Geçmişte Saklı Ev - Kitap kapağı

Geçmişte Saklı Ev

P. Gibbs

Bölüm 3

Annem, benden sakladığı vasiyetnamesini okuyacak olan hiç tanımadığım bir adamla buluşmam için beni hiç duymadığım bir kasabaya yolculuğa çıkarıyordu.

Nasıl söylersem söyleyeyim, yine de inanmıyordum.

Annem ile ben çok sıkı fıkıydık. Gilmore Girls gibi.

Babamı hiç tanımadım. Her zaman sadece annem ile ben bir takım olmuş, dünyayı birlikte fethetmiştik. Birbirimiz hakkında bilmediğimiz pek bir şey yoktu.

En azından ben öyle düşünüyordum.

Mutfağa gidip kahve yaptım. Farklı farklı düşünceler aklımda fıkırdıyordu.

Araba kazası. Georgia. Avukat. Tabut. Vasiyet. Mal varlığı. Ev. Cenaze. Sarı Papatya.

Düşüncelerim tilt oyunu topu gibi gelişigüzel sekiyordu.

Elimde taze bir fincan kahveyle en sevdiğim mobilyaya doğru yürüdüm. Vücuduma tam uyan tıka basa dolu bir deri koltuk. Yumuşak noktasına yerleştim ve ayaklarımı ayak iskemlesine doğru kaldırdım.

Burada okur, internette sörf yapar, günlük yazar, meditasyon yapardım.

“Siri, Kim’i ara.”

Kim ortaokuldan beri en iyi arkadaşımdı. O siyahtı, ben beyazdım. Irksal gerilimin hâlâ yüksek olduğu güneyde yaşamamıza rağmen, zamanın ve kültürün kıramayacağı güçlü bir bağ kurmuştuk.

Tenis takımında beraber oynamıştık. Ya da en azından oynamaya teşebbüs etmiştik. Çok iyi olmadığımızı biliyorduk. Ama bilinçaltımızda, birlik olduğumuz zaman zorbalığa uğrama ihtimalimizin daha az olduğunu biliyorduk. Biz de öyle yaptık.

Ortaokulda yaşanan dramalar, lise aşkları, ayrılıklar ve üniversite boyunca.

Telefon birkaç kez çaldıktan sonra, “Neden bu Tanrı’nın belası saatte beni arıyorsun? Önemli bir şey olsa iyi olur,” diye bir ses duydum.

Kibarlıkları geçtim. Benim de keyfim yerinde değildi.

“Bu sabah bir avukattan telefon aldım. Annemin avukatı.”

Çarşafların hışırtısını duydum. Dikkatini çekmiştim.

“Annenin avukatı mı varmış?”

“Evet. Annemin vasiyetinden sorumlu.” Konuşmayı hatırlayabildiğim kadar ayrıntılarıyla Kim’e anlattım. Kahve içtikten sonra bile kafam çalışmıyordu.

“Vay anasını. Vay. Anasını.” Kim’in en sevdiği küfür şekli. “Vay canına. Annenin emeklilik için sakladığı bir miktar para olduğunu düşünmüştüm ama dahası da mı varmış?”

“Ben de şaşırdım. Tanrı’nın unuttuğu bu kasabaya gitmezsem bu konuda bir şey öğrenemeyeceğim. Ne yapayım?”

Kim ve ben sessizce oturup durumu düşündük. İkimiz de konuşmak zorunda hissetmemiştik ki bu da yakın bir arkadaşlığın işaretiydi.

Birkaç dakika sonra, Kim derin bir iç çekerek sessizliği bozdu.

“Sanırım Georgia’ya gitmek zorundasın. Avukatın dediklerini yapar, duruşmayı dinler, evrak imzalar sonra da eve gelirsin.”

“Aman ya. Tam da yapmak istediğim şey yani,” dedim.

“Bir süre uzaklaşmak senin için iyi olabilir. Rahatlarsın. Oranın kültürünü gör. Güzel yemeklerin tadını çıkar. Yas tutmak için kendine biraz boşluk yarat,” diye ekledi Kim.

“Georgia’nın kıçının çatalındaki bu isimsiz kasabada kültürün ve güzel yemeklerin olduğunu mu düşünüyorsun? Çok şüpheliyim. Ama demek istediğini anlıyorum. Kız kıza gezi yapalım mı?”

“Üzgünüm, bacım. Gelemem. Bir sürü davam var. İzin istersem iş arkadaşlarım kafamı patronuma tabakta servis eder.”

Zor bir ihtimal olduğunu biliyordum ama sormanın zararı olmazdı. Rahat sessizlik tekrar yerleşti.

“Gitmek zorunda değilsin, biliyorsun. Kendi avukatını tutabilirsin. Bir nedenle vasiyetnameye itiraz edersin.”

Haklıydı, alternatiflerim vardı. Sadece, alternatiflerimi sevmiyordum.

“Lanet olsun!” Kim bağırdı. “Saati yeni fark ettim! Bu sabah erkenden bir toplantım var. Sabah trafiğine kalamam. Gitmem lazım. Neye karar verirsen bana söyle. Seni seviyorum.”

“Söylerim. Söz. Bu gece görüşürüz.”

Kim ve ben üniversiteden mezun olduğumuzdan beri ev arkadaşıydık. Kim yirmi dokuz yaşındaydı. Benden sadece bir yaş büyüktü ama diplomalarımızı aynı yıl almıştık. Çünkü ben dört yılda bitirilemeyecek kadar çok bölüm değiştirmiştim.

Bazı arkadaşlıklar, genç yetişkinler olarak bir alan paylaşmanın ağırlığına dayanamazdı ama bizimki dayanıyordu. Yang’ımın ying’iydi ve sadece görünüşte değildi.

Telefonu kapattım. Kahvemle sessizce oturup seçeneklerimi tarttım. Sonra bilgisayarımı alıp Google’a girdim, “Sumner Creek, Georgia,” yazdım ve sonuçları bekledim.

Lanet olsun. Sumner Creek dağ başıydı. Ne yönden olursa olsun herhangi bir havaalanına üç saat uzaklıktaydı. Nashville’den arabayla sekiz saat uzaklıkta.

Uçabilirdim ama güvenlik taramaları, uçuş süresi ve olası konaklamalar derken araba sürmek de aynı zamanı alırdı. Arabayla da istediğim zaman eve dönebilirdim.

Ev.

Aklıma çocukluk anılarım geldi. Her zaman sadece annem ve ben vardık. Bir kabuğun içinde sarışın, yeşil gözlü, kısa boylu iki bezelyeydik.

Babam ben küçükken kaçmıştı. En azından bana söylenen buydu. Annem bir daha evlenmemişti. Sanırım babam annemin kalbini kırmıştı. Annem ondan hiç bahsetmezdi. Hiç.

Sanırım, bazı anıların geçmişte kalması gerekiyor.

Büyüdüğüm daireyi hayal ettim. Her anı orada demirliydi. Avlu. Arkadaki oyuncak merdiven. Arkadaşlarla doğum günü partileri. Ev olarak başka bir yeri bilmiyordum.

Ve şimdi annemin başka bir eyalette evinin olduğunu öğreniyordum.

Neden bana bu vasiyetnameden bahsetmemişti? Ne mal varlığı vardı? Aramızda sır olmadığını sanıyordum ama belli ki yanılmışım. Art arda, domino taşı gibi soru üstüne soru geliyordu.

Bir şey netti. Cevapların hiçbirini Nashville’de bulamayacaktım.

Zach’i arayıp vasiyetnameyi okumak için ayarlamalar yapmadan önce tüm bu durumun meşru olduğuna emin olmak için hukuk firmasının adını araştırdım.

Bu isimde bir işletme olduğunu buldum. Zach büyük Georgia eyaletinde çalışan lisanslı bir avukattı. Ne kendisi ne de hukuk bürosu hakkında herhangi bir şikayette bulunulmuştu. Her şey yerindeydi.

Zach’in bana verdiği numarayı aradım.

“Jameson ve Jameson, size yardım edebilir miyim?” Sert, güneyli bir aksanı olan bir kadın telefonu açmıştı. Bir çeşit asistan olduğunu tahmin ettim.

“Evet, benim adım Maggie Frazier ve Zach’le konuşmam gerek, lütfen.”

“Demek Mag sizsiniz... Yani, peki hanımefendi, bir dakika. Zach’i bağlayacağım.” Ne demek istediğini soramadan, yönetici beni beklemeye aldı.

“Ben Zach.”

“Ben Maggie. Yöneticiniz neden kim olduğumu biliyor?” O kadına güvenmemiştim.

“Muhtemelen bazı dosyalarda adınızı görüp tanımıştır.” Zach telaşlı değildi ama ben öyleydim.

Olabildiğince sakin ve aklı başında bir şekilde, “Vasiyetnamenin okunması için bir saat ayarlamak istiyorum,” dedim. Duygusallaşmak bu durumu kolaylaştırmazdı.

“Peki hanımefendi,” dedi Zach. Sakin kalmayı zorlaştırıyordu. “Hanımefendi demeyi kes,”~ diye düşündüm. ~Ben de senin gibi bir yetişkinim. Senden daha genç bile olabilirim avukat adam.~ ~

“İsterseniz sizinle iki gün sonra buluşabilirim. Ya da daha sonra. Burası küçük bir kasaba olduğu için genellikle programımı müşterilerimin ihtiyaçlarına uyacak şekilde yeniden düzenleyebiliyorum.”

Oraya arabayla gitmek için bir güne ihtiyacım olduğunu biliyordum. Bu yüzden ertesi gün olurdu.

“Hadi bitirelim şu işi o zaman. Yarından sonraki gün öyleyse,” dedim. Bana firmanın adresini verdi. Adres internette yazan adresle eşleşiyordu.

Zach, “O zaman görüşürüz,” dedi.

Ertesi sabah dolabımın dibini kadar girdim. Yıllardır gün ışığı görmeyen bir ayakkabı yığınının altından bavulumu çıkardım.

Bavuluma yazlık kıyafetlerin yanı sıra bazı kişisel temizlik eşyaları da koydum. Başlayıp bitirmemiş olduğum birkaç kitabı da koydum. Belki zamanım olurdu.

Kapıdan çıkarken aklıma bir düşünce geldi. “Anneni ara ve şehir dışına çıkacağını söyle.” Farkındalık geldi ve üzüntü, tsunami dalgası gibi üzerime çöktü. Lanet olsun. Keder berbat bir şeydi.

Bavulumu dışarıya, arabama doğru çektim. Adresi bulmak için Zach’ın avukatlık firmasının adını yazdım ve sonra telefonumdaki haritaya koydum.

Atıştırmalık almak ve depoyu doldurmak için benzin istasyonuna hızlıca uğrayıp yola düşecektim.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok