Deerborn - Kitap kapağı

Deerborn

Murielle Gingras

İkinci Bölüm: Susturma

Annemin Ashley ile yürüyüşümüzde dağ yolundan uzak durmamız için yalvarmasına rağmen bu olay bende onda bıraktığı kadar caydırıcı bir etki bırakmamıştı.

Bir noktada annemin evde kalmam için ısrar edeceğini bile düşündüm ama yirmi bir yaşında bağımsız bir birey olduğumu fark edince gerçeklik ona adeta bir tokat gibi çarptı.

Onun gözünün içine baka baka yalan söylediğimi bilmesine rağmen, elimden gelenin en iyisini yaparak dağdan olabildiğince uzak kalacağım konusunda onu rahatlatmaya çalıştım.

Ama durum hiç böyle değildi. Planım, Harold'ın öldürüldüğü bölge hakkında kendi araştırmamı yapıp polisin muhtemelen gözden kaçırdığı bir ayrıntıyı yakalamaktı.

Aaron’ın garip davranışları, soruları ve üzüm suyundan hoşlandığı gerçeği dışında hiçbir kanıtım olmamasına rağmen, Aaron’ın Harold’ın cinayetiyle doğrudan ya dolaylı olarak ilgisi olduğuna dair içimde sağlam bir his vardı.

Ama bu hiç mantıklı değildi. Aaron neden Harold McGrath'i meyve suyu için öldürecekti? Biraz daha düşününce, birçok insan McGrath’in bağının kapatılmasından dolayı hayal kırıklığına uğramıştı ama onları bunun için suçlayacak halim yoktu.

Sonra daha kapsamlı düşünmeye başladım. Ya Aaron bir şekilde McGrath ailesi ve onların işleriyle bir şekilde bağlantıya sahiptiyse?

Belki de onların işlerinde bir hissesi vardı ve McGrath ailesi ona iflas ettiklerine dair haber vermemişti. Bu nedenle Aaron buraya parasının peşine düşmeye gelmişti.

Bunu biraz daha düşündükten sonra yalnızca başka bir anlam bulamadığım için kendimi ikna etmeye çalıştığımı fark ettim. Aaron Jachtel’i, ona karşı duyduğum katıksız tiksinti dışında Harold McGrath cinayetine doğrudan bağlayan hiçbir şey yoktu.

Evim Bon Resi’den uzakta otoyoldan aşağı doğru inen bir konumda olduğu için, Ashley ile kasabanın tam karşı yamacındaki dağa en yakın noktasında buluştuğumuzda Ashley tasarım kahverengi deri postallarının içinde titriyordu.

Ona kuşkuyla baktım.

“Hadi ama Ash, bana dağın yalnızca çeyreğine çıkamayacak kadar korktuğunu mu söylüyorsun?” diye iğneledim, sonra da okul zamanından kalma eski Nokia telefonumu cebimden alabilmek için eldivenlerimi çıkardım.

Ashley omzunun üstünden dağa doğru uzanan, uzun meşe ağaçlarıyla çevrili dar yola baktı.

“Asıl sen bana en ufak bir korkun olmadığını mı söylüyorsun? Cidden mi Syb? Bon Resi’de Kilarney katliamından beri cinayet işlenmedi...” derken Ashley'nin sesi gittikçe kısıldı.

İki elini de orman yeşili yeleğinin ceplerine soktu.

Bu düşünceyi anında zihnimden uzaklaştırdım.

Harold McGrath'i öldüren kişi her kimse, artık herkesin odak noktası haline gelmiş suç mahallinin etrafında dolaşmayacak kadar yüksek zekaya sahip biri olmasını umuyordum.

“Her şey yolunda. Hadi ama, bütün bu yolu senin korkup kaçman için yürümedim,” diye çıkışırken patikanın yokuşuna baktığım sırada merakım tavan yaptı.

Telefonumun şarjının, sinyal gücünün ve diğer her şeyinin çalıştığını kontrol ettim.

Yürüyüş esnasında güvende olacağımıza emin olsam da hazırlıklı olmak istediğimi inkâr edemezdim. Büyükannemin her zaman söylediği gibi, öncesinde önlem almak sonrasında pişman olmaktan iyiydi.

Ashley, şatafatlı cep telefonuma gözlerini kısarak bakarken pek etkilenmemiş gibi görünüyordu.

Ashley, “Cidden, içinde bulunduğumuz yüzyıla ait bir telefon almalısın,” dedi şakayla karışık.

Kırılmış gibi davranmaya çalışmama rağmen haklı olduğunu biliyordum. Ama hayatımın basit olmasından hoşlanıyordum, yeni teknoloji ise pek ‘tuşlarıma basmış’ sayılmazdı. Hah.

“Çalışıyor, önemli olan da bu,” dedim, ona hâlâ mesaj gönderip arama alabildiğini göstererek. Omuzlarını silkti.

Dağ yolundan geçip geçmememiz gerektiği konusunda bir başka hararetli tartışmadan sonra onu bunun tamamen güvenli olduğu konusunda sonunda ikna ettim.

Oldukça isteksiz görünüyordu, ama epey ikna edici olduğumu itiraf etmeliydim. Kesinlikle bir pazarlamacı olmalıydım.

Rutin konuşmalarımıza geri dönüp dedikoduların ve pop kültür hakkındaki konuşmalarımızın yanı sıra Colby hakkındaki eğlenceli hikayelerin tadını çıkarmaya devam ettik.

Bir süreliğine, Harold'ın ani ölümü hakkındaki tatsız düşünceleri zihnimden uzaklaştırarak daha çok zevk aldığım ufak şeylere odaklandım.

Temiz dağ havasını solumak ve biraz su içmek için kırk beş dakika yürüdükten sonra kısa bir mola verdik. Tam zihnimin rahatladığını hissedip esnemek için bir kayanın üzerine eğilirken kayanın üzerinde küçük bir kan izi fark ettim.

Kalbim durmak üzereyken kan izlerinin çizdiği yolu yavaşça takip ettim. Ne yazık ki, izler ormanın içinde kaybolduğu için hiçbir yere varamadım.

Ashley konuşmaya devam ederken, benim sohbete olan odağımı kaybettiğimi fark ettiğinde paniğe kapılmaya başladığını hissettim.

“Aman Tanrım, lütfen bana orada bir şey olduğunu söyleme,” dedi, kanı kendi gözleriyle görmek için yanıma gelirken.

Gözlerimi kandan ayırmadan tamamen doğruldum. Mideme kramp girmişti ama içimdeki dedektif zerre korkmuyordu.

Tam tersi olduğundan emin olsam da, “Bilemiyorum, Ash. Bu sadece bir hayvanın kanı da olabilir,” diye mırıldandım.

Ash’in ne yapacağını bilmez derecede korktuğunu fark ettiğimde, “Polisleri aramalı mıyız?” diye neredeyse yalvarıyordu.

Rahatlamasını sağlamak için elimi omzuna attım. Bu hali beni de geriyordu ve sadece beni sinirlendirmeye başlamıştık.

“Bunu daha önce görmediklerini nerden bilebiliriz?” dedim.

Bunu sırf Ashley'i rahatlatmak için söylemiyordum. Kanı çoktan keşfetmiş olmaları oldukça olasıydı.

Ayrıca, onlar herkese dağdan uzak durmalarını tavsiye ettikten sonra polisi arayıp dağda olduğumuzu söylemeye biraz korkmuştum.

Eğer ararsam Polis Clarrens’ın sağlam bir nutuk çekeceğinden emindim. Babamın vefatından sonra, çok yakın oldukları için benim için adeta bir baba figürü haline gelmişti.

Ashley'nin iPhone'unu almak için cebine uzanıp telefonunu hızlıca açtığını, sonrasında birkaç küfür savurduğunu görebiliyordum.

“Şaka mı bu? Servis dışı! Buraya hiçbir gelişimizde telefonumla ilgili bir böyle bir sorun olmadı. Bir kereliğine lanet olası şeye gerçekten ihtiyacım var!” diye bağırarak telefonunu hışımla yeleğinin cebine geri soktu.

Sağlam eski Nokia'mı çıkarmak için cebime uzandığımda bende de servis olmadığını gördüm. Bu garipti, çünkü Nokia’m antika olmasına rağmen her zaman en iyi sinyale sahip telefondu.

Aceleyle etrafıma bakındım. Görünürde Ashley ile benim dışımda kimse yoktu.

“Pekâlâ,” dedim, bir sonraki söyleyeceklerimi dikkatlice seçmek için duraksayarak. “Belki de etrafı kolaçan etmeliyiz?”

Ashley beni kolumdan yakalayıp henüz kılımı kıpırdatmamış olmama rağmen beni kendine çekti.

“Benimle dalga geçiyor olmalısın, Sybil! Bunun iyi bir fikir olduğunu nereden çıkardın?” diye çıkıştı.

Kolumu çekip bir adım uzaklaştıktan sonra buruşmuş kapüşonlumu düzelttim. Hızlıca düşünürken gözlerimi ona diktim.

“Ya birisi incindiyse? Ya bu iş bir an meselesiyse ve biz o kişinin son umuduysak?” diye varsayımda bulunurken kendi sırtımı kendimi tebrik edercesine sıvazlamak istedim.

Ashley ilk başta reddedercesine başını iki yana salladı ama etraflıca düşününce haklı olabileceğimi fark etti. Yenilmiş hissederek iç çekti.

“İyi, iyi! Ama oraya yalnız gitmene izin verecek halim yok!” diye ısrar etti.

Ben de, halihazırda bir yanım korktuğu için beni tek bırakmayacağını umuyordum. Damarlarımda akan adrenalini hissedebiliyordum.

İkimiz de zihinsel olarak buna hazırlanmak için kendimize biraz zaman tanıdıktan sonra esnediğim büyük kayanın etrafından dolandık. Kan izinin ilerlediği sarp ormanlık alana kadar devam ettik.

Hâlâ yalnız olduğumuzdan emin olmak için omzumun üzerinden hızlıca arkama baktım. Yalnız olduğumuzu teyit edince rahatladım. Yeterli ışık olmamasına rağmen patikayı takip ederek meşe ağaçlarının etrafından dolanmaya başladık.

Çok da yüksekte olmamamıza rağmen hava sisliydi.

Birdenbire, ormanın derinliklerinde bir hareketlenme duydum. Ashley ile anında durduğumuzda sakinleşmek için elini bana uzattı.

Bir sonraki hamlemden emin olamayarak sertçe yutkundum. Bir dakika boyunca öyle kaldığımızda başka bir ses daha işitmedik. İkimiz de duyduğumuz sesin bir kuşun ya da düşen meşe palamudunun sesi olabileceğini düşündük.

Ormanda yalnız olduğumuza dair kendimi ikna etmeye çalışsam da buna inanmakta zorlanıyordum. İzi takip ettiğimiz on dakikalık yürüyüşten sonra kan izlerinin gittikçe azaldığını ve aralarındaki mesafenin açıldığını fark ettim.

İçimdeki dedektif kan izini yanlış yoldan takip ettiğimizi ya da kanaması olan kişinin kanının pıhtılaşmaya başladığını söylüyordu. Ama sonra onu gördük.

Bu hayatımda gördüğüm en dehşet verici manzaraydı. Karşımızda iki meşe ağacının arasında küçük bir kayanın üzerine bırakılmış bir geyiğin başı vardı.

Ashley o kadar şiddetli bir çığlık bastı ki sağ kulağımın işitme duyusunu tamamen kaybettiğine yemin edebilirdim.

Tam o anda orada, karşımızdaki manzaranın sebebinin sadece geyiği öldüren bir hayvan olmadığını fark ettim, çünkü daha yakından incelediğimde geyiğin boynunun keskin bir aletle kusursuz bir şekilde kesildiğini gördüm.

Ayrıca bir ödül veya uyarı işareti gibi apaçık sergilenmişti.

Ashley ileri geri yürümeye devam ederken, “Aman Tanrım, aman Tanrım...” diye tekrarladı, o esnada onu durdurmak için ona doğru uzandım.

“Kes şunu Ash, bunu yaparak kendini daha çok korkutuyorsun,” dedim onu hafifçe sarsarak.

Ashley’i oradan hemen uzaklaştırmazsam, ortalığın daha da karışacağını bildiğim için doğrudan dağ yoluna geri döndük.

Ashley iki elini de saçlarının arasından geçirip muhtemel bütün kötü düşünceler zihnine üşüşürken öylece donup kaldı.

“Bir şey veya birisi o geyiği öldürdü. Onu bilerek katletti!” Ashley paniklediği için nefes alışverişi düzensizleşmişti.

Başımı sallayıp o korkunç görüntüyü zihnimden uzaklaştırmaya çalıştım.

Kendi kendime, “Ters giden bir şeyler var,” diye mırıldandım. Ama Ashley dediğimi kesinlikle duydu.

“Öyle mi dersin?”

Gözlerimi kısarak ona baktım. Bu oldukça travmatik bir olay olmasına rağmen, Ashley’nin yine de abartılı tepki verdiğini düşündüm.

“Bu kan izleri bir anlam ifade etmiyor. Başka bir şey geyiğe doğru sürüklenmiş gibi görünüyor. Kan suç mahalliyle uyuşmuyor,” dedim şaşkınlıkla.

Ashley iki elini omzuma yerleştirip beni kendime getirmek için silkeledi.

“Suç mahalli mi? Sen polis memuru değilsin Sybil! Bunu çözmek senin işin değil. Şimdi lütfen gidebilir miyiz?” diye yalvardı, dudağının kenarını kemirerek.

Kendi düşüncelerimde sıkışıp kaldığım için cevap vermem biraz zaman aldı.

Bu parçalanmış geyiğin Harold McGrath cinayetiyle ilişkili olması mümkün müydü?

Sonunda, Ashley'nin yalvarışlarına başımı salladım. Tüm yolu temelde koşarak döndük, Ashley elini sık sık korktuğu için bana doğru uzatıyordu.

Birinin onu izliyormuş gibi hissettiğine, hatta bizi takip ettiğine iyice ikna olarak paranoyak davranmaya başlamıştı. Ama düşündüğü gibi bir şey yoktu.

Sadece ikimizdik ve o anda kuyrukluklarını bacaklarının arasına kıstırmış iki korkmuş köpekten farksızdık.

Oldukça uzun bir yolculuğun sonunda başladığımız noktadaki ormanın girişine ulaştık. Yol boyunca yalpalayarak canhıraş halde koştuğumuz için ikimiz de nefes nefese kalmıştık.

Nihayet nefes alabildiğimizde telaşla karakola yol aldık. Kapılardan içeri girerken sekreter Alison Clive’ın neredeyse ödünü kopardık. Doğrudan resepsiyona koştuk.

“Vay canına, sorun nedir kızlar?” diye sordu endişeli bir ses tonuyla.

Zihnimdeki her şeyi hızla sıralamaya çalıştım ama çıkan tek ses aldığım kısa nefeslerdi. Nefesimi düzene sokmak için bir dakika duraksadım.

“Ormanda, dağ yolunda, kan vardı. Orada kan gördük. İzi takip edince On Üçüncü Cuma filmindeki gibi bir geyik kafasıyla karşılaştık,” dedim nefes nefese kalırken.

Alison çabucak Polis Jack Clarrens’ı arayınca polis hemen girişe geldi.

Polis elini teselli edercesine omzuma koyarak, “İyi misin, Sybil? Ne oldu?” diye sordu.

Nefesimi yavaşlatmak için elimi göğsüme koyarak başımı salladım.

“Orman yolundaydık ve kan bulduk.”

“İzi takip edince bir kayanın üzerinde kafası kopmuş bir geyik kafası gördük ve hiç tesadüfi görünmüyordu,” dedim daha net şekilde konuşmaya başlayarak.

Memur Clarrens omzunun üstünden şüpheyle Alison’a baktığında aralarında görünmez bir ifadeyi paylaştıklarını fark ettim.

Jack sesi her ne kadar şüpheli görünmese de, “Yeni olmuş olmalı, çünkü vaka için epey geniş bir alanda tarama yaptık ve etrafta böyle bir şey yoktu. Kaçak avcılar yapmış olabilir,” dedi.

Jack, Ashley’nin şoktan titrediğini fark etti. Polis ceketini çıkarıp Ashley’nin omuzlarına hafifçe bıraktı.

“Kaçak bir avcı neden böyle bir kanıt bıraksın ki?” Kızgın olduğumun farkında olsam da bağırdım çünkü en az Ashley kadar korkmuştum.

“Bilmiyorum, Sybil. Bunu bizzat görmem gerek. Tam yerini tarif edebilir misin?” diye sordu.

Ona parçalanmış geyiğin tam olarak nerede olduğunu tarif etmek için elimden geleni yaptım ve nerede olduğunu gösterip gösteremeyeceğimi sorduğunda onu reddetmek zorunda kaldım. İçinde bulunduğum durumu göz önünde bulundurunca bunu sorun etmedi.

Birkaç polisle yola koyulmadan önce beni kenara çekti.

Alçak bir tonda, “Vahşi bir cinayetten yalnızca birkaç saat sonra dağa çıkmanın senin için ne kadar tehlikeli olduğunu söylememe gerek yok sanırım,” dedi, ben de gönülsüzce başımı salladım.

Sonra kafama dank etti.

“Yani, bu bir cinayet miydi?” diye cevap verdim.

Artık kendi özel dedektif vakamda üzerinde çalışmam gereken bir şey vardı.

Jack omzuma hafifçe vurarak bana aslında hiç de etkilenmemiş bir bakış attı. “Eve git, Sybil.”

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok