem gülümsemesi, üstünde de füme rengi bir takım elbise vardı. Birazdan bir fotoğraf çekimine katılacak kadar havalı görünüyordu.

Ben gözyaşlarımı silerken Ellis de “Selam, Kieran. Nasılsın? Yine hangi yeğenini şımartmaya geldin?” diye sordu.

“Hayır, Ellis. Bu sefer hediye almaya gelmedim. Jenny’yi öğle yemeğine çıkarmak istiyorum,” dedi.

Ellis sırıtıp “Ha, tamam o zaman, siz konuşun. Ben diğer bölmedeki oyuncakları düzenlemeye gidiyorum,” diyerek yanımızdan ayrıldı.

Kieran’ın yaklaştığını görünce yere bakmaya başladım. Çeneme hafifçe dokunup yüzümü kaldırdığında nefesimin kesildiğini hissettim.

Kalbim küt küt atmaya başladı, gözlerimi başka yöne çevirmek için dayanılmaz bir istek duyuyordum.

“Gitmeye hazır mısın?” diye sordu.

“Çalışıyorum,” dedim.

“Hayır, moladasın. Hadi, yemek yedikten sonra seni bırakırım,” diyerek elini uzattı.

“Neden bana hayır deme şansı vermiyorsun?” diye sorsam da istediğini alana kadar gitmeyeceğini biliyordum.

Kieran umursamaz bir tavırla cevap verdi: “Kimseye hayır deme şansı vermiyorum zaten. Birinden bir şey istersem onu alırım. Ama sen benim için özelsin, bu yüzden hayırı cevap olarak kabul etmiyorum.”

Özel mi? Kieran için özel miydim? ~

Tek söyleyebildiğim “Öyle mi?” oldu.

“Başka sorun yoksa artık gidelim mi? Çok acıktım,” dedi Kieran.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordum, pahalı bir restorana gitmeyeceğimizi umarak.

“Yakında öğrenirsin. Rezervasyonu çoktan yaptırdım,” diyerek elimi tutup yürümeye başladı.

“Evet cevabını almadan rezervasyon yaptıracak kadar güveniyorsun demek kendine,” dedim.

“Az önce de söylediğim gibi hayır cevabını kabul etmiyorum. Bu yüzden, evet, rezervasyon yaptırdım çünkü seninle öğle yemeği yiyeceğimi biliyordum,” dedi.

Buna verecek cevabım yoktu, bu yüzden sessiz kalıp şık, beyaz arabaya yürümeye devam ettim. Kapısında şoför üniforması giymiş bir adam bekliyordu.

Adam başıyla selam verip kapıyı açtı. Biz binene kadar bekleyip kapımızı kapattı, sonra da şoför koltuğuna geçti.

“Özel şoförün mü var?” diye sordum.

“Buna şaşırmış gibi görünüyorsun,” dedi.

“Hayır, sadece cuma günü şoförün yoktu.”

“Evet, Bernard genelde işten sonra alır beni. Cuma gecesi işten erken çıktığım için kendi arabamla gelmiştim.”

Başımı sallayıp dışarıyı izlemeye başladım, Mitchell ya da üvey babamı görürüm diye korkuyordum. Keşke beni hiç bulamasalardı, keşke sonsuza dek unutsalardı.

Kieran birden “Hafta sonun nasıldı?” diye sorunca irkildim.

“İyiydi, teşekkür ederim.”

“Anneni ziyaret ettin mi? Nasılmış? Aslında seni ziyaret edecektim ama annenle buluşacağınızı hatırlayınca vazgeçtim.”

Annem öldü. ~

“Evet, onu ziyaret ettim. Çok iyi, teşekkür ederim,” dedim zoraki bir gülümsemeyle.

“Gelecek pazar birlikte ziyaret edelim mi? Ne dersin, harika olmaz mı?” diye sordu.

Gerçekten çok hızlı gidiyordu. İlk randevumuza çıkalı sadece iki gün olmuşken annemle tanışmak istiyordu. Tanrım, bu adamın nesi vardı?

“Evet, iyi olurdu ama birkaç hafta daha bekleyebiliriz bence. Hem birbirimizi daha iyi tanımış oluruz,” dedim.

“Tabii, istediğin kadar bekleyebiliriz,” dedi gülümseyerek. Sonra kolunu omzuma doladı.

Bu ani temas yüzünden elektrik çarpılmış gibi sıçradım.

Kieran şaşkınlık içinde geri çekildi. Kahverengi gözlerinden garip gibi bir ifade geçse de ne düşündüğünü anlayamadım

“Özür dilerim, kabalık ettim,” dedim.

Kieran “Dokunulmaktan hoşlanmıyorsun sanırım,” deyince kıpkırmızı oldum.

“Önemli bir şey değil. Ben sadece...” Ona ne diyebilirdim ki?

Üvey kardeşim ile üvey babam hastalıklı zevkleri yüzünden bana işkence ettiler, bu yüzden hiçbir erkeğin dokunmasını istemiyorum mu diyecektim?

Deli olduğumu düşünüp doktora gitmemi söylerdi. Belki de benden korkar, şoförüne beni hemen şuracıkta indirmesini söylerdi.

“Sorun değil. Bazı kadınlar erkeklerin dokunmasından rahatsız olabiliyorlar. Sonuçta sadece bir kez çıktık, bana alışman zaman alabilir,” dedi, bir bebeği sakinleştirir gibi yumuşak sesle.

“Evet,” diye mırıldandım.

“Sorun yok. Sen istemedikçe dokunmayacağım.”

“Elimi tutabilirsin.” Ancak bu kadarına izin verebilirdim. Daha ileri giderse yine panik olurdum.

Kieran bu anı bekliyormuş gibiydi. Elimi hemen avucuna alıp parmaklarımızı birbirine kenetledi. Ardından sıcacık bir gülümseme verdi. Tüm bunları görünce ondan bir zarar gelmeyeceğini düşündüm.

Neden böyle düşündüğümü bilmesem de içimden bir his zararsız biri olduğunu söylüyordu. En azından Mitchell’in yaptıklarını yapmazdı…

Şoför arabadan inip kapımızı açmadan önce “Geldik, efendim,” dedi.

Dışarı çıktığım an ağzım açık kaldı. Londra’nın en pahalı restoranının önünde duruyorduk. Lanet olsun! Bu hiç iyi değildi!

Kieran restoranın girişine yürümeden önce “İçeri girelim mi?” diye sordu.

Kötü şansıma lanet okuyup peşine takıldım.

Restoranın içi oldukça şatafatlı kristallerle doluydu. Beyaz keten örtülerle kaplanmış masaların ortasında restoranın tüm ihtişamını sergileyen çiçek süslemeleri vardı.

Şef garson başıyla selam verip masamızı gösterdi.

Menülerimizi uzattıktan sonra izin isteyip ayrıldı. O an, bu pahalı yemeklerin parasını nasıl ödeyebileceğimi düşündüm.

Kieran menüyü incelerken “Peki, ne yemek istersin?” diye sordu.

Yanıt vermek yerine menüyü açıp hızlıca yemek listesine baktım. Ama fiyatların yazılı olmadığını görünce ne yapacağımı şaşırdım.

Lanet olsun! ~

Şimdi ne yapacaktım? Sadece çorba mı isteyecektim?

“Evet?” dedi Kieran.

Menüyü masaya bırakıp “Sadece çorba içeceğim. Pek aç değilim,” diye cevap verdim.

“Aç değil misin? Çilek, bir sürü sır saklıyor olabilirsin ama yalan söyleyemezsin,” dedi.

“Yalan söylemiyorum…”

“Aç olmadığın için çorba sipariş ettiğin konusunda yalan söylemiyorsun yani, öyle mi?” Bana zerre kadar inanmadığını gösteren bakışlarını görünce doğruyu söylemeye karar verdim.

İç çekip “Tamam, sana yalan söylediğim için özür dilerim,” dedim.

“Güzel. Şimdi ne yemek istediğini söyle.”

Omuz silkip “Hiçbir şey,” dedim.

“Anlamadım?”

“Hiçbir şey, Kieran. Hiçbir şey sipariş etmek istemiyorum.”

“Ve sebebi de?”

Tamam, artık gerçekten dürüst olma zamanı gelmişti. Egomu bir kenara bırakıp gerçeği söylemek zorundaydım.

“Burada yemek yemeyi karşılayamam. Bu yüzden bir şey sipariş etmiyorum. Garsona sadece bir bardak su getirmesini söyleyeceğim.”

Kieran sert bakışlarını üstüme dikmeden önce menüsünü kapatıp yüksek sesle iç çekti. “Neden bunu yapıp duruyorsun?”

“Neyi?”

“Bir yabancıymışım gibi davranıyorsun.”

“Çünkü öylesin,” dedim. Gözlerindeki kırgın ifadeyi görünce bunu söylediğime pişman oldum.

“Ben seni bir yabancı olarak görmüyorum ama,” dedi.

“Ne fark eder ki? Yemek yiyip gideceğiz, hepsi bu,” dedim.

Tam o sırada, garson elinde tabletiyle siparişlerimizi almaya geldi. Kieran’ın siparişini alıp bana döndü.

Kieran “Hanımefendi de aynısından alacak,” dedi. Garson siparişlerimizi hemen getireceğini söyleyip, başını sallayarak yanımızdan ayrıldı.

“Bu da neydi şimdi? Burada yemek yemeye gücümün yetmeyeceğini söylemiştim,” dedim hışımla.

“Benimle olduğun sürece böyle bir sorun olmaz,” dedi.

“Hayır, olur. Sen benim banka hesabım değilsin.”

“Benimleyken bir kuruş bile harcayamazsın, bunu sakın unutma,” dedi.

Başımı iki yana sallayıp “Böyle bir şey asla olmayacak. Eğer benim için para harcarsan ben de aynısını yaparım,” dedim.

“Ne demek istiyorsun?”

“Çok basit. Eğer şu an yediğim yemeğin parasını sen ödersen bir dahaki sefere ben öderim.”

“Tamam, o zaman. Kabul edildi,” dedi.

“Gerçekten mi?” diye sordum. Karşı koyacağını sanıyordum; bu kadar çabuk kabul etmesi garipti.

Rahat bir tavırla cevap verdi: “Tabii ki. Bir sonraki randevumuzda hesabı sen ödersin.”

“Randevu mu? Bu bir randevu mu?” Doğrusu bunun bir randevu olduğundan haberim yoktu.

“Tabii ki öyle. Ne sanıyordun, arkadaşlarla ~çıkılan bir öğle yemeği mi?” diye sordu.

“Evet!” Neden daha açık sözlü olamıyordu bu adam?

“Kusura bakma, çilek ama cuma günkü randevumuzdan çok keyif aldım, bu yüzden kız arkadaşım olmanı istiyorum. Ve evet, bu bir randevu diyebilirim,” diye karşılık verdi.

“Kız arkadaşın olmamı mı istiyorsun? Daha önce böyle bir şey teklif ettiğini hatırlamıyorum.”

“Hayır deme ihtimalin bu kadar yüksekken niye teklif edeyim ki? Ama seni ikna edene kadar uğraşacağım.”

“Böyle bir şey asla olmayacak,” dedim, gözlerimi kısarak.

Muzip bir ifade takınıp “Tabii ki olacak. Çünkü bana bir randevu borçlusun. Az önce kendin söyledin,” dedi.

Ne kadar kızmak istesem de ışıl ışıl parlayan, kahverengi gözleri yüzünden kızamıyordum. Hayatıma uzun yıllar hükmeden o iki erkeğin gözlerinde ise sadece nefret ve öfke vardı.

Bu yüzden, bu yeni duygu garip bir şekilde mutluluk vericiydi. Kieran öfkeyle bakmıyordu, gözlerinde nefret yoktu.

“Bir sonraki buluşmamız son olacak ama,” dedim.

Kıkırdadı. “Göreceğiz, çilek. Şimdilik randevumuzun tadını çıkaralım.”

Garson ordövr tabağını önüme koyarken Kieran’a baktım. Bana göz kırpıp karidesini kesmeye başladı. İçimden bir tuzağa düşmek üzere miyim diye düşündüm.

Çok güçlü ve zekiydi, bu yüzden dikkatli olmalıydım. Yoksa tekrar kapana kısılmam an meselesiydi.

Buna bir daha katlanamazdım.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok