Sevgili Günlük - Kitap kapağı

Sevgili Günlük

Üçüncü Bölüm: Macera Dolu Bir İlk Gün

CELESTE

Beni ailemle Layla’nın tanıdığı gibi tanısaydınız tuhaf ve komik bir insan olduğumu düşünürdünüz. En azından bana öyle söylüyorlardı ama bana bakarak bunu asla anlayamazdınız.

Cansız koyu kahverengi saçlarım, siyah gözlüklerim ve sade iş kıyafetlerim... Los Angeles’ın ortamına uymadığımı zaten biliyordum.

Elbette eğlenmeyi, şapşallık etmeyi, bütün gece pizza, patlamış mısır yemeyi, romantik komediler izlemeyi severdim ama işimi ciddiye alırdım.

Ah, keşke Adam Sandler bekâr olsaydı! Sanırım hayalimdeki erkek oydu. Yumurta şeklindeki kafası vesaire…

Erkekler konusunda yüksek standartlarım yoktu.

Yani, gerçekçi olalım, bir erkeğin beni fark etmesi bile bir mucizeyken seçici olamazdım.

O yüzden daha çok karaktere bakıyordum.

Zeki mi? Beni güldürüyor mu? Bana güzel davranıyor mu? İyi bir kariyeri var mı? ~

Evet, yüksek standartlarımın olmadığını söyledim ama standartlarım yok demedim.

Bir serseriye ya da barda tanıştığım yakışıklı bir adama âşık olacak değildim. Barda tanıştığınız erkeklerin felaketle sonuçlandığını duymuştum.

Uçaktan inip Los Angeles’taki yeni evime doğru sürerken bölge hakkında hiçbir şey bilmediğimi fark etmiştim. Evim önemli yerlerin yakınındaydı, Los Angeles havaalanı, Blanchards firmasının bulunduğu Inglewood ve sonra Ladera Heights…

Burası Inglewood’un hemen dışında son dakikada uygun fiyatlı bir daire bulabildiğim tek yerdi.

Toplu taşıma araçlarını kullanmayı düşünmüyordum. İşe arabayla gidip gelmeyi planlıyordum.

Neden mi? New York’ta metroyu kullanırken birçok kez garip ve rahatsız edici deneyimlerim olmuştu...

Bir kez karşımda oturan birisi ayak tırnaklarını kesmişti, ciddiyim. Bir gece de Danny’den çıkıp eve ancak gece geç saatlerde dönebilmiştim. Zil zurna sarhoş birkaç adam sanki metroda bekârlığı veda partisi veriyordu.

Damadın yanında şişme bir bebek vardı. Onunla ne yaptığını tahmin etmişsinizdir.

Partisindeki diğer iki adamsa hemen onun arkasındaki sıralarda oral seks yapıyordu. Adamlardan biri bir fahişeye, diğeri de bir pezevenge sakso çektiriyordu.

Evet, böyle şeyleri görmezden gelemezdiniz.

Dediğim gibi, bundan sonra kesinlikle araba kullanacaktım.

Şu anda Kaliforniya sınırlarında olmalıydım. Dışarıdaki güzel havadan, esintide dalgalanan palmiye ağaçlarından ve rengârenk dekore edilmiş binalardan bunu kesinlikle anlayabiliyordunuz. Şehirden âdeta huzur akıyordu.

Şirkete varır varmaz arabamı otoparka park edip asansöre bindim. Asansörden indiğimde ofisin modern havasına hayran kalmıştım.

Mükemmel bir şekilde aydınlatılmış modern ofis kabinleri ve tamamen cam olan toplantı odaları göz alıyordu. Hemen girişte, üzerinde binbir türlü atıştırmalıkların ve çöreklerin olduğu, ne içmek isterseniz onu bulabileceğiniz devasa bir stant vardı.

Resepsiyon görevlisi beni hoş bir şekilde karşıladıktan sonra şirketin CEO’su John White beni selamlamak için odasından çıktı.

Benimle sert bir şekilde tokalaştıktan sonra bana şirketi gezdirmeye başladı. Aynı anda da bana şirket ve şirket işleyişi hakkında bilgi veriyordu.

Ardından John beni toplantı odalarından birine götürdü ve beni tasarım ekibiyle, yani birlikte çalışacağım iş arkadaşlarımla tanıştırdı.

Travis Web ve Tiffany Jefferson. İkisi de cana yakın insanlara benziyordu.

Travis Kaliforniya’nın yerlisi gibi görünüyordu, buralarda çokça gördüğünüz sörfçü tiplerdendi.

Acayip yakışıklıydı. Doğal sarı saçları vardı. Saçlarının tepesini jöleyle hafif dikleştirmişti. Bronz bir teni ve kaslı bir vücudu vardı. Bana sorarsanız muhtemelen çok fazla sörf yapmaktan ya da spor salonuna gitmekten deli gibi kas yapmıştı.

Tiffany de buralı olabilirmiş gibi görünüyordu. Alev kırmızısı saçları vardı. Saçının boya olduğu anlaşılıyordu ama bu saç rengi ona gerçekten yakışıyordu.

Benim gibi birine benziyordu, cesur ve tuhaf biri. Yine de bunu gizlemeye çalışmıyordu.

Kızıl saçları kesinlikle yeterince dikkat çekiyordu ama bu yetmez dermiş gibi dudaklarına parlak pembe bir ruj sürmüştü. Sarı bir ceketin altına da açık mavi bir tulum giymişti. Camgöbeği rengindeki ojelerini de es geçemeyeceğim.

Bu yönünü anında kıskanmıştım. Cüretkâr görünüşü kesinlikle kişiliğini ve etrafa yaydığı özgüveni ortaya koyuyordu. Bense renkli bir gözlük almaktan korkar, gider eninde sonunda sıkıcı siyahı seçerdim.

Ekiple tanıştıktan sonra John bana ofisimi gösterdi.

Tamamen bana ait bir ofis. Penceresi bile vardı. Buna inanamıyordum.

Gerçekten buradaydım. Gerçekten önemli bir pozisyondaydım.

Travis ve Tiffany benim için çalışıyordu, yani onların patronu sayılırdım. Bugün daha iyi olamazdı.

Ofisime yerleştirip mevcut projelerle ilgili bir yığın belgeyi inceledikten sonra öğle yemeği molasına çıktım.

Ofiste personel için tam teşekküllü bir kafe olduğunu görünce şoke olmuştum. Dışarıya çıkmama ya da kendi öğle yemeğimi getirmeme gerek yoktu.

Tiffany yanıma gelip, “Hey, ilk günün nasıl gidiyor?” diye sorarken masaya oturdu.

Vay canına. Biri yanıma oturdu. Bu bir ilk. ~

“Harika. Tamamlayıp yetiştirmem gereken çok iş var ama sanırım burayı sevdim,” dedim yüzümde mutlu bir gülümsemeyle. Gerçekten de mutluydum.

“Bu arada saçına bayıldım. Ojelerinin rengini de.”

“Ah. Teşekkürler. Tırnaklarımı şehir merkezindeki Chayil Maison Nail Salon’da yaptırdım. Bir ara birlikte maniküre gideriz.”

GERÇEKTEN. İnanamıyorum. ~

“Bu harika olur. Bölgeyi pek iyi bilmiyorum,” diye itiraf ettim.

“Sana etrafı gösterebilirim. Bu akşam müsaitsen şehir merkezinde bir şeyler yiyip içebiliriz?”

Gerçekten çok hoş biri. ~

“Kulağa harika geliyor. Çok isterim,” dedim gülümseyerek. Heyecandan ölebilirdim. Kendimi zor tutuyordum.

“Harika. İşten sonra merkezde buluşuruz o zaman.”

“Hmm. Küçük bir sorunum var. Arabam eski olduğu için GPS’im falan yok.”

Harika, şimdi benim zavallı bir ezik olduğumu düşünecek. Davetini geri çekerse şaşırmam. ~

Telefonum bile o kadar eskiydi ki şarjı tutmuyordu. Ne zaman Waze’i (GPS uygulaması) kullanmaya çalışsam pat diye şarjı bitiyordu. Günümüz dünyasında üniversite borcu, ücretsiz stajlar derken elinizde kalan buydu işte.

“Ah, hiç sorun değil. Arabanla beni takip edersin. Ama önce eve gidip köpeğimi beslemem gerekiyor. Senin için de sakıncası yoksa önce evime geçeriz, oradan da şehir merkezine.”

“Tamam. Olur. Çok teşekkür ederim.”

“Ne demek, rica ederim. Ne zamandır benim bu tuhaflıklarımı yadırgamayacak bir kız arkadaş bekliyordum. Bence çok iyi arkadaş olacağız.”

İnanmıyorum. Bence de. ~

Yemeğimizi yedikten sonra hızla ofisime geçip işe gömüldüm. Zaman çok hızlı geçmiş, gün bitmişti.

Mesai bittiğinde Tiffany ofisime geldi ve birlikte işten çıktık.

Arabamı çalıştırdığımda Tiffany yanıma yanaştı.

Camını indirip, “Beni takip et, tamam mı?” diye bağırdıktan sonra otoparktan çıktı.

Tanrım. Kızıl saçlarına bakmadan duramıyorum. Saçımı boyatacak götüm olsaydım hangi rengi seçerdim acaba?

Tiffany, Marina Del Rey’de oturduğunu söylemişti. Ofise arabayla yaklaşık on beş dakikaydı. Şehir merkezineyse trafiğe bağlı olarak yaklaşık otuz ila kırk dakika uzaklıktaydı.

I-405 N yoluna çıktık. CA-90’dan Lincoln Bulvarına sapmak için sinyal verdiğinde onu yaklaşık iki kilometre kadar takip etmiştim.

Şerit daralmaya başlarken sinyalimi verdim ama aptal gri bir Mustang arkadan gaza basmış geliyordu. Makas atarak son sürat önüme geçti.

Frene basıp kornaya asıldım. Yolda öfkelenecek, birilerine laf atıp küfür edecek biri değildim ama bu kadarı da pes! İnsanı zorluyorlardı.

“Şaka mısın?” diye bağırdım kendi kendime.

Adam neredeyse beni öldürecekti. Ciddi bir kaza geçirebilirdim. ~

İki dakika kadar sonra kalp atışlarım nihayet düzeldi. Gri Mustang manyak gibi direksiyonu kırıp diğer şeride geçtikten sonra tekrar hızlandı.

“Sana da adios (elveda),” dedim içimden adama söverken.

Önümdeki arabalara bakarken aklıma birden bir şey geldi.

“Kahretsin.”

Tiffany’nin arabası neye benziyordu?

Hangi renkte, hangi model arabayı takip ediyordum?

Aferin sana Celeste. Kendini kızın alev kırmızısı saçlarına öyle kaptırdın ki arabasını hatırlamıyorsun.~

Beynimi zorlayıp hatırlamaya çalışırken yüzümü buruşturuyordum.

Sanırım... Siyah bir Audi kullanıyordu... Yoksa koyu mavi bir Mercedes miydi?

Tanıdık bir şey görebilme umuduyla önümdeki arabaları incelemeye başladım.

İşte. İleride, hemen sol şeritte siyah bir Audi vardı.

Bu o olmalı.

Sinyalimi verdikten sonra Audi’nin arkasına geçtim.

Evet, bu o olmalı.

Dördüncü caddeye dönmeden önce Lincoln Bulvarı’nda yaklaşık sekiz kilometre ilerledik. Tekrar Neilson tarafına dönmeden önce o yolda da sekiz kilometre kadar gittik.

Kendi kendime düşünmeye başladım…

On beş dakikadan daha uzun sürdü sanki... ~

Birkaç kilometre daha gidip birkaç dönüşten sonra Audi yavaşlamaya başladı ve hemen okyanus kenarında bir yola saptı.

Tiffany’nin manzarası karşısında büyülenmiştim.

Arabayı takip ederek yolda sürmeye devam ettim. Arabası kısa bir süre bir evin güvenlik kapısında durdu. Bu sefer de kapının arkasındaki eve bakarken ağzım kalmıştı.

“Vay be.”

Bu, resmen film yıldızlarının yaşadığı Kaliforniya evlerindendi. Ev aşırı moderndi. Pencerelerinde siyah film kaplama vardı. Etrafı modern demir korkuluklarla çevriliydi. Kocaman havalı terası da okyanusa bakıyordu.

Bir süre aval aval eve baktıktan sonra Audi’nin arkasındaki araba yoluna doğru sürdüm.

Ancak kapı yüzüme kapanırken orada öylece kalakalmıştım.

Bekle, ne? ~

Bir hata olmalı.

Kapının dışındaki megafona yaklaşarak zili çaldım.

“Buyurun?”

“Merhaba. Tiffany’yle birlikteyim,” diye bağırdım megafona.

“Kiminle?”

“Tiffany. Tiffany Jefferson.”

Karşı tarafta bir an sessizlik oldu. Sonra tekrar konuştum.

“Ben Tiffany’nin iş arkadaşıyım... Bana onu eve kadar takip etmemi söyledi...”

“Üzgünüm, bu evde Tiffany diye biri yok. Adınız ne demiştiniz?”

“Ben Celeste. Celeste Miller. Bir yanlışlık olmalı. Bana onu evine kadar takip etmemi söyledi... Yirmi dakikadır bu Audi’yi takip ediyorum.”

Hoparlörden konuşan adam cevap vermedi. Ardından boğuk sesler duydum. Karşı tarafta başka biriyle konuşuyordu.

“Evet, doğru. Adının Celeste Miller olduğunu söylüyor... Emin misiniz?”

Ne olduğunu anlamadan kapının açılma sesini duydum. Sonrasında adam hoparlörden, “Geçebilirsiniz,” dedi.

“Teşekkür ederim,” diye bağırdım.

Bu ne be! Neler oluyor? Tiffany önemli biriyle mi evli? Mega zengin ailesiyle falan mı yaşıyor? ~

Tiffany’nin neden yüksek teknolojili bir süper güvenlik sisteminin arkasında yaşadığını merak ederken aklımdan bir sürü düşünce geçiyordu. Sanki Beyaz Saray’a giriyor gibiydim.

Siyah Audi’nin arkasına yanaşıp arabadan indiğimde sürücü tarafındaki kapı açıldı.

Arabadan inen kişi dışarıya adımını atarken ilk fark ettiğim şey siyah bir ayakkabı olmuştu. Yeni cilalanmış gibi görünüyordu.

Gözlerim yukarı doğru hareket ettiğinde siyah takım elbiseli, kulağında kulaklık olan bir adamla karşılaştım.

CIA’e benziyor. Kahretsin. Bu kesinlikle Tiffany değil. ~

Aniden içimi bir panik kapladı. Neredeydim ben? Kimi takip etmiştim?

Hem beni neden içeriye aldılar? Bu adam gerçekten CIA’den mi?

Adam arka koltuğun kapısını açarken gözlerim onu takip ediyordu.

Havalı bir çift Nike spor ayakkabının kaldırıma vurduğunu gördüm. Ardından kot giyen uzun bir bacak geldi. Adam arabadan inerken belini büküp kafasını eğdi.

Gözlerim üst düğmeleri açık kot gömleği takip ediyordu. Gömleğin altında oldukça yapılı, erkeksi bir göğüs vardı.

Kolu, kısa bir an için yüzünü gizleyen saçlarını geriye doğru taramak için yukarı kalktı.

Ama o kolu var ya…

Lanet olsun. Onu görseniz, pazılarının büyüklüğünden Hulk gibi gömleğinin kolu yırtılacak sanırdınız.

Burası sıcak mı oldu ne? ~

Gözlerim yukarı doğru kaymaya devam ediyordu. Kolunu hareket ettirdiğinde yüzü ortaya çıktı.

Ha siktir. ~

O tanıdık belirgin çene hattı. Delici koyu kahverengi gözler. Geriye savrulmuş siyah saçlar…

Lise birinci sınıftan beri baktığım dudaklar… Bunlar ukala bir şekilde sırıtırken kızları heyecanlandıran o dudaklardı.

Şu anda bana tıpkı lisede baktığı gibi bakıyordu.

Aman Allah’ım.

Jace Makenzie.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok