Kimi L Davis
Yatak odamın kapısını kapatıp sinirimden çığlık attım. Lanet olsun, yirmi dört saatten kısa bir sürede çelik kapı taktırmayı nasıl başardılar?!
Sanki gizlice yukarı çıkacağımdan şüphelenmişlerdi. Kahretsin, şu an bir şeylere vurup parçalamak istiyordum.
Ama yine de merak ediyordum. Bu kadar kısa sürede o kadar büyük bir kapıyı nasıl taktırmışlardı? En ufak bir ses bile duymamıştım.
Al sana bir ipucu. Paraları var.diye konuştu bilinçaltım.
Ve haklıydı.
Gideon’ın parası vardı. O an, keşke parasını kapı taktırmaya değil de tüm gün erkeklerin önünde kıç sallamaktan başka bir şey yapmayan ucuz fahişelere harcasaydı diye düşündüm.
Bir de erkekler kadınların işe yaramaz şeylere para harcadığını iddia ederlerdi. Oysaki kendileri tamamen gereksiz şeylere para dökebiliyordu, örneğin bir kapıya.
Şimdi sorunum o kadın hakkında nereden bilgi alabileceğimdi. En üst katlarda ne olup bittiğini nereden öğrenecektim? Bunu kim söyleyecekti?
Hiç kimse. Tek başınasın. Gizemi çözmek için bir yıldan az zamanın var. dedi bilinçaltım.
Ama nasıl? Bir ipucuna ihtiyacım vardı, bu gizemi çözmeme yardım edecek herhangi bir ipucu ve ne yazık ki şato bu konuda pek yardımcı olmuyordu.
Tek başıma yaptığım hızlı tempolu turda, Gideon ve ailesinin sadece birkaç fotoğrafını görmüştüm ve o yuvarlak oda hariç hiçbir yerde kadının resmi yoktu. Devam etmemi sağlayabilecek hiçbir ipucu yoktu.
Lanet olsun sana, Gideon.
Düşüncelerim yumuşak bir kapı çalma sesiyle bölündü. Kapı açıldığında karşımda görmek istediğim son kişi vardı. Daha yaşlı olan hizmetçi.
“Leydim, aşçı öğle yemeğinizi hazırlamaya hazır. Ne yemek istersiniz?”
Şaşırmıştım. Neden öğle yemeği için ne istediğimi soruyordu ki? Ne yapmışlarsa onu yerdim. Bunu Gideon’a sorması gerekmiyor muydu? Ne de olsa onun eviydi.
“Öğle yemeği yemeyeceğim. Gideon’a sorun ve ne istiyorsa onu hazırlayın,” dedim.
Kaşlarını kaldırarak “Öğle yemeği yemeyecek misiniz?” diye sordu.
Galiba dediklerimi duymuyordu. Belki de Gideon’a onu kovmasını söylemeliydim. Görünüşe göre burada çalışmak için biraz fazla yaşlıydı.
“Hayır, aç değilim,” diye cevapladım. Artık gitmesini umuyordum ve doğruyu söylemiştim. Gerçekten de aç değildim.
Açlığını duyduğum tek şey yasak bölgede ne olduğuydu.
Kapı yavaşça kapanınca rahatlayarak iç çektim. Tekrar yalnız kalınca en üst katla ilgili bütün olasılıkları tek tek gözden geçirmeye başladım.
Katlardaki yasağın nedenini anlamak için önce resimdeki kadının sırrını çözmem gerekiyordu. Kimdi? Gideon’ın kız arkadaşı mıydı? Yoksa eski karısı mıydı?
Hayır, karısı olamazdı. İkisinin de gözlerinde aynı deniz yeşili tonu vardı. Belki de Gideon’ın annesiydi. Zarafet ve asillik kısmı benziyordu. Kraliçe görse kendinden utanırdı.
Peki neden başka bir yerde resmi yoktu? Böyle bir annem olsa resimlerini evin her köşesine asardım.
Kapı bir kez daha çalınca hırlamamak için kendimi zor tuttum. Gelen yine yaşlı hizmetçiydi. Artık gerçekten adını sormam gerektiğini hissettim. Ona sonsuza kadar yaşlı hizmetçi demeye devam edemezdim.
“Leydim, Bay Maslow telefonda,” dedi.
“Alo?”
“Neden yemek yemiyorsun?” diye sordu Gideon.
“Bunu sana kim söyledi?” diye sordum ama cevabı çok iyi biliyordum.
“Sorumun cevabı bu değil,” dedi canı sıkılmış bir şekilde.
“Bu da benimkinin cevabı değil,” dedim yüzsüzce.
“Kulaklarını aç beni iyi dinle. Öğle yemeği yiyeceksin, hem de düzgünce yiyeceksin, anladın mı?” deyince gözlerimi devirdim.
“Aç değilim, bu yüzden öğle yemeği yemeyeceğim. Eve ne zaman dönüyorsun?” diye karşılık verdim.
“Alice,” diye söze başlayınca yutkundum. Kızınca adımı söylüyordu, yani en azından onu tanıdığım süre boyunca, ki bu sadece birkaç gündü, böyle yapmıştı.
“Yarım saat sonra tekrar arayacağım ve öğle yemeği yemediğini duyarsam inan bana sonuçları hiç hoşuna gitmeyecek,” diye tehdit etti.
Gideon, ben çocuk değilim. Aç değilim dediysem aç değilimdir,” dedim.
“Bak küçük fıstık, tam bir çocuk gibi davranıyorsun, bu yüzden seninle bir çocukla konuşur gibi konuşacağım. Git ve öğle yemeği ye. Bir daha söylemeyeceğim,” dedi.
“Hayır,” deyip kapattım.
Hizmetçiye dik dik bakıp telefonu geri verdim. İçimden bir ses onun da benden pek hoşlanmadığını söylüyordu.
Neden arkamdan iş çevirip yaramaz bir çocuğu anne babasına şikayet eden bir dadı gibi davranıyordu?
Yüzüne dik dik bakmaya devam ederek “Nedeni Gideon’ı aradın?” diye sordum.
“Bu benim işim, efendim. Bay Maslow’a karşı gelirseniz ona haber vermek zorundayım,” dedi ve beni daha da öfkelendirdi.
“Adınız ne?” diye sordum.
“Helga,” diye cevap verdi.
“Peki, Helga. Patronuna karşı gelmedim. Sadece öğle yemeği yemek istemediğimi söyledim,” dedim dişlerimi sıkarak.
“Onun istediğini yapmamak ona karşı gelmektir,” diye savunmaya geçince ona bir tokat atmak istedim.
“Ben onun karısıyım düşmanı değil, bu yüzden öğle yemeği yemeyi reddetmem ona karşı gelmek değildir,” dedim.
“Siz onun eşisiniz. Kocanız ne yapmanızı istiyorsa onu yapmak görevinizdir,” diye cevap verdi. Tanrım, bu kadın ne zaman susacaktı?
“Hayır, ben onun karısıyım, bu da onunla eşit olduğum anlamına geliyor. Bu yüzden ne istersem yaparım ama sen arkamdan iş çevirdin. Yaptığım her şeyi gidip ona haber veremezsin,” dedim.
“Bay Maslow’u yaptığınız en ufak şey hakkında dahi bilgilendireceğim çünkü maaşımı o ödüyor. Siz değil,” deyince o buruşuk yüzünün sarkmış derisini yırtmak istedim.
Yüzüne öfkeyle bakarak “Dışarı çık,” diye bağırdım.
Helga odadan çıkmak için arkasını döndü ama tam eşikte durdu ve bana baktı.
“Size öğle yemeği getireceğim, leydim,” dedi ve kapıyı arkasından kapatarak odamdan ayrıldı.
Hızlıca kalkıp kapıyı kilitledim. Artık belli olmuştu. Helga benden nefret ediyordu ve neden nefret ettiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ona hiçbir şey yapmamıştım ama benimle şatonun sahibi Gideon değil de kendisiymiş gibi konuşuyordu.
Kadın beni Gideon’a, yani kendi kocama, karşı gelmekle suçlama cüretini göstermişti. Deli miydi bu kadın?! Gideon’la onun hakkında konuşmak zorundaydım. Sürtük ne sınırlarını ne de bu evdeki yerini bilmiyordu.
Tekrar çığlık atarak kendimi yatağa attım ve yorganı çabucak üzerime çektim. Yan tarafıma dönerek gözlerimi kapattım ve otoriter kocalar ile kötü hizmetçilerden kurtulmak için bir an önce uyumayı diledim.
***
Gideon’ın sesi zihnimi saran huzurlu karanlığı deldi. “Hadi, küçük güvercin, uyan,” dedi.
Gönülsüzce gözlerimi açtım ve yatağın kenarına tünemiş beni izleyen kocama baktım.
“Saat kaç?” diye sordum. Sesim kurbağa gibi çıkmıştı.
“Saat üç. Tam iki saat uyumuşsun. Şimdi kalk ve yemeğini ye yoksa soğuyacak,” dedi.
Doğrularak “Eve ne zaman geldin?” diye sordum.
“Az önce geldim, toplantımı iptal etmek zorunda kaldım,” dedi ve yemek tepsisini komodinden alarak kucağıma koydu.
Uzattığı yemeğe elimi bile sürmeden “Neden?” diye sordum.
“Çünkü inatçı karım öğle yemeği yemeyi reddediyormuş,” dedi ve pilav dolu kaşığı ağzıma tuttu.
“Toplantını benim yüzümden iptal ettiğini söyleme bana,” dedim şaşkınlık içinde, doğrusu kendimi suçlu hissediyordum.
“Evet, yoksa neden erkenden dönüp sırf öğle yemeği ye diye seni uyandırayım?” Hayır, hayır, bu kadarını da yapmış olamazdı. Sırf öğle yemeğimi yemedim diye toplantısını iptal etmiş olamazdı.
“Blöf yapıyorsun,” dedim.
Gideon yüzüme blöf olmadığını açıkça gösteren bir bakışla bakınca az önce duyduğum suçluluk hissi iyice arttı ve zaten çok az olan iştahım tamamen yok oldu.
Gideon kaşığı ağzıma tutmaya devam ederek “Ağzını aç,” diye emretti.
“Gi...Gideon, be...ben çok üzgünüm. Toplantını neden iptal ettin? Keşke böyle yapmasaydın. İşin daha önemli,” dedim.
“Evet ama eşimin sağlığı işimden daha önemli,” diye cevap verdi.
Sözleri kalbimi titretti. Doğru mu söylüyordu? Beni gerçekten umursuyor muydu? Eminim öyleydi. Yoksa neden toplantısını iptal edip eve gelsindi? Demek ki beni gerçekten önemsiyordu.
“Gerçekten mi?” diye sordum. Beni önemsediğinden tam anlamıyla emin olmak istiyordum.
“Evet, eğer sen sağlıklı olmazsan bebek de sağlıklı olmaz ve ben çok sağlıklı bir bebek istiyorum.” Bu adam umutlarımı nasıl söndüreceğini çok iyi biliyordu.
Bilinçaltım benimle dalga geçerken içim burkuldu. Ah aptal Alice. Böyle her şeye atlamamayı ve asla olmayacak şeylere inanmamayı ne zaman öğreneceksin?
Yok, illaki gidip gerçek olmayan şeylere inanacak ve olmayacak dualara âmin diyeceksin.
“Tamam,” diyerek kucağımdaki yemeğe baktım, kocama bakamayacak kadar utanıyordum.
“Evet, şimdi ağzını aç ve ye. Bütün gün bekleyemem,” dedi. Ağzımı açarak Gideon’ın bana yemek yedirmesine izin verdim.
Gideon tabakta hiç pirinç tanesi kalmayana kadar yedirdi. Sırf o memnun olsun diye hepsini yedikten sonra, tepsiyi kucağımdan aldı ve tekrar komodinin üzerine koydu.
Ayağa kalkıp ceketini çıkardı ve yatağa bıraktı. Gömleğinin düğmelerini açıp banyoya gitti ve kapıyı kapattı.
Hayallerimin ve kuruntularımın beni kandırmasına izin verdiğim için kendime lanet ettim.
Birilerinin beni sevip bana değer vereceğine inanacak kadar aptal değildim ama bu biri tarafından sevilmek ve önemsenmek istemediğim anlamına gelmiyordu.
Bu dünyaya karşı tek başıma olduğumu biliyordum ama bir kez olsun benim için savaşacak ya da en azından bu dünyayla savaşmama yardım edecek biri olsaydı mutlu olurdum.
Hayallerimden ve kuruntularımdan vazgeçsem iyi olurdu. Son olaylara bakılırsa hiçbirinin gerçek olmayacağı belliydi.
Yatak odasının kapısı açıldı ve Helga içeri girdi. O an keşke tırnak yerine pençelerim olsaydı da o kırışmış yüzünü parçalayabilseydim diye düşündüm.
Gözlerimi kısarak her hareketini büyük bir dikkatle izledim, Yavaşça komodine doğru yürüyüp o buruşuk ve kemikli elleriyle tepsiyi aldı.
“Bay Maslow’ın dediklerine uymalısınız. Sizin yüzünüzden işten erken erken geldi,” dedi.
Dediklerini duyunca gözüm karardı. Kaltak yine hadsiz hadsiz konuşuyordu. Kesinlikle Gideon’la konuşup onu kovduracaktım. Kaltağın buradan hemen gitmesi gerekiyordu.
Bana sırtını dönüp odadan çıktı. Yorganı üzerimden atıp yataktan kalktım. Makyaj masasına gidip saçlarımı topladım ve at kuyruğu yaptım.
Tam su içerken Gideon banyodan çıktı. Saçları ıslaktı ve gömleğine su damlıyordu.
Yatağın kenarına doğru yürüyüp komodinden saatini alırken “Gideon?” diye seslendim.
“Efendim?”
“Helga’yı kovmanı istiyorum,” dedim.
Gideon böyle bir şeyi önermemin bile ne kadar saçma olduğunu söyleyen bir bakışla baktı.
“Neden kovacakmışım?” diye sordu.
“Çünkü benden nefret ediyor ve belli ki benimle bir sorunu var,” diye cevapladım.
“Gerçekten mi?” diyerek bana doğru yürüdü ve “Onun mu seninle sorunu var yoksa senin mi onunla?” diye sordu.
“Neden onunla bir sorunum olsun ki? Onu tanımıyorum bile! Onun benimle bir sorunu var,” dedim.
“Küçük peri, Helga’yla ne derdin olduğunu bilmiyorum ama onu önemsiz bir kadın kavgası yüzünden onu kovmayacağım,” dedi.
Kelime seçimleri beni hayrete düşürüyordu. Önemsiz kadın kavgası mı? Tabii ona göre önemsiz!
“Kavga falan değil. Sana açıkça benden nefret ettiğini söylüyorum, neden kovmuyorsun?!” dedim neredeyse bağırarak. Öfkem iyice kontrolü ele geçirmişti.
“Helga uzun zamandır burada çalışıyor ve bu aileye son derece sadık. Sırf sen istiyorsun diye onu kovmayacağım, hele de geleli daha bir hafta bile olmamışken,” dedi.
“Onun tarafını mı tutuyorsun?! Neden onu savunuyorsun? Ben senin karınım!” dedim. Bu sefer gerçekten bağırmıştım.
“Düzelteyim,” dedi bana iyice yaklaşıp kendimi küçücük hissettirerek. “Geçici olarak karımsın.”
Bana tokat atsa daha iyiydi. Bu iki kelime benim hakkımda ne düşündüğünü anlamama yetmişti. Onun için ne kadar az şey ifade ettiğimi. Ne kadar önemsiz olduğumu. Sözleri yalnızca doğru değildi.
Aynı zamanda benim kim olduğumu da anlatıyordu. Bir hiçtim ben. Hiçbir değerim yoktu, hiçbir şeyim yoktu. Eminim personel bile benden daha fazla saygı ve sevgi görüyordu.
“Haklısın. Tüm bunlar geçici,” dedim ve bunu duygularımı belli etmeden sakin bir ses tonuyla söylemeye çalıştım.
“Kesinlikle öyle. Bu yüzden, bu durumu kabul et ve Helga’ya katlanmaya çalış. Sadece bir yıllığına,” dedi Gideon.
Haklıydı. Sadece bir yıllığına. Ve ben gidecektim, Helga değil. Bana gitmemi söyleyecekti, Helga’ya değil. Benimle bağlarını koparacaktı, Helga’yla değil.
Sözleri bir şeyi daha anlamamı sağlamıştı. Gideon her zaman Helga’yı seçecekti, beni değil. Benim yerine buruşuk ve yaşlı bir hizmetçiyi seçecekti.
Çünkü ben geçiciydim.
Gideon’ın sözlerini duyunca sessizce başımı salladım. Başımı salladığımı görünce omuzları gevşedi ve rahatladı. Başını sallayıp hızlıca odadan çıktı.
Kapı kapanınca gözyaşlarımı bıraktım.
Gideon’a Helga’dan bahsedersem ona haddini bildirir sanmıştım ama o bana haddimi bildirmiş ve bir milyon karşılığında ona bebek verecek bir makineden başka bir şey olmadığımı bir kez daha kanıtlamıştı.
Acınacak haldeydim. Erkekler benimle sadece bir şey karşılığında evlenmek istiyordu. Kimse beni kendi isteğiyle ya da kaşımın gözüne hatırına sevmiyordu. Zavallı bir haldeydim.
Derin bir nefes alarak gözlerimi kapattım. O an Nico’nun yüzü gözümün önüne geldi ve bütün bunları niye yaptığımı, bu sahte evliliğe neden katlanmak zorunda olduğumu tekrar hatırladım.
Tekrar kendimi topladım, omuzlarımı dikleştirdim ve başımı kaldırdım. Helga’ya ya da Gideon’a ihtiyacım yoktu. Halletmem gereken daha önemli şeyler vardı, mesela tek ailem olan kardeşime iyi bir kardiyolog bulmak gibi.
Gözyaşlarımın kalanını da silerek, kararlı bir şekilde odadan çıktım ve kapıyı arkamdan çarptım.