Küçük yaşlarda dehasıyla ön plana çıkan Alex Thompson zor bir çocukluk geçirmiştir. Birbirinden korumacı üç abiyle büyüyen Alex, üzerindeki gözlerin farkında değildir. Kendini asla güzel bir kız olarak görmez, ancak abisinin en yakın arkadaşı Knox Carter aksini düşünmektedir. Alex ve Knox ezelden beri kedi köpek gibi birbirlerine sataşıp dursa da, kimi aşklar nefretle başlar...
"Spordan sonra bacaklarımın bağı çözülüyor gibi hissediyorum, bu normal mi? Tanrım! Merdivenleri bile doğru düzgün çıkamıyorum."
Üniversitenin spor salonundan çıkarken Andy'nin yakınmaları koridorda yankılanıyordu. Korkuluklara tutunurken, yürümeye çalışmaktan çok düşmemeye çalışıyor gibiydi. Sporun neredeyse bir din olduğu Los Angeles'ta yaşamasına rağmen, hiçbir zaman spor salonuna giden biri olmamıştı.
"Saatlerce yataktan çıkmayan biri için basit squat, mekik ve azıcık koşu oldukça yorucu olabiliyor," diye takıldım kaşlarımı kaldırarak.
Andy üniversitedeki en yakın arkadaşlarımdan biriydi. Benden iki yaş büyük olmasına rağmen çok iyi anlaşırdık. Benim için bir kız kardeş gibiydi. Ben makine mühendisliği okurken o hemşirelik okuyordu.
Biliyorum, mühendislik bir kadın için alışılmadık bir seçimdi ama bu benim tercihimdi. Üç abimle (Kyle, Cole ve Max) büyürken, ablam Sam ile oynamaktan çok onlarla oynamayı severdim. O zamanlar erkek Fatma gibiydim. Hâlâ da öyleyim. Abilerim ben küçükken canıma okumuştu ama aynı zamanda onlar sayesinde sert bir kız olmuştum. Etrafımdaki hiç kimse bana ikinci kez bulaşamazdı.
Andy ile kampüsün hemen dışındaki bir dairede kalıyorduk. Dairemiz, Kaliforniya Üniversitesi’ndeki ilk yılımızda kaldığımız yurtlardan çok farklıydı. Memleketim olan Brooklyn, New York City'den çok uzaktaydım. Annemle babamın boşanması bizi köklerimizden koparmış, annemin biyolojik babamdan çok babam olarak gördüğüm Eric Reed'le yeniden evlenmesi bizi Manhattan'ın Yukarı Batı Yakası'na sürüklemişti.
Orada kendimize yeni bir düzen kurmuştuk. O zamanlar yeni okulumda güvendiğim tek bir kız vardı, en iyi arkadaşım Hannah Williams. Abilerimin ya da onların arkadaşlarının peşinde olmayan tek kişi oydu.
Bu arada, ben Alex. Alex Thompson. Ailenin en küçüğü ve bana kalırsa en akıllısıyım. Fotografik hafızam var, bu da okuduğum her şeyi hatırlayabildiğim anlamına geliyor. Bu benim için hem bir nimet, hem de bir lanetti, özellikle de iki sınıf atlamama neden olan ilkokulda. Annem daha fazla sınıf atlamama izin verirdi ama "yeterince normal bir çocukluk" geçirmemi istemişti.
"Alo? Dünyadan Alex'e! Az önce söylediklerimi duydun mu?" Andy'nin sesi beni düşüncelerimden kopardı.
Ödevleri ve raporları bitirmek için geç saatlere kadar ayakta kalıyordum. Uykusuzluk kendini göstermeye başlamıştı. Cildim pütür pütür olmuştu, gözlerimi koyu halkalar gölgeliyordu, sol gözüm ara sıra seğiriyordu ve birbirine girmiş saçlarıma bir duş gerekiyordu.
"Özür dilerim! Ne dedin? Sadece çok yorgunum. Bütün gece ödevlerimi bitirmeye çalıştım. Biliyorsun, her şeyi son dakikaya bırakmayı severim..." derken esnedim.
Andy ile konuşmalarımız genelde alaycı olurdu. Bu onun en sevdiğim yönlerinden biriydi. Kıvrak zekâlıydı. Size haddinizi bildirmekten asla çekinmezdi.
"Eve gitmeye ne dersin? Andrew'u sabah görürsün? Bir yere gidecek değil ya..." diye dalga geçti.
Andrew benim erkek arkadaşımdı. Aynı üniversitede tıp okuyordu ve en iyi iki arkadaşıyla birlikte yaşıyordu. Yaklaşık iki yıldır çıkıyorduk. Ona sırılsıklam âşıktım. Hayalimdeki erkekti, uzun boylu, esmer, yakışıklı ve kaslıydı. San Francisco'luydu. Hâlâ beni seçtiğine inanamıyordum.
İstediği her kızı elde edebilirdi. Ben onunla birlikteyken bile, kızlar kendilerini onun üzerine atardı. Hani şu daracık elbiseler giyen, göğüs dekolteleriyle ilgi çekmek için âdeta yalvaran, makyaja bulanmış, kirpiklerini kırpıştıran ve erkek olan her şeye sürtünen tipleri bilirsiniz.
"Gerek yok! Ben iyiyim. Ona sürpriz yapmak istiyorum. Ödevler, projeler derken bu hafta hiç görüşemedik. Bazen neden mühendislik okuduğumu merak ediyorum," diye güldüm.
Andrew’a yemek hazırlayıp birlikte yemek yedikten sonra eve gidip yatmayı planlıyordum. Yatağım hafta ortasından beri beni çağırıyordu, işlerimi bitirmek için bütün gece çalışıyordum.
"Emin misin bebeğim? Sen geldiğinde ben Scandal'ın yeni sezonunu izliyor olacağım. Bütün hafta izlemek için can atıyordum! Hukuk okumalıydım. Çok iyi bir avukat olurdum! Tanrım, Olivia Pope'a bayılıyorum. Tam bir kraliçe!" derken Andy’nin diziye olan bağımlılığı belli oluyordu.
"Ha-ha! Evet... Kesinlikle... Neyse, sonra konuşuruz! Eve dönerken sana mesaj atarım, böylece geçen seferki gibi seni korkutmam!"
Kahkahalarımı bastıramaya çalışarak sırıttım. İki hafta önce telefonum bozulmuştu, bu yüzden Andy’ye yolda olduğumu haber verememiştim. Eve girdiğimde bana bir salatalıkla saldırmıştı. Günlerce kafamda bir şişlikle dolaşmıştım.
"Tabii, tabii, her neyse," diye cevap verdi beni tersleyerek.
"Bu yaptığın bir hanımefendiye yakışıyor mu sence?"
"Sana hanımefendi olduğumu kim söyledi Al? Sonra görüşürüz!" diye göz kırptıktan sonra ters yöne doğru ilerlemeye başladı.
Başımı sallayıp cevabına gülerken Andrew'un dairesine doğru yola koyuldum. Loş ışıklı patikada yürürken kampüste hâlâ birkaç kişinin dolaştığını fark ettim.
Bu saatte bile hâlâ birkaç öğrencinin bulunduğu kampüs oldukça canlı görünüyordu. Bazı öğrenciler banklarda uzanmış, arkadaşlarıyla gülüp eğleniyordu. Bazı çiftlerse kucak kucağa oturmuş, tutkulu bir öpüşmenin ortasındaydı. Beni yanlış anlamayın, iyi bir öpüşmeye lafım yoktu ama bunun da bir sınırı vardı.
Gördüğüm kişilerin bazıları neredeyse birbirlerinin yüzlerini yiyip bitirecekti. Gözlerimi devirdim ve yol boyunca bir çakıl taşına tekme atarak daireye doğru yürümeye devam ettim.
"Alex!" diye seslendi biri. Başımı kaldırdığımda Wes'i gördüm, koyu kahverengi gözleri üzerimdeydi.
"Wes? Selam, n'aber?" dedim gülümseyerek.
Wes, abim Kyle’ın en iyi arkadaşlarından biriydi. Ben küçükken sürekli bana göz kulak olur, etraftakilerin bana zorbalık etmesini engellerdi. Üniversitede de abimin kesin emirleri doğrultusunda bunu yapmaya devam ediyordu. Abilerimin hepsi aşırı korumacıydı, bana narin bir porselen bebekmişim gibi davranıyorlardı. Bu beni eskiden de kızdırırdı. Hâlâ da kızdırıyordu.
"Hey, Alex! İyiyim. Bu saatte kampüste ne yapıyorsun?" diye sordu. Koşmayı bıraktığında hafifçe nefes nefese kalmıştı.
Wes uzun boylu, atletik biriydi. Üniversite takımında futbol oynuyordu. Şu anki sakatlığı yüzünden sahalardan uzak kalmıştı ama kendi deyimiyle, "Artık her gece parti yapabilirim" modundaydı. Kampüsteki kızlar arasında popülerdi ve bunun nedenini anlamak zor değildi. Harika bir gülümsemesi vardı. Siyah basketbol şortu ve kolsuz bir üstten oluşan gündelik kıyafeti atletik yapısını gözler önüne seriyordu.
"Andrew'un dairesine gidiyorum. Hafta boyunca görüşemedik. Ödevlerimi bitirince de ona uğrayayım dedim. Senin bu saatte burada ne işin var? Neden bu kadar geçe kaldın?" diye sordum. Andrew'dan bahsettiğimde gerildiğini fark etmiştim. Abilerim ve hâliyle onların arkadaşları Andrew'dan hoşlanmazlardı. Ama yine de çıktığım herhangi birinden hoşlanacaklarından şüpheliydim.
Lisedeyken hiç kimseyle çıkmamıştım çünkü abilerim yüzünden hiçbir erkek bana yaklaşacak kadar cesur değildi. Ayrıca ben de tipik liseli bir kız değildim. Zamanını gözlerden uzakta, bir ağacın altında kitap okuyarak geçiren bir kızdım.
Wes iç çekerek alnındaki teri sildi. "Hâlâ onunla mısın? Alex, sen çok daha iyisine layıksın. O senin için doğru adam değil…"
"Andrew'u sevmediğinizi biliyorum ama ben seviyorum. Benim için önemli olan tek şey bu," diye araya girerek sözünü kestim. Ses tonum umursamazdı. Tekrar iç geçirirken başını salladı.
"Her neyse, ben gideyim. Açlıktan ölüyorum. Sonra görüşür müyüz?" derken yoluma devam etmek için etrafından dolandım. Ama Wes kolumu yakalayarak beni kendine çevirdi.
"Sadece seni kolladığımı biliyorsun, değil mi?" dediğinde başımı salladım. Yürümeye devam ederken kafamı önüme çevirdim.
"Hey, Alex! Yarın akşam bir parti var. Andrew’la gelsenize. Detayları sana mesaj atarım. Kısa bir elbise giy. Elbise giydiğinde bacaklarına bayıldığımı biliyorsun," diye ekledi bana göz kırparak.
Gözlerimi devirirken boynumun kızardığını hissettim. "Sen de elbise giyeceksen neden olmasın? Elbisenin altından görünen uzun, bronz bacaklarını nasıl sevdiğimi biliyorsun. Topukluları da unutma. Poponu daha diri gösterir," diye karşılık verdim ona göz kırparak. Güldü ve ben yoluma devam ederken başını salladı.
Eğer abilerim bu şakalaşmamızı duysaydı, ikimizin de başı belaya girerdi. Ama Wes'in insanlara iyi gelmek gibi bir yeteneği vardı. Kesinlikle bana da iyi geliyordu. Koruyucu yapısı nedeniyle bir zamanlar ona âşık olmuştum. Aramızda her zaman flörtöz bir yakınlık vardı ama zararsız bir şeydi. Wes, abim Kyle'ın arkadaşları arasında hoşlandığım tek kişiydi.
Andrew'un evine ulaştığımda kibar kapıcıyla selamlaşarak apartmana girdim ve doğruca asansöre yöneldim. Normalde egzersiz olsun diye merdivenleri kullanırdım ama spordan sonra bütün enerjimi kaybetmiştim. Altıncı katın düğmesine bastım ve asansörde çalan müzik eşliğinde kata ulaşmayı bekledim.
Asansör kapılarındaki yansımamı kontrol ettim. Doğal dalgalı saçlarımı kabarttım ve hatlarımı belli eden kot pantolonumu düzelttim. Ardından Andrew'un bana verdiği anahtarları bulmak için çantamı karıştırdım ve asansör kapıları açıldığında koridordan onun dairesine doğru ilerlemeye başladım.
Kapıyı açıp içeriye girdiğimde, "Drew?" diye seslendim ama ses yoktu. "Dreeewww?" dedim neşeli bir şekilde odasına doğru ilerlerken. Tam o sırada bir ses duydum. "Evet! Evet! Evet! Durma!"
Gülmekten kendimi alamadım. Onu son kez porno izlerken yakaladığımda, oldukça harika bir seks yapmıştık. Gerçekten inanılmazdı.
"Kahretsin!" derken inlemeleri koridorda yankılanıyordu. Gülmeye devam ediyordum ama sonra başka bir ses duydum. Neler olduğunu fark ettiğimde karnıma bir yumruk yemiştim. Drew porno izlemiyordu.
"Kahretsin Andrew! Tam... Orası! Mmm, tam orası, bebeğim!" Kalbim göğsümde çarparken donup kaldım. Titriyordum, doğru duyup duymadığımı sorguluyordum.
Elim onlarla aramdaki tek engel olan kapının koluna dayanmıştı.
Hayır! Hayır! Hayır! Bu olamaz! Hiç düşünmeden kapıyı açtığımda korktuğum manzarayla karşılaştım.
Andrew çırılçıplaktı. Üzerindeki kız hareket ettikçe göğüsleri zıplıyordu. "Ne oluyor lan?" Kelimeler ben onları durduramadan ağzımdan dökülüverdi.
İkisi de bana bakmak için döndüklerinde Andrew'un yüzündeki panik korkularımı doğrulamıştı, beni aldatıyordu.
Kızı üzerinden itti ama artık çok geçti. Her şeyi görmüştüm. Yani her şeyi.
"Kahretsin! Bebeğim, göründüğü gibi değil! Açıklamama izin ver!" Şokun etkisi geçmeye başladığında sözleri kulaklarımda çınladı ama şoke yerini kaynayan bir öfkeye bırakmıştı.
Andrew yataktan kalkmak için debelenirken kendini çarşaflara sarmaya çalışıyordu. Bense erkek arkadaşımın üstündeki kızın üzerini örtmek için çırpınışını izliyordum.
Andrew o anın sıcaklığıyla bir yerlere fırlattığı boxer'ını bulmaya çalışırken elimi tutmaya cüret etti.
"Hayatım, ben…" Sözleri yanağına attığım tokadın sesiyle kesildi. Başı yana savrulmuştu. Çarpmanın etkisiyle elimde yükselen ısıyı hissedebiliyordum.
"Aşkım, izin ver açıklayayım…" Sözleri yine yarıda kesildi, bu sefer yumruğum burnuna çarpmıştı. Elim darbenin etkisiyle zonkluyordu ama bu acı karşımdaki manzaranın verdiği hazla kıyaslanamazdı. Andrew’un eli hızla kanayan burnuna doğru uçmuştu.
Kahretsin, acıyor! Elimi sallayarak zonklamayı hafifletmeye çalıştım. Her zaman "Şiddet çözüm değildir..." demişimdir ama işte. Tükürdüğümü yalıyordum.
"Dokunma bana, şerefsiz pislik!" Sözlerim karşısında irkilmesi neredeyse yumruk kadar tatmin ediciydi. Hiç düşünmeden ağzıma ne geliyorsa söylüyordum, kelimeler öylece ağzımdan dökülüveriyordu.
Gitmek için döndüğümde arkamdan geldiğini gördüm. Eli hâlâ burnundaydı, azarlanmış bir köpek yavrusu gibi görünüyordu.
"Benimle bir daha ASLA konuşma! Sana âşık olduğumu sanmıştım! Bütün erkekler aynı! Sadakat yoksunu ahmaklar!"
Gözlerimden yaşlar süzülmek üzereyken acı bir kahkaha attım. Ardından çantamı yerden alarak koşmaya hazırlandım.
"Alex, lütfen, konuşalım. Seni çok seviyorum! Hem de her şeyden çok!" Eli burnunda olduğu için sesi boğuk çıkıyordu.
"Beni o kadar çok sevseydin, sarışın bir sürtükle birlikte olmazdın Drew! Konuşacak bir şey yok! Sadece yakalandığın için üzgünsün! BİTTİ! SENİ TERK EDİYORUM!"
Öfkem saatli bir bomba gibiydi. Pişman olacağım bir şey yapmadan önce buradan gitmem gerektiğini biliyordum.
"Alex, lütfen, özür dilerim. Bir daha olmayacak, söz veriyorum," derken çaresizdi. Yalvaran gözlerle bana bakıyordu.
"Hayır, Andrew! Bir kere aldatan tekrar aldatır derler. İşimiz bitti! Sana her şeyimi verdim, sen de karşılığını böyle ödedin. SANA BIRAKTIĞIM ARTIĞIN TADINI ÇIKAR SÜRTÜK!" derken hâlâ odasında saklanan kıza bağırdım. Ardından gözyaşlarımla savaşarak son bir kez Andrew’a baktım.
Kapıyı arkamdan kapattım ve asansöre koştum. Kapılar kapanır kapanmaz gözyaşlarım yanaklarımdan süzülmeye başladı, hıçkırıklarım küçük alanda yankılanıyordu.
Hızla çantamdan telefonumu çıkardım ve Andy'yi aradım. Gözyaşlarım yüzünden görüşüm bulanıklaşmıştı. Andy cevap vermeyince diğer cankurtaranımı aradım.
"Hey, Alex, ne oldu?"
"Wes?" derken burnumu çektim. Onun sesini duymak bardağı taşıran son damla olmuştu.