Bulutların Üzerinde - Kitap kapağı

Bulutların Üzerinde

Lacey Martez Byrd

Üçüncü Bölüm: Söylenenler

RIVER

“River, bu şimdiye kadar yaptığın en iyi kurabiye.”

Ağabeyim ağzına bir tane daha kurabiye atarken konuştu.

“Ne zaman yapsam aynı şeyi söylüyorsun.” Gözlerimi devirdim.

“Ve her seferinde ciddiyim.”

Tam bir şapşal gibi gülümsediğinde ben de gülümsemeden edemedim.

Varlığımı gerçekten kabul edip aynı zamanda benimle akraba olan başka biriyle aynı evde olmak çok güzeldi. Bunu en son ne zaman yaşadığımı hatırlamıyordum.

Jackson, “Beau, bir kurabiye daha yersen seni kapı dışarı ederim,” diye tehdit etti.

Beau uzun kolunu masaya uzatıp ağzına bir kurabiye daha tıkınca yediklerinin nereye gittiğini merak ettim.

Cüsseli bir adam olsa da zayıf görünüyordu, tatlılara burun kıvırıp daha çok tavuk ve sebzelerle beslenen biri gibiydi.

“Burada mı yaşıyorsun?” Beau'ya sorsam da Jackson hemen onun yerine cevap verdi.

“Teknik olarak yaşamıyor ama buradan çıktığı da yok.”

Beau ağabeyimden lafı almadan önce boğazını temizledi.

“Şehirdeki bir dairede birkaç arkadaşla yaşıyorum.”

Konuşurken başını hiç kaldırmadığını fark ettim.

Ben onunla konuşurken bana bakıyordu ama ağzını açtığı anda gözlerini gözlerimden kaçırıyordu. O anda Beau’nun göz teması kurmasını sağlamanın kişisel bir görev olduğuna karar verdim.

Jackson, “Oraya kira ödüyor, sadece bundan ibaret,” diye homurdandı.

“Neden burada kalmıyorsun?” Gözlerimi kısıp bana bakmasını sağlamaya çalıştım ama nafileydi.

“Başlarda Jackson’ın müsait odası yoktu, ben de bulduğum ilk daireye kapağı attım. Ama şimdi Jackson’ın oda arkadaşı gittiği için…”

“Ben buradayım,” diyerek onun cümlesini tamamladığımda o da onaylarcasına başını salladı.

“Hey, bu gece bir parti yapalım.”

Yeni adam içeri daldıktan hemen sonra kurulduğu kanepeden seslendi.

Benim yanımda küfrettiği için ağabeyim neredeyse onu kovmaya kalkıştıktan kısa bir süre sonra, adının James olduğunu öğrendim.

Çok dramatik.

“James, annen seni bebekken çok mu kafanın üzerine düşürmüş, yoksa sen mi hiç dikkat etmiyordun?”

Jackson, biriyle bu tonda konuşmasına rağmen nezaketini koruyabilen tanıdığım tek kişiydi.

“Kız kardeşi daha yeni geldi... Bu gece parti yok,” diye araya girdi Beau.

“Peki yarın?”

James sordu.

Hepsi bana baktığında, umursamaz bir tavırla omuzlarımı silktim.

James son kurabiyeyi ağzına atmadan önce, “O zaman yarın,” dedi ve bu hamlesiyle Beau ona kötücül gözlerle baktı.

Jackson masadan kalktığı esnada, “Hadi Riv, sana odanı göstereyim,” dedi.

Koridorun sonuna kadar yürüdüğümüzde, ağabeyim kapıyı açtığı anda afalladım.

“Burası senin odan değil miydi?”

Bu oda eskiden sıkıcıydı, odaya sadece donuk gri ve siyah tonları hakimdi.

İki Noel önce geldiğim zamandan odayı hatırlıyordum. Oda şimdi büyük oranda beyazdı, grinin farklı tonları etrafa dengeli şekilde serpilmiş ve odaya birkaç altın rengi vurgu yapılmıştı.

Benim için.

Bunu benim için yapmıştı.

“Evet, ama banyosu olan tek oda burası. Bu yüzden bu odaya ihtiyacın olacağını düşündüm… Bilirsin, kız olduğun için.”

Gülmemek için elimi ağzıma kapattım.

“Jackson, benim için odanı değiştirmene gerek yoktu. Ben zaten senin evinde yaşıyorum…”

Diyecektim ki sözümü kesti.

“Burası bizim evimiz, River. Her zaman da öyle olması gerekiyordu, bu yüzden sen buraya gelip benimle yaşayana kadar bir sürü oda arkadaşıyla uğraşarak burayı satın aldım.”

Benim tatlı ağabeyim.

“Ve benim için dekore mi ettin?” Böyle bir şey yapmadığını gayet iyi bildiğim için onu dürttüm.

“Hayır, bir arkadaşımın eşi gelip yardım etti. Beğendin mi? Beğenmezsen seni alışverişe götürebileceğini söyledi.”

Odayı beğenmeyeceğimden gerçekten endişe duyuyormuş gibi ensesini ovuşturuyordu.

Ona doğru atılıp var gücümle sarıldım. Pek sarılmayı seven biri olmadığımdan ağabeyim fırsatını bulduğunda bunu sonuna kadar kullanıyordu.

Beni yerden kolaylıkla kaldırıp, bana sıkıca sarıldı.

“Nefes alamıyorum Jack,” diye ciyakladım.

Beni tekrar yere indirirken, “Üzgünüm,” dedi.

“Artık oda arkadaşın yok mu?” Parmaklarımı yatağın üzerindeki yumuşak yastığın üzerinde gezdirirken sordum.

“Hayır, ama çok sık arkadaşlarımızla bir araya geliyoruz ve bazen insanlar burada kalıyor. Beau da çok kalıyor.”

Bunu halihazırda anlamış gibiydim.

“Benim bir süreliğine işe dönmem gerekiyor. Yalnız kalman sorun olur mu?”

Yalnız kalmak zaten benim doğal alanımda olmam demekti, canım ağabeyim.

“Elbette Jackson, artık on yaşında değilim. Neredeyse on sekiz yaşındayım.”

Ellerini yüzünde gezdirirken, “Biliyorum… Bana boşuna hatırlatma,” dedi.

“Beau yanında durabilir.”

Bu işin nasıl yürüyeceğini şimdiden anlamıştım.

Jackson burada olmadığında, onun yerine Beau olacaktı.

“Onun burada kalmasına gerek yok.”

Başımı iki yana salladım.

“River, bazen çocuklar buraya dalıveriyor. Bir şey olacağından değil ama burada rahat olmanı istiyorum.”

“Sadece kapıları kilitle. Endişelenmene lüzum yok.”

Başını yana eğip derin bir iç çekti. Her zaman endişeli biri olmuştu.

“Akşam on olmadan dönmüş olurum.”

İşte bu benim kutlu zaferimdi.

Daha birkaç saattir burada olmama rağmen, yalnız kalmak için can atıyordum. Burada Jackson’la olmak güzel, hatta güzelden de öteydi. Ama onun pimpirikli ağabey rolünün nasıl işleyeceğinden emin değildim.

“Yorgunum, o yüzden muhtemelen duş alıp yatarım.”

Eğilip bana bir kez daha sarıldı. Neyse ki onu seviyordum da ses çıkarmadım.

“Burada olduğun için çok mutluyum Riv,” dedikten sonra başımın üstünden öptü.

“Ben de, sabah kahvaltı için şekerli çörek getirirsen hiç kızmam.”

Güldü.

“Anlaşıldı. Sabah görüşürüz.”

Jackson kapımı kapattıktan sonra kendimi yatağıma attım.

Sonunda buraya taşındığımda hissedeceğimi düşündüklerimi hissetmiyor, hatta nasıl hissedeceğimi bile bilemiyordum.

Her şeyi olduğu gibi kabullenmeli miydim? Yoksa herkesle her şeyin niyetini aşırı analiz mi etmeliydim?

Her şeyi olduğu gibi kabullenmeyi seçiyordum. Kaybedecek neyim vardı?

Hiçbir şey.

Hem de hiçbir şey.

Duştan sonra, yediğim kurabiyelerden midemin ne kadar rahatsız olduğunu fark ettim.

Odamdan çıkıp koridora doğru yürüdüm.

“Kahretsin!”

Köşeyi dönüp mutfağa girdiğimde, Beau'nun masanın başına oturmuş bira içtiğini görünce geriye doğru yalpaladım.

“Küfür etme.”

Aman Tanrım.

“Küfretme mi? Sen de beni korkutma. Nesin sen, bir Ninja mı? İnanılmaz sessizsin. Gittiğini sanmıştım.”

Şişeyi kaldırmadan önce, “Hâlâ buradayım,” dedi.

Teşekkürler, bariz bilgi sağlayıcısı kaptan.

Bunca zamandır burada yalnız kaldığımı zannetsem de o saatler önce onu bıraktığım yerde öylece oturuyordu.

Tanrı'ya şükür utanç verici bir şey yapmamıştım.

Bir saniye, yoksa yapmış mıydım?

Başımı iki yana sallayınca, aklıma odamdan neden çıktığım geldiğinde midem tam zamanında guruldadı.

“Aç mısın?”

Beau’nun sorusu beni şaşırttı.

“Evet, zaten atıştırmalık bir şeyler almaya geldim.”

Kilere doğru yönelip fıstık ezmesi kavanozunu çıkardım.

“Bu pek de yemek sayılmaz,” diye homurdandı.

Tanrım, çok yargılayıcı bir herifti.

Üç çekmece açtıktan sonra içinde kaşıkların olduğu çekmeceyi buldum.

Alma niyetiyle geldiğim şeyi aldıktan sonra koridordan odama doğru ilerlemeye başladım ama kapı çalınca durdum. Beau yanımdan geçip kapıyı açarak cüzdanını almak için arka cebine uzandı.

Birkaç saniye sonra elinde iki pizza kutusuyla mutfağa geri döndü.

Kafasını kaşıyarak, “Hangisini seveceğinden emin olamadım,” dedi.

Kutuları açtığımda peynirli bir pizzayla, envaiçeşit malzemenin doldurulduğu inanılmaz karışık bir pizza gördüm.

“Peynirli harika olur.”

Hissettiklerime rağmen gülümsedim. Onda son derece ilginç bir enerji vardı.

Dört dilimi bitirdiğinde, “Kaç yaşındasın?” diye sordu.

Kutudan bir dilim daha aldığında, Beau gibi yiyebilen birini daha önce hiç görmediğimi fark ettim.

“Neredeyse on sekizim.” Devam etmeden önce boğazımı temizledim. “Gelecek ay on sekiz olacağım.”

Neden böyle söylediğimi bilmiyordum. Ama nedense on sekiz yaşında olmak, bana çok daha büyükmüşüm gibi hissettiriyordu.

“Neredeyse on sekiz yaşındaysan, son sınıfta olman gerekmez mi?”

Ona cevap vermeden önce pizzamı koyduğum kâğıt tabağa baktım.

“Birinci sınıfı tekrar etmek zorunda kaldım. O sene annem vefat ettiği için derslerin büyük bir kısmını kaçırdım.”

Bu konuşmak istediğim en son şeydi. O yüzden daha fazla uzatmadım.

“Sen kaç yaşındasın?” diye sordum.

“Yirmi dört.”

Ağabeyimle akrandı. Onunla aynı işi yapıyordu. Tıpkı onun kadar korumacı görünüyordu.

Yine de onu anlaması çok daha zordu.

Ağabeyim çözülmesi kolay biriydi. İçi dışı birdi.

Ama Beau tamamen başka bir romandı.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok