Hazel Porter, kitapçılık kariyerinden ve rahat dairesinden son derece memnundu. Ama korkutucu bir karşılaşma onu Seth King'in kollarına attığında, hayatta daha fazlasının olduğunu fark etti. ÇOK daha fazlasının! Hızla varlığını bilmediği doğaüstü varlıkların dünyasına itildi. Seth o dünyanın tam merkezindeydi: onu sevmekten ve korumaktan başka bir şey istemeyen vahşi, güçlü, muhteşem bir alfa. Ama Hazel, yalnızca sıradan bir insandı. Bu, gerçekten mümkün müydü?
Yaş Sınırlaması: 18+
HAZEL
Havada bir soğukluk vardı ve gitgide yaklaşan kışın kokusu, keskin ve dumanlıydı.
Atkımı boynuma daha sıkı bir şekilde sardım, soğuktan elimden geldiğince korunmaya çalıştım.
Etrafımda grileşen ışıklar ve ağaçlardan düşen son yapraklar, sonbaharın sonunun geldiğinin işaretiydiler.
Çalıştığım kitapçıdan eve gidiyordum, daireme yirmi dakikalık yürüme mesafesindeydim.
Yoğun bir gün olmuştu. Kasım ayı başlarındaydı ve insanlar Noel hediyeleri almak için çoktan gelmeye başlamıştı. Koşuşturma, insanların söz konusu hediyeleri değiştirmeye geldiği Ocak ayına kadar sürecekti.
Köşeyi döndüm ve yaşadığım sokağa doğru adımımı attım. Binama kısa bir mesafe yürüdüm ve soğuktan çıktığım için rahat bir nefes aldım.
Her katta kendi dairesi olan beş katlı bir binada yaşıyordum. Merdivenlerin ilk katını çıktıktan sonra kapıma ulaştım.
Anahtarı çevirip içeri girmeden önce adımın -Hazel Porter- şeklinde el yazımla yazılı olduğu küçük levhayı düzelttim. İçeri adımımı attığımda girişte beni, tanıdık gelen vanilya kokusu karşıladı.
Dairem bir oturma odası, küçük bir mutfak, yatak odası ve bir banyodan oluşuyordu. Fazla bir şey değildi evet ama benimdi ve de evimdi.
Burayı bir yıldan biraz fazla bir süre önce satın almıştım. 18 yaşından beri para biriktiriyordum ve kitapçıda çalışmaya başlamıştım.
10 yıl geçti ve hala orada çalışıyorum, başka bir iş bulamadığım için değil, orada çalışmayı gerçekten de çok sevdiğim için.
Ailem, üniversiteye gitmemi istemişti ama daha fazla okul düşüncesi liseli olan ben için anlaşılamaz bir fikirdi.
Ayrıca, ne okuyacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu, bu yüzden böylesi daha iyiydi. Umursamadığım bir bölüm için paramı sokağa atmamıştım.
Sonunda ailem gelmişlerdi ve birbirimizi o kadar sık görmesek de aramız iyiydi ve şehre her geldiklerinde onları görmekten memnundum.
İki yıl önce daha sıcak iklim için güneye taşınmışlardı.
Anahtarlarımı küçük koridordaki kapının yanındaki portmantoya bıraktım, ceketimi çıkardım ve duvardaki kancaya asmadan önce atkımı gevşettim.
Botlarımı çıkardım ve aşağıdaki ayakkabı rafına düzgünce yerleştirdim.
Mutfağa doğru yürüdüm, giderken ışıkları açtım. Açlıktan ölüyordum ve yiyecek için buzdolabını ve dolapları karıştırdım.
Basit bir omlet yapmaya karar verdim, zahmetli bir şey yapmaya üşendim. Buzdolabı biraz boş görünüyordu ve o hafta sonra market alışverişine gitmeyi aklımdan çıkardım.
Elimde tam bir tabakla oturma odasına geri döndüm.
Tüm mobilyalarımı özenle seçmiştim, rahatlayabileceğim ve kendimi evimde hissedebileceğim sakinleştirici, rahatlatıcı bir alan yaratmak istiyordum.
Burada bir renk sıçraması ile nötr tonlar ve odanın her yerinde İskandinav tarzı dekorasyon hakimdi.
Üç kişilik gri koltuğa oturdum, akşam yemeği için insanların -çoğunlukla ailemin- geldiği nadir durumlarda kullandığım dört kişilik mutfak masası yerine burada oturmayı tercih ettim.
Battaniyelerimden, beyaz tüylü olanını aldım ve bağdaş kurup bacaklarımın üzerine örttüm. Televizyonu açtım ve heyecanla omletime yumuldum. İnanılmaz açtım ve omletin de cennet gibi tadı vardı.
“Pinewood Vadisi'nde başka bir hayvan saldırısı daha rapor edildi.’’
Erkek spiker, “Söz konusu hayvan hala tanımlanmadı ve şehir sakinlerine, hayvan tespit edilip yakalanana kadar yürüyüş yaparlarken dikkatli olmaları tavsiye ediliyor,” dedi.
Bu, bu ayın üçüncü vakasıydı, not ettim. Pinewood Vadisi, adından da anlaşılacağı gibi, çoğunlukla çam ağaçlarından oluşan üç tarafı ormanlarla çevrili bir kasabaydı ve birçok sakini, hevesli yürüyüşçülerdi.
Hayvan saldırıları her zaman bir riskti, ancak bunlar çok nadir ve genellikle de ormanın derinliklerinde, gerçek kasabadan uzakta bir yerlerde gerçekleşmişti.
Artık farklıydı. Son birkaç ay içinde, saldırıların sıklığı artmış ve kasabaya daha da yaklaşmıştı. İnsanlar endişeliydi ve öyle de olmalıydılar.
Omletimin son lokmasını ağzıma tıkarken ne olabileceğini merak ettim.
Belki bir ayı ya da kurttu? Tek bildiğim, pençeleri olduğuydu. Kurbanların hepsi derin kesikler ve pençe izleri sonucu, kan kaybından kaynaklı nihai ölümle sonuçlanmıştı.
Yürüyüşün, hiç bana göre bir şey olmamasından memnundum.
Haberin geri kalanı pek ilgimi çekmedi, bu yüzden sitcom'un yayınlandığı başka bir kanala geçtim ve kendimi yatmaya hazır hissettiğimde, uykuya hazırlanmak için banyoya doğru ilerledim ve ışığı kapattım.
Kendimi yatağa attıktan sonra yastıklara gömüldüm ve çok geçmeden huzurlu bir uykuya daldım.
Ertesi sabah işte başka bir normal güne hazır bir şekilde uyandım. Kalktım, tost yaptım, dişlerimi fırçaladım, giyindim ve kestane rengi buklelerimi sırtımdan aşağıya bırakacak şekilde ördüm.
Aynada kendime bir kez daha baktım, babamın kadın versiyonu gibi olan bir kadın, kızılımsı saçları, mavi gözleri ve hafif kalkık burnuyla bana baktı.
Her zaman ona benzemişimdir - insanlar yıllardır bana bunu söylüyorlardı - ama yaşlandıkça aramızdaki benzerlik artmış gibiydi.
Annemden aldığım tek şey biraz daha dolgun dudaklar ve minyon bir yapıydı. Kısa olmak, yıllardır benim hayal kırıklığımdı. Hep daha uzun olmayı dilerdim.
Paltomu ve atkımı aldım ve soğuk sonbahar havasına meydan okumak için kendimi hazırladım.
Kitapçıda bolca vaktim vardı. İş arkadaşlarımdan ve aynı zamanda en iyi arkadaşlarımdan biri olan Crystal ile dinlenme odasında kendime sıcak çikolata yaparak bu boşluktan faydalandım.
Karamel tenli ve teninden biraz daha koyu tonda bukleleri olan, kıvrımlı genç bir kadın.
İyimser hissettim ve iyi bir gün olacağından oldukça emindim.
***
İş günümün sonunda yorgun ama mutluydum. İşimden gerçekten keyif almıştım.
Eve doğru yürüyüşüme koyuldum ve bir köşeyi dönüp kendimi kapüşonlu bir figürle yüz yüze bulana kadar her şey yolunda gidiyordu.
Yanından geçmek için bir adım attım ama o kolunu uzatarak beni durdurdu. İrkilerek geldiğim yoldan geri dönmek için arkamı döndüm ama artık o, yalnız değildi.
Yılın bu zamanında günler kısaydı ve hava kararmıştı.
Etrafta anladığım kadarıyla kimse yoktu. İnsanlar havanın sıcak olduğu yerlerde kalmayı tercih etmişti.
İçimde bir panik oluştuğunu hissederken kalbim göğsümde atıyordu.
He iki adam da iri yarı ve kaslıydı ve her ikisi de kapşonlu paltolar giymişlerdi bu yüzden yüzleri gölgede kalıyordu.
Kaçmamam için yeterince yakın durduklarından emin olarak beni bir sokağa doğru ittiler.
İçlerinden biri daha yakınıma doğru eğildi, beni kokladığına yemin edebilirdim. Ürperdim ve düşüncelerim, kafamın içinde koşuşturmaya başladı, bundan sonra olabilecek muhtemel her bir senaryoyu aklımda canlandırmaya başladım. Yardım için çığlık atmak istedim ama sesim çıkmıyordu. Adeta çığlığım, boğazımda bir yere saplandı.
“Güzel güzel. Yalnız mıyız?” Adamlardan biri sert bir sesle sordu, parmakları çenemi kavradı ve bakışlarımı onunkilere zorla kilitledi. Karanlıkta hiçbir şey göremiyordum ama hissedebiliyordum.
Diğeri kollarımı tutup beni duvara doğru iterken tehditkar bir şekilde kıkırdadı.
Gözlerimi kapadım, bana yapabilecekleri her şeye kendimi hazırladım çünkü onlara karşı bir şansım olmadığını biliyordum. Kalbim göğsümden fırlamak üzereydi.
Birden bir hırlama sesi duyuldu ve beni duvara sabitleyen kollar üzerimden çekildi.
Diğer ikisinden de inanılmaz derecede büyük olan üçüncü bir adam, şimdi önümde duruyordu, yüzü benim tersime dönüktü. Kot pantolon ve tişörtten başka bir şey giymiyordu.
Durumdan sersemlemişken, tek düşünebildiğim şey titreyişimin soğuktan olmadığıydı. Buna odaklanmak inanılmaz derecede aptalca bir şeydi ama sanırım şoktaydım.
“Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?” diye sordu kurtarıcım, bakışları altında kıvranan iki adama doğru.
Sesi kabaydı, içindeki öfke neredeyse somut bir şekilde elle tutulabilirdi.
Cevap vermediler.
“Burada yerin yok. Burası bizim bölgemiz.” Sözleri kafamı karıştırdı, ama onlara daha fazla dikkat edemeyecek kadar da rahatlamıştım.
“Gidin,” diye hırladı.
İki kapüşonlu adam, aceleyle uzaklaştılar. Koşmaya başladıklarında, karanlık şekilleri gölgeler içerisinde dalgalanarak kayboldu.
Kurtarıcım önümde durdu, duruşu sertti, hafifçe çömeldi. Kolları, yavrularını koruyan bir kuşun kanatları gibi iki yanında açılmıştı.
Diğer iki adamın kaçışlarından sonra birkaç dakika boyunca kıpırdamadı. Sonra, biraz daha rahatlamış gibi göründü ve yavaşça bana doğru döndü.
Onu burada, karanlık sokakta pek iyi göremiyordum. İri vücudu, arkasındaki sokaktan gelen zayıf ışığın çoğunu engelliyordu.
“İyi misin?” Sesi hâlâ kaba geliyordu ama endişeli tonu, onu biraz yumuşattı.
“Sanırım” diye nefes aldım.
“Yakınlarda mı oturuyorsun?” diye sordu.
Kafam karışmıştı ve vücudumun hala yarı şokta olduğundan oldukça emindim, bu yüzden ne dediğini anlamam ve kendi cümlelerimi yeniden oluşturabilmem biraz zaman aldı.
“Buradan beş dakikalık yürüme mesafesinde,” sonunda dışarı çıkabildim.
“Ben seninle gelirim. O piçlerin hâlâ ortalıkta dolanmadığından emin olmak için.”
“Tamam” dedim.
Tekrar kaldırıma çıktım. Kurtarıcımın beni takip ettiğini görmedim, hala sokakta olup olmadığını görmek için döndüğüm sırada göğsüne çarptım.
O kadar sessiz yürüyordu ki ayakkabıları hiç ses çıkarmıyordu, beni takip ettiğini fark etmemiştim.
“Özür dilerim,” diye mırıldandım, minik utancımı saklamaya çalışarak.
“Endişeye gerek yok.”
Darbeden düşmemi önlemek için üst kollarımda hafif bir tutuşu vardı.
Yukarıya, ona doğru baktım. Üzerime doğru yöneldi, ama burada sokak lambalarının altında yüzünü görebiliyordum ve neredeyse nefesim kesilecek gibiydi.
Yüzünde, alnından başlayan ve sol gözünün üzerine doğru ilerleyerek boğazının dibine kadar inen ve pençe izini andıran yara izleri vardı.
Yakışıklı bir yüzü vardı, ama yara izleri o kadar dikkat dağıtıcıydı ki, ilk bakışta başka bir şey fark etmek zordu.
İri cüssesi ve koyu teniyle birleştiğinde, onu tam anlamıyla tehlikeli gösteriyordu.
Yüzünü çevreleyen koyu renkli bukleler vardı, yeşil gözleri neredeyse şaşırtıcı derecede parlaktı. Bakışlarını kaçırmadan önce kısa bir süre gözlerime baktı.
Gözlerimi yüzünden çektim, döndüm ve tekrar daireme doğru yürümeye başladım. Arkamda yürürken belli belirsiz bir adım sesi geldi, onun boyunda bir adam için fazla sessizdi.
Kurtarıcım, ben teşekkür ederim diyerek mırıldanırken binama kadar beni takip etti ve ayrılmadan önce kapının arkamdan güvenli bir şekilde kapanmasını bekledi.
Kendi daireme girdikten sonra, kapıya sırtımı yasladım ve dizlerim sonunda pes etti. Hıçkırıklar, vücudumu sararken yere yığıldım, bu gece başıma gelenler nihayet dank etmişti.
Olabilecek şeyleri düşünmek bile midemi bulandırıyordu. Bir süre sonra ağlamam durdu ve titreyerek ayağa kalktım. Bir bardak su içmek için mutfağa gittim.
Tüm bu ağlama krizim, beni susuz bırakmıştı. Pijamalarımı giyip bitkin bir halde yatağa gitmekten başka bir şey yapabilecek ne iştahım ne de enerjim vardı, yatak odama doğru gittim.
Uykuya dalmam çok uzun sürmedi ama bütün gece kabuslar yüzünden sürekli uyuyup uyandım.
Sonunda sabah olduğunda, iş yerini hastalık izni almak için aradım, nadiren yaptığım bir şeydi.
Bir önceki gecenin anılarını silme ihtiyacının dürtüsüyle, duş almak için kalkmadan önce uzunca bir süre yatakta kaldım.
Öğle yemeğinde, ıslak saçlarımı bir havluyla sarmış, koltuklarımdan birine kıvrılmış oturuyordum. Annemi aradım, onunla ne olduğu hakkında konuşmaya ihtiyacım vardı, teselliye ihtiyacım vardı.
Üçüncü çalışında telefonu açtı - ki bu onun için hızlıydı - ve dün geceki kadar öfkeli olmasa da, yanaklarımdan akan taze gözyaşları yuvarlanırken ona, olan biten her şeyi anlatmaya devam ettim.
Son 24 saat içinde, son altı ayda ağladığımdan daha fazla ağlamıştım.
Öğleden sonra nihayet bir şeyler yiyebildim ve bilindik bir film giyip kanepeye sokulurken, kendimi daha rahat hissettim.
***
Ertesi gün yine işimin başındaydım. Hala biraz sarsılmış durumdaydım ama normale dönmeye de kararlıydım. Bu olayın beni etkilemesine izin veremezdim.
Ama eve giderken sinirlerim resmen beni ele geçirdi. Olayın yaşandığı köşeye varmadan, o yan sokağı hızlıca geçtim. Güvenli bir şekilde varana kadar karşı tarafta yürüdüm.
Sanki biri, sokak lambaları arasındaki gölgelerden beni gizlice izliyormuş gibi hissettim ve mümkün olduğunca çabuk eve varmak isteyerek hızımı arttırdım.