
Yıldızlararası Esaret: Uyanış
Yedi masum insan, evlerinden ansızın kaçırılır. Bilinmeze doğru hızla yol alan bir uzay gemisinde hapsolmuş olan bu yedi kişi, dünyaya geri dönebilmek için birlikte mücadele etmek zorundadır. Ancak onları esir alan uzaylılar, onları eş olarak sahiplenmeye kararlıdır.
Bu yedi kişi başarıya ulaşacak mı, yoksa yıldızlar arasında bir ömre mahkûm mu olacaklar?
Chloe & Tor
Ağaçların arasından hızla koşarken Chloe’nin yüzüne yapraklar çarpıyordu. Çıplak ayakları yumuşak toprağa vuruyordu.
Ciğerleri yanıyordu ama korku ve panik hissettiği acıyı katlanılır kılıyordu. Hızlı koşan biri değildi ama en azından açık araziyi sağ salim geçmişti. Açık alanda onu kolayca yakalayıp ona kötü şeyler yapabilirlerdi.
İneklerin korkuyla böğürdüğünü, toynaklarının yere sertçe vurduğunu duyabiliyordu. Onlar da korkuyla kaçmaya çalışıyordu. Chloe hepsinin iyi olmasını umuyordu.
Çok sayıda film izlemiş, çok sayıda kitap okumuştu. Bu tür durumlarda hayvanlara ve insanlara ne olduğunu biliyordu.
Boğuk bir hıçkırıkla koşmaya devam etti. Ayakları soğuk topraktan dolayı acımaya başlamıştı.
Gece yarısıydı ve hava çok soğuktu. Cildi donmuştu ama kanı hızlı akıyordu, bu yüzden soğuğu pek hissetmiyordu.
Bir şey saçını çekiştirince çığlık attı ama bunun kuru bir dal olduğunu fark ettiğinde pişmanlıkla durdu ve saçını daldan kurtarmaya çalıştı.
Sessiz olmalıydı. Gürültü yaparsa onu bulurlardı!
Kendini kontrol etmeye çalışırken boğazında düğümlenen hıçkırıklarla savaştı. Ailesinden ne istiyor olabilirlerdi ki? Kendi hallerinde çiftçilikle uğraşıyorlardı. Sıradan insanlardı!
Kardeşiyle babası geride kalmıştı. Bu şeyler her neyse, Chloe’yi ve evlerini onlardan korumaya çalışıyorlardı…
Babası silahını hazırlarken, “Koş!” demişti ona. “Ağaçlara doğru koş. Karanlıkta kal. Seni görmesinler.”
Arka kapıdan fırlarken üzerine bir kazak giymeye veya ayaklarına ayakkabı geçirmeye fırsatı bile olmamıştı. Yukarıdan gelen o korkunç ışık geceyi gündüze çeviriyordu.
Beşinci silah sesiyle kendine geldi. Hareket etmeliydi ama soğuktan donan parmakları titriyordu. Sonunda dala dolanan saçını çözmeye çalışmaktan vazgeçti. Başını öyle sert çekti ki birkaç tel saç derisinden koparak ayrıldı.
Dizlerinin bağı çözüldü, yere kapaklanacak gibi oldu ama dengesini kazanıp koşmaya devam etti. Parlak bir ışık gördüğünde aldığı nefes boğazını yaktı.
Çalıların arasında bir şeyin hareket ettiğini duydu. O da yarasalar gibi kaçsa ne güzel olurdu.
Gittikçe yavaşlıyordu. Sendeleyip tökezlerken sarhoş gibi ilerliyordu. Her şey bitmişti!
Üçüncü kez çakan kör edici ışıkla elleriyle dizlerinin üzerine düştü. Ağaçlar kıpırdamıyordu bile. Ne bir sığınak vardı ne de bir güvenli bir yer.
En yakın komşu kilometrelerce uzaktaydı. Burada yapayalnızdı. Onu yakalamışlardı.
Bu kez ışık onun üzerinde sabit kaldı. Öylesine parlak, öylesine göz kamaştırıcıydı ki çiyle ıslanmış çimenler gümüş renginde görünüyordu. Chloe’nin kahverengi saçları, ışığın altında donuk bir beyaza bürünmüştü.
Omuzları titriyordu. Göğsünde canını yakan bir ağrı vardı. Ayakta kalabilmek için içinde kalan son damla güce tutunuyordu.
Dudağının kenarındaki salya yavaşça yere damlarken gözyaşları sessizce toprağa karıştı.
“Beni… Rahat bırakın,” diye inledi. Sesi neredeyse duyulmayacak kadar kısık, çatlamış ve kırılgandı.
Önünde hareket eden bir şeyin sesini duyduğunda başını kaldırıp önüne baktı. Kalbi öyle hızlı çarpıyordu ki bayılacağını sandı.
Parlak ışığın önünde karanlık bir silüet belirmişti. Orada, olduğu yerde duruyor, onu izliyordu. Sanki karşılıklı birbirlerini inceliyorlardı.
Bir adama benziyordu. Bir an için yüreği umutla doldu. Bu babası olabilir miydi? Ama bu umut çok kısa sürdü.
O babası olamazdı. Babası arkadan gelmeliydi, karşıdan değil. Üstelik, karanlık figürde babasına dair hiçbir iz yoktu.
Çok büyük ve çok genişti. Çok… Korkutucu görünüyordu.
Ona doğru büyük adımlar atarak yürümeye başladı. Ayakları sertçe toprağa çarparken sanki yer titriyordu.
“Lütfen dur,” diye yalvardı Chloe.
Sonra tam üstünde durdu. Chloe dizlerinin üzerindeydi, başını kaldırmış ona bakıyordu. Figür ise yukarıdan, soğuk ve sert bir bakışla ona karşılık veriyordu.
Kör edici ışık gözlerini yaksa da bakmak zorundaydı. Ölmeden önce görmek zorundaydı.
Yüzünü zar zor seçebiliyordu. Sadece koyu renkli gözleri, sivri bir burnu ve uzun saçları görebiliyordu. Hepsi bu kadardı.
Eğilerek onu koltuk altlarından yakalayınca Chloe çığlık attı. Çok güçlüydü!
Açıkça onu ayağa kaldırmak istiyordu ama Chloe’nin buna gücü yetmiyordu. Adamın kollarına çökmüştü. Sinirli bir homurtuyla onu yerden kaldırıp kucağına aldı.
Chloe’nin tek yapabildiği çaresizce kollarına uzanmak oldu. Başı aşağıya sarkmıştı. Kendini tehlikeli durumun gerçekliğinden korumaya çalışırken sıkıca gözlerini kapattı. Hepsinin bir rüya olmasını umuyordu.
Göz kapaklarının ardında bembeyaz bir ışık çaktı ama sonra aniden söndü. Gözlerini açtığında parlaklık hâlâ retinasını yakıyordu. Yerin kayıp gidişini izlerken ışık, silik bir hayalet gibi gözlerinin önünde titreşiyordu.
Çimenleri ezerek onlara yaklaşan bir çift bot gördü. Dışarıdan bakıldığında sıradan, alelade botlardı ama çıkardıkları ses ürperticiydi. Adamın nefes alışlarını duyabiliyordu, derin, ölçülü ve gerçekti.
Bu kesinlikle bir insandı. Belki de uzaylı falan değildi! Belki de tüm bunlar hükümetin oyununun bir parçasıydı! Ve bu adam… Belki de sadece bir askerdi.
“Bırakın beni,” diye bağırdı Chloe cesaretini toplayarak.
Adamdan hiçbir yanıt gelmedi.
“Beni götüremezsiniz. Bırak dedim!” Eğer bu gerçekten sadece bir adamsa o zaman savaşabilirdi! Sonuçta o babasının kızıydı. Güçlüydü. Dayanıklıydı.
Kollarında debelenip çığlık attığında adamı hazırlıksız yakaladı. Adam ellerini gevşetip onu yere bırakıverdi.
Yer sertti ama Chloe pek hissetmedi. Hemen toparlanıp hızlıca kalktı ama fazla uzaklaşmadan önce adam onu tekrar yakaladı. Bu kez güçlü parmakları kolunu pençe gibi kavramıştı.
Onu yeniden kuvvetli kollarının arasına hapsetmeye çalıştı ama Chloe yana kaçmayı başardı. Bir anlığına yüz yüze geldiler. Ya da… Chloe’nin yüzü adamın göğsüne geldi.
Karanlığın içinde seçebildiği kadarıyla adam normaldi. Tamamen sıradandı. Onu olağandışı kılan tek şey devasa boyuydu. Chloe’nin şimdiye kadar gördüğü hiçbir erkeğe benzemiyordu, hepsinden daha büyüktü.
Chloe daha önce hiç dövüşmemişti. Kendini savunmak zorunda kalmamış olması şimdiye dek bir şanstı. Ama artık o şans tükenmişti.
Tepkisi hem adamı hem de kendisini şaşırttı. Sanki bambaşka biri, cesur, korkusuz biri bedeninin kontrolünü ele geçirmişti. Dizini sertçe adamın kasıklarına sapladı. Adam inleyerek iki büklüm oldu ve Chloe, bir anda ağaçların arasından hızla koşmaya başladı.
Kendini yeniden güçlü hissetti. Zayıflığı, soğuğu ve dehşeti hepsi geride kalmıştı. Artık tek bildiği damarlarında akan adrenalindi. Karşısındaki bir erkekti.
Ağaçlar hızla yanından geçip giderken, Chloe çevik adımlarla aralarından ustaca süzülüyordu. Ne yere takılan ayaklar kalmıştı ne de hıçkırıklar. Neredeyse mutluydu.
Sonra birden ağaçlar bitti… Kaçışı da. Bir çığlıkla sendeleyerek durdu. “Hayır, olamaz!”
Oradalardı. Daha fazlası. Tıpkı o adam gibi. Aynı yapıda, aynı sessizlikte. Ve arkalarında, onu sadece uzay gemisi olarak adlandırabileceği bir şey yükseliyordu.
Bu kez parlak ışıklar yoktu ama ay ışığının altında duran şeyin şekli açıktı. Kocamandı. Tabağa benzeyen, metal ve camdan oluşmuş bir yapıydı.
Kalbi göğsünde sarsılarak çarpmaya başladı. Yeniden kaçmak için döndü ama ayağı kaydı. Yüzü hızla toprağa yaklaşırken kesik bir nefes aldı ama yere çakılmadı.
Düşmüyordu. Kaldırılıyordu. Ağaçların arasında bıraktığı o devasa adam ona yetişmiş, onu yakalamıştı. Şu anda Chloe’yi kolunun altında taşıdığı bir çanta gibi tutuyordu. Chloe çırpınıyor, bağırıyor, tekmeler atıyordu.
Adam diğer eliyle kasıklarını tutarken sendeleyerek arkadaşlarına ve bekleyen gemiye doğru ilerliyordu. Adamların kahkahaları Chloe’nin kulaklarında çınlıyordu. Kahkaha atıyorlardı!
“Bırak beni!” diye bağırdı acı içinde.
Ama kahkahaların arasında anlamadığı bir dilde konuşuyorlardı. Sözleri Chloe’nin teninde soğuk bir ürperti gibi dolaştı. Amerikalı değillerdi. Hiçbiri Amerikalı değildi.
Onlar da kimdi?
“Hayır!” diye haykırdı Chloe.
Onu kaçıran adam, diğerlerine öfkeyle bağırıyordu. Sesi boğuk, sabırsız ve buyurgandı. Metal bir rampadan geminin içine doğru yürürken sesleri yankılanıyordu.
Chloe mücadele etmeye çalıştı. Yumruk attı, kıvrandı, tekmeledi ama bu kez nafileydi. Adamın kolları onu demir gibi sıktı. İlk seferden dersini almış gibiydi.
Sonunda tükenmiş halde nefesini toparlamaya çalıştı. Yorgun ve hareketsiz bir şekilde adamın kolundan sarkarken o dev gibi gizemli adamlar da birer birer içeriye doluştu.
Gemi kapıları metalik bir gürültüyle kapanırken Chloe karanlığa gömüldü.
“Kes sesini!” diye kükredi Tor.
“Bu ufaklık sana fazla gelmiş olmasın?” diye alay etti Rigna kıkırdayarak.
Tor, kasıklarında zonklayan acıyla inledi. Kız dizini öyle sert geçirmişti ki! Ama durup toparlanmasına zaman yoktu. Diğerleri kızı ondan önce yakalamasın diye tüm gücüyle peşinden koşmak zorunda kalmıştı.
Böylesine küçük ve zayıf birinden bu kadar vahşi bir direnç beklemiyordu.
“Yardıma ihtiyacın var mı?” diye sırıttı Moose. Eğilip kızın saçına uzandı.
Kız çığlık attı.
Tor onu hızla geri çekti. “Kendine başka birini bu!”
Moose kahkahayla güldü. Diğerleri başlarını sallayarak, sırıta sırıta labirenti andıran koridorlardan kendi görev yerlerine doğru dağıldılar.
Tor arkasına baktı, biri onu takip ediyor mu diye kontrol etti. Kimse buna cesaret edemezdi.
Kız hâlâ kıpırdanıyordu ama hareketleri artık daha zayıf ve güçsüzdü. Tor başını iki yana sallarken kendine öfkelendi. Sadece küçük ve basit bir varlık olması sorun çıkarma potansiyelini ortadan kaldırmıyordu.
Kolu ağrımaya başlamıştı, bu yüzden kızı omzuna attı ve kolunu dizlerinin üzerinden geçirdi. Kız titriyordu. Bedeni omzuna yaslandığı için hıçkırıklarını sırtında hissedebiliyordu.
Gemi, yerden kalkarken hafifçe sarsıldı. Ana gemiye ulaşmaları uzun sürmeyecekti. Oraya vardıklarında ise kızı kontrol ettirmesi gerekiyordu. Hasta veya yaralı olmaması önemliydi.
Kız üşüyordu, teni soğuktu. Ölmesini asla istemezdi. Tekrar onun gibisini bulması uzun zaman alırdı. Belki de hiç bulamazdı. Zaten kaptanının ona bu fırsatı vermesi başlı başına bir şanstı.
Ne kadar kısa sürerse sürsün, yerli halk ne kadar zararsız olursa olsun diğer gezegenlere gitmek her zaman bir risk taşıyordu.
Kız yeniden çok gevşemeye başlayınca Tor endişeyle onu bir kez daha sarsarak uyandırmaya çalıştı.
Tor kafese vardığında kapılar hızlı bir şekilde açıldı ve içeriye adım attı. Burası esirler ve suçlular için küçük bir gözaltı alanıydı.
Şu anda, son bir saat içinde yakaladıkları Riktor 5 sakinlerini barındırmak için kullanılıyordu. Çoğu genç ve kadındı.
Nöbette olan Clint, Tor’un aniden içeriye girmesiyle ayaklandı. Gözleri Tor’un omzunda gevşekçe asılı duran bedene kaydı. Tor kadar uzundu ama daha ince yapılıydı. Kaslı değildi, daha zayıf görünüyordu.
Kıdemli bir operatör olarak onun da bir esiri vardı. Kafesteki tek erkek onundu.
“Durumu nasıl?” diye sordu.
“Yaşıyor,” dedi Tor. Başıyla diğer mahkûmları işaret etti. “Sorun çıkarırlar mı?”
“Bize değil.” Clint düğmeye bastığında kafesin demir kapısı açıldı.
Diğer sakinler hızla kenarlara çekilip köşelere saklandılar ve sırtlarını duvarlara dayadılar.
Tor hepsine ters ters baktı. Yaklaşmamaları için onları uyarıyordu. Beş kişilerdi. Hepsi birden saldırsa sorun çıkaracak kadar çoklardı.
Ama hiçbiri hareket etmedi. İlkel tavırlarına rağmen zekiydiler.
Bir an boyunca genç kadını inceledi, görünürde bir yarası var mı diye kontrol etti. Kolundaki çizik ve korku dolu bakışlar dışında durumu iyiydi.
Tek kelime etmeden diğerlerine son kez tehditkâr bir bakış attı ve kafesten çıktı. Kapı arkasından kapanıp kilitlendi.
Artık gerçeği bilirken cesur olmak çok daha zordu. Ondan ne istiyorlardı? Nereye gidiyorlardı? Onu ne gibi korkunç işkenceler bekliyordu?
Aklına dergilerde okuduğu hikâyeler, gazetelerde çıkan haberler, izlediği filmler, okuduğu kitaplar geldi. Deneyler, hasar gören bedenler, işkenceler…
Liste sonsuza dek devam ediyordu. Ama ya onlar iyi uzaylılarsa? Bazı uzaylılar iyiydi, değil mi? Ama neden iyi bir uzaylı onu sevdiklerinden alıp götürürdü?
Sonra kulaklarında çınlayan kahkahaları hatırladı. O sesler hiç de iyi birine aitmiş gibi gelmiyordu.
Bir gürültü duyunca hızla başını çevirdi. Sanki betona sürtünen bir ayakkabı sesiydi.
Etrafına baktığında diğerlerini fark etti. Küçük odanın köşelerinden onu izliyorlardı. Gözleri lok ışıkta parıldıyordu. Ona benziyorlardı.
Yani, ona benziyor gibi görünüyorlardı. Ama onu kaçıran o uzaylı adam da öyle görünmüyor muydu zaten?
Başını yukarıya kaldırıp tavandaki ışığa baktı. Loş parıltısı odanın hatlarını seçmesine yetiyordu. Duvara dayalı üç yatak vardı. İnce şilteler. Battaniyeler. Yastıklar.
Sol yanında duvarda dışarıya doğru çıkıntı yapan bir lavabo vardı ama görünüşü rahatsız edici şekilde bir tuvaleti andırıyordu. Esas dikkatini çeken şey ayna oldu.
Bütün duvar boyunca hem boydan boya, hem tavandan yere kadar uzanıyordu. Ama Chloe bu şeyin gerçekten ayna olmadığı izlenimine kapıldı.
“Seni görebiliyorlar,” diye bir fısıltı geldi.
Chloe başını hızla sesin geldiği yöne çevirdi ve ayağa fırlayarak geri çekildi. Karanlığın içinden sürünerek bir kadın çıkıyordu.
“O uzaylılar,” diye devam etti kadın. “Bizi görebiliyorlar. Muhtemelen bizi duyuyorlar da.”
Gözyaşları yanaklarını çizmişti. Çenesinde kir vardı. Chloe’den epey büyük görünüyordu, muhtemelen otuzlarının ortalarındaydı. Uzun boylu, zayıf yapılıydı. Kızıl saçları darmadağındı.
Bakışları güçlü bir ifadeye sahipti.
“O-nlar uzaylı değil!” diye bir ses yükseldi aniden.
Chloe bir kez daha etrafında döndü. Artık hepsini görebiliyordu. Beş kişiydiler. Dördü kadın, biri erkek. Chloe gibi hepsi de yalın ayaktı. Sanki yataktan alınmış gibiydiler. Yalnızca adam partiden gelmiş gibi duruyordu.
“Siz kimsiniz?” diye sordu Chloe. Onlardan uzaklaşırken aynaya doğru geri çekildi.
“Hâlâ anlamadın mı?” dedi keskin bir ses. “Biz senin gibiyiz. Yataklarımızdan alınıp buraya getirildik… Bu… Bu…”
Kadın başını iki yana sallayarak bir yatağa oturdu. Omuzları düşmüştü, uzun siyah saçları yüzünü perdeliyordu. Ağır bir aksanı vardı.
“Sen… Sen Amerika’dan mısın?” diye sordu Chloe.
Kadın ona baktı ve saçlarını geriye attı. “Güney Kore’de büyüdüm ama Britanyalıyım,” dedi.
“Ben İngiltere’denim,” dedi kızıl saçlı kadın.
“Bizi her yerden topladılar,” dedi adam. “En azından gece olan yerlerden. Ben de Meksika’danım,” dedi Chloe’nin soru dolu bakışına cevaben. “Benim adım Juan. Senin adın ne?”
Chloe başını salladı. “Ch-Chloe.” Arkasını dönüp aynaya baktı. “Bizi izlediklerini söylüyorsunuz.”
“Evet,” dedi kızıl saçlı sessizce.
“Bizden ne istiyorlar?”
Kimse cevap vermeyince Chloe onlara döndü. Juan ayaklarına bakıyordu. Kızıl saçlı kadın yavaşça başını sallıyordu. Koreli kız ise elini yüzüne koymuştu.
“Ne zamandır buradasınız?”
“Çok olmadı,” dedi kızıl saçlı kadın. “Bir saat bile olmadı. İlk gelen bendim…”
“Onlar u-uzaylı d-değil!”
“Yeter artık Aisha. Gerçeği inkâr etmenin kimseye faydası yok.”
Aisha denilen kız köşede oturuyordu. Dizlerini göğsüne çekmiş, top gibi büzülmüştü. Başında bir eşarp vardı. Chloe’ye bir bakış attıktan sonra yine ağlamaya başladı. Gözyaşları yanaklarından süzülüyordu.
“B-bunu inanamıyorum,” dedi Chloe boğazını tutarak. “Babam… Erkek kardeşim onlara ateş ediyordu.”
“O zaman muhtemelen ölmüşlerdir,” dedi yeni bir ses.
“Sesini kessen nasıl olur?” diye tısladı Juan. Koreli kızın yanına oturup başını onun omzuna yasladı.
Beşinci kişi tuvaletin yanındaki duvara yaslanmış bir kadındı. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, dudaklarını sıkıca birbirine bastırmıştı. Siyah saçları neredeyse kazıtılmıştı. Boynunun sağ tarafından omzuna doğru inen dövmeleri gözüküyordu. Uzun boyluydu.
Dar tişörtü, belirgin kaslarını ve göğüslerini vurguluyordu.
Chloe’nin gözlerinin içine baktı. “Saf olmanın anlamı yok,” dedi. Sesi derin ve keskin bir tondaydı. “İstedikleri şey belli.”
“Kes sesini Karina. Aptalca, berbat tahminler yapmayı bırak,” diye çıkıştı Juan.
“Elinde hiçbir kanıt yok,” diye ekledi kızıl saçlı kadın.
“Sakın onu dinleme Chloe.”
Karina ikisine de öfkeyle baktı.
“Siz görmeyi reddetseniz bile, ben gerçeği görebiliyorum. Hayatımda yeterince erkek tanıdım. Neyin ne olduğunu biliyorum.”
Aisha içli bir hıçkırık çekip ağlamaya devam etti.
Karina’nın koyu gözleri Chloe’yi âdeta delip geçiyordu.
“Onları görmedin mi? Sana nasıl baktıklarını fark etmedin mi? Sen akıllı bir kıza benziyorsun. En azından bunlardan akıllısın,” dedi. Küçümseyici bir baş hareketiyle Juan ve kızıl saçlı kadını işaret etti.
Chloe ona bakarken aklı onu kaçıran adama, o uzaylıya gitti. Büyüklüğü. Saldırgan tavrı. Açıktaki erkekliği. Onu buraya getirip yatağa bırakırken sanki onu yutacakmış gibi bakmıştı. O sarı gözleri fazlasıyla boğucuydu.
Karina acı bir tebessümle konuştu. “Pekâlâ. Hepsinin erkek olması tesadüf değil. Biz de kadınız.”
“Ben değilim!” diye araya girdi Juan.
Karina küçümseyerek güldü. “Olabilir. Ama sen, hepimizden daha çok bu söylediklerimi doğruluyorsun.”
Chloe aynaya döndü, gözleri donuktu. Titremeye başlamıştı. “B-ben bakireyim,” diye fısıldadı.
Karina acı bir kahkahayla karşılık verdi. “Bu fazla uzun sürmeyecek.”


































