
Her Güzele Bir Canavar
Ray yaklaşarak nefesini kesmişti.
“Paramı kabul etmeyeceksen, bedenimi kabul et. Senin çatını ben tamir ederim...”
Bedenini mi? Aman Tanrım… Bu bir çeşit ima mıydı?
Kızarıp nefessiz kalan Seychelles, fısıldadı:
“Evet.”
Ray’in kalmayı hiç düşünmemişti.
Neredeyse hayatına mal olan bir yaralanmanın ardından, toparlanmak için memleketine dönmüş, sadece uğrayıp geçiyordu.
Ta ki bir fırtına gecesi, boğulmaktan kurtardığı Seychelles hayatına girene kadar…
Bir kurtarış, diğerini getirir… ve zamanla yardımlar, kıvılcımlar ve bolca teklif havada uçuşmaya başlar.
Ray, sadece çatısını değil, Seychelles’in kalbini de tamir etmeye başlar.
Seychelles inatçı, vahşi kalpli bir spor salonu sahibi. Ray’e, istediğini sandığı her şeyi sorgulatır.
Hava Kuvvetleri geçmişi olabilir ama peki ya geleceği?
Aşk, kahkaha ve biraz da buharlı teklifler arasında Ray, karar vermek zorunda kalır:
Bildik hayatına geri mi dönecek, yoksa hiç beklemediği bir aşka mı yelken açacak?
Bir
RAY
“Son on yıldır işini hayatı bilen ve canla başla çalışan adamın, Ray’in şerefine!”
En yakın dostum Tom Shaw, üssümüzün yanındaki barda benim şerefime kadeh kaldırdı. Görevde olmayan diğer iş arkadaşlarım da hizmetimi onurlandırmak için ona eşlik etti. Gülerek ben de onlarla kadehimi kaldırıp başımı salladığımda hepimiz içkilerimizi diktik.
“Ne zaman evlenip bana yeğen vereceksin?” diye takıldı Tom.
“Onların amcası olacağını da nereden çıkardın?” diye gülerek sırtına bir tokat attım. Şiddetin etkisiyle hafifçe sendeledi.
Bir yudum daha bira içince ferahladım. Gece yarısı olmasına ve mekânda klima bulunmasına rağmen hava sıcak nemliydi!
Nöbetteki acemiler için biraz üzülsem de buna odaklanmamaya çalıştım. Gündüz kavurucu sıcağın altında on altı saat çalışmıştım, bu yüzden onların derdine dertlenecek değildim.
“Elbette amcaları olacağım! Kızın olursa onu korur kollarım, oğlun olursa ona en iyi numaralarımı öğretirim!” diye bağırdı. Tom pişmiş kelle gibi sırıtsa da ciddi görünüyordu.
“Göreceğiz. Hava Kuvvetleri’nde daha uzun süre kalmayı planlamıyorum. Yakın zamanda çoluk çocuğa karışacağımı sanmam.”
Biramı bitirdiğimde Tom’un gidip hemşirelerden biriyle flört etmeye başladığını gördüm. Dikkatinin bu kadar çabuk dağılmasına gülerek başımı iki yana salladım.
Bir bira daha alıp okyanusa bakan pencereye yürüdüm. Okyanusa bakmak bana her zaman evimi hatırlatırdı.
Yıllardır eve dönmemiştim ama annem bana hâlâ kasabanın bültenini ve kendi yaptığı kurabiyeleri gönderirdi. Byzantine Koyu küçük bir sahil kasabasıydı ama en güzel suyun orada olduğunu düşünürdüm. Bu konuya taraflı da bakıyor olabilirdim.
Haber bültenini okumaktan ve küçük kasabamda yeni spor salonları gibi iş yerlerinin açıldığını görmekten mutlu oluyordum.
Dedemin izinden giderek Hava Kuvvetleri’nde kariyerimi inşa ettiğim için memnuniyetle iç çektim. Dedemle hiç tanışmamış olsam da annem bana hep onun saygın, azimli, güçlü ve işine düşkün biri olduğuna dair hikâyeler anlatırdı.
Annem dedemi bana her zaman o kadar güzel anlatmıştı ki beş yaşımdan beri ben de Hava Kuvvetleri’ne katılmak istemiştim. Yıllar hızla akıp giderken çok çabalamış, saygın bir Kara Savunma Subayı olmuş ve kimsenin beni ezmesine izin vermemiştim.
Annem dedemden nasıl bahsediyorsa insanların da benden onun gibi bahsetmesini istiyordum. Penceredeki yansımama bakarken arkamda Tom’un hemşireyle öpüştüğünü gördüm. Saatime baktım.
Gece yarısı olmuştu.
Tom’un hızlı olduğu tartışılmazdı. Yansımama baktığımda ortalama bir erkeğin iki katı uzunluğundaki boyumun ve geniş omuzlarımın bir daha farkına vardım.
İri yarı olduğum ve genellikle iş başındayken ciddi durduğum için bana “Canavar” lakabı takılmıştı.
Aniden yer sarsılınca dışarı bakarak siyah giysili sayısız adamın üsse saldırdığını gördüm. Uykudaki acemileri kolayca etkisiz hâle getirmiş olmalılardı.
“Saldırı altındayız!” diye bağırdım. Ve hem üssümü hem de askerlerimi korumak için fırladım. Bardaki herkes de ellerindeki içkileri fırlatıp savunma moduna geçti.
Kısa süre sonra başka bir patlama oldu. O kadar güçlü bir patlamaydı ki kulaklarım çınlamaya başladı. Göğsüme, bacağıma ve koluma metal şarapnel parçaları saplandığında acıyla inledim.
Büyük parçalardan birini bacağımdan söküp çıkardığımda yaradan kan akmaya başladı. Hiçbir şey duyamıyordum ve gözlerim bir anlığına bulanıklaştıktan sonra tekrar netleşti.
Tom tepemde durmuş, bana yardım etmek için elini uzatıyordu. Bir şeyler söylüyordu ama onu duyamıyordum. Biraz önceki bağırışlar, çığlıklar, patlamalar ve silah sesleri yerine sadece tiz bir çınlama duyabiliyordum. Kulağımı işaret edip başımı sallayarak duyamadığımı gösterdim.
“Canavar! Dikkat et!” diye bağırdığını duydum ama sesi suyun altındaymışım gibi geliyordu.
Aşağı baktığımda siyahlar içindeki bir adamın tüfeğini doğrudan alnımın çatına doğrulttuğunu gördüm. Tüfeğin namlusuna bakarken ona sağlam bacağımla hızlı bir tekme attım. Darbenin şiddetiyle kurşunu havaya sıktı.
Dikkat dağınıklığını fırsat bilerek diz kapağına tekme attım. Yaralı bacağımın üzerine düştü.
İkimiz de acıyla bağırdık ama onun çığlığı göğsüne isabet eden mermiyle kesildi. Yaralı bacağımın üzerine yığılınca tekrar aynı acı yüzünden bağırdım.
Vücudumu saran yoğun acı beni uyuşturdu. Çok kan kaybediyor, bir hemşire veya doktor yardımıma koşmazsa öleceğimi biliyordum.
Görüşüm kararmaya ve bulanıklaşmaya başladı. Çok geçmeden karanlığa teslim oldum.
Tek umudum, ekibimin de ölmemesiydi.
BİRKAÇ HAFTA SONRA
Hastane yatağımda otururken Tom’un bana gönderdiği mektuba öylece bakıyordum. Bir hafta önce komadan çıktığımdan beri bu mektubu defalarca okumuştum.
Ben kan kaybından bilincimi kaybettikten sonra, subaylarımız teröristleri etkisiz hâle getirmiş, bunun sadece üssümüzü yok etmek için bir komplo planı olduğunu düşünmüşlerdi.
Tom, beni kanlar içinde yatarken bulduklarını ve nabzım çok zayıf olduğu için hayatta kalacağımdan şüphe ettiklerini yazmıştı. Beni hemen üssün doktoruna götürmüşlerdi. Mucizevi bir şekilde Byzantine Koyu’na nakledilebilmiştim.
Bana “yeterli zaman” geçtikten sonra, Hava Kuvvetleri’ne dönmek istersem, eski işimi yapmam adına gerekli standartlara uygun olup olmadığımı görmek için muayeneye girmem gerektiğini söylemişti.
Son kısmı düşünürken homurdandım. “Yeterli zamandan” kasıt neydi? Bu zaman neye tekabül ediyordu?
Geri dönemezsem ne yapacaktım? Hayatımı Hava Kuvvetleri’nde olmak üzerine kurmuştum. İşimle yatıyor, işimle kalkıyordum ve bunu yapamayabileceğimi düşünmek ağır geliyordu. Böyle bir senaryoda ne yapacağımı bile bilmiyordum.
İç geçirip sol bacağıma baktım. Hastane önlüğünün ve bandajların altında iki yuvarlak yarayı hayal edebiliyordum. Bir mermi tamamen delip baldırımın arkasından geçmişti. Ama doktorlar bacağımda kalan mermiyi aramak zorunda kalmıştı.
İki mermi bacağıma ciddi hasar vermişti. Acısı da cabasıydı.
Kısa boylu, seyrek kahverengi saçlı bir adam hastane odama girip bana nazikçe gülümsedi. Hiçbir duygu belirtisi göstermeden ona baktım. Uyandığımdan beri huysuzdum.
Cüsseli bir adam olduğum için hastane yataklarının büyüklüğü bana yetmiyordu. Yemekler üssün yemeklerinden biraz daha iyiydi, yine de yeterli besini alamıyordum. Bacağımdaki sürekli ağrı, vücudumdaki diğer tüm ağrıları bastırıyordu.
“Dr. Mitchell,” diye selamladım onu derin ve düz bir sesle.
“Günaydın, Teğmen Hodges. Bacağınız nasıl?” diye sordu, dosyama bakarken.
Hafifçe doğrulmaya çalıştığımda acıdan yüzümü buruşturdum. “Ağrılarınız geçmişe benzemiyor. Daha fazla ağrı kesici vermem gerekebilir,” diye mırıldandı.
Hayati verilerimi, diğer yaralarımın iyileşme sürecini ve bacağımı ne kadar hareket ettirebildiğimi kontrol etti. Kollarımda, bacaklarımda ve vücudunda sayısız dikiş vardı. Muhtemelen hepsinin de izi kalacaktı.
Gülümseyesim geldi ama sonra hemen kendime gelip kaşlarımı çattım. Dr. Mitchell kontrolünü bitirirken öylece oturdum.
“Durumum nedir, Dr. Mitchell?” diye sordum.
“Gövdenizdeki, kollarınızdaki ve sağ bacağınızdaki dikişlerin iyileşme süreci iyi gidiyor. Yan tarafınıza aldığınız yara enfekte olmuştu ama o da iyileşecek, endişelenecek bir şey yok.” İç geçirip devam etti. “Ama sol bacağınız… Sol bacağınızdan iki kere vurulmuşsunuz teğmen. Bacağınıza isabet eden mermi baldır kemiğinizdeydi, bu yüzden ameliyatla çıkarılması gerekti.”
“Mermi kemiğe girecek kadar şiddetli olmasına rağmen neyse ki kemiği kırmamış. Delip geçen mermi ise adductor magnusun bir kısmına zarar vermiş.”
“Neye? Dr. Mitchell ben doktor değilim ve tıbbi terimlere aşinalığım yok. O yüzden lütfen, benim anlayabileceğim şekilde anlatın,” diyerek araya girdim. Sadece yaralanmalarımın ne kadar ciddi olduğunu bilmek ve ona göre kendimi iyileştirmek istiyordum.
“Tabii, özür dilerim teğmen. Basit bir dille ifade etmek gerekirse, mermi baldırınızı delip geçmiş ve ardında onarılması gereken büyük bir delik bırakmış.” Kendi basit açıklamasına gülümsedi. “Her iki kurşun yarasının iyileşmesi en az altı ay sürecek, ardından bacağınızı kullanabilmek için en az bir yıl fizik tedavi göreceksiniz. Tabii süreçte hiçbir pürüz yaşanmazsa.”
Söylediklerini sindirmeye çalışırken başımı yavaşça salladım.
Bir yıl mı? Hem de en iyi senaryoda.
SEYCHELLES
Sörf tahtamı kaptığım gibi suya daldığımda tuzlu ve soğuk su bronz tenime çarptı. Sörf tahtamın üzerine oturup dizlerime kadar suya girdim. Zihnimi boşaltmak ve özgür hissetmek için yüzümde bir gülümsemeyle suyun derinlerine kürek çekerek ilerledim.
İşte bu, günün en sevdiğim kısmıydı.
Denizde oturup hafif dalgalarla sallanırken sabah güneşinin sahile vurmasını izlemek. Bu, kendimle baş başa kalabildiğim tek zamandı ve bunun her seferinde son günümmüş gibi tadını çıkarırdım.
Küçücük bir kız çocuğuyken bile plaja bayılırdım. Denizi, kumu, deniz canlılarını ve kolye yaptığım rengârenk küçük deniz kabuklarını severdim. Dünyanın dört bir yanındaki plajların fotoğraflarını görmüştüm ama yine de evim Byzantine Koyu’nun plajlarını hiçbir şeye değişmezdim. Burası tertemiz ve kalabalıktan uzak, cennetin gizli bir köşesi gibiydi.
Derin bir nefes alıp rüzgârla gelen deniz tuzu kokusunu içime çektim. “Günaydın dünya,” diye mırıldandım kendi kendime, sonra tekrar eğilip daha büyük dalgalara doğru kürek çekmeye koyuldum.
Dalgalar yükselmeye başladıkça tahtamı kıyıya doğru çevirip daha hızlı kürek çektim. Sonra kendimi yukarı çekip dizlerimi hafifçe bükerek dalgaların üzerinde durdum. Sörf yaparken rüzgâr saçlarımı savurdu. Kocaman bir gülümsemeyle dalgaların üzerinde kayarak kıyıya ulaştım.
Shell’in Spor Salonu’na girerken duş almış olmama rağmen üzerimde hâlâ hafif bir deniz kokusu vardı. Resepsiyonda çalışan Naomi’ye gülümsedim. “Günaydın Mimi,” diye gülümseyerek selam verdim. O da başını kaldırıp siyah saçlarını yüzünden çekerek selamıma karşılık verdi.
Sahibi olmaktan gurur duyduğum spor salonuna girince binanın borcunu nihayet kapatabilmiş olmanın mutluluğunu içime yaşadım. Kimse neden böyle bir hayalim olduğunu anlamıyordu ve ben de kimseye nedenini açıklamamıştım.
Sabah sekizi biraz geçmişti ama spor salonu her zamanki müdavimlerle doluydu. Çoğu işe gitmeden önce koşu bandında kardiyo yapmaya geliyordu. Kişisel antrenörlük işimi seviyordum. İnsanların hedeflerine ulaşmalarına ve daha sağlıklı olmalarına yardımcı olmak bana inanılmaz keyif veriyordu. Onları hem zorlamaya hem de rahat hissettirmeye odaklandığım için sürekli yeni müşteriler kazanıyordum.
Kulaklık takmamış birkaç müdavime selam verdikten sonra ofisime yöneldim. Ofis aslında soyunma odasının dışında bir masa, dosya dolabı, birkaç sandalye ve bir dolap için yeterli büyüklükte küçük bir odaydı. Mesaim onda başlıyordu ama Naomi’nin evrak işlerini hafifletmeyi seviyordum, böylece sadece spor salonunun sahibi olduğumu değil burayı gerçekten yönettiğimi de hissediyordum.
Her geçen gün daha fazla insanın diğer spor salonları yerine benim salonumu tercih etmesi beni çok mutlu ediyordu. Tüm müşteri sözleşmelerinin altında bulunan küçük ankete göre, çoğu başkalarından duyduğu övgülere dayanarak kaydolmaya geliyordu.
Müşterilerimin yakın çevrelerine spor salonumu tavsiye ettiklerini düşünerek küçük bir sevinç dansı yaparak sandalyeme oturdum.
“Görüşürüz, Mimi. Gün içinde parkta birkaç özel dersim var, muhtemelen yarın görüşürüz.” Ekipman dolu çantamı omzuma atıp salondan çıkarken gülümsedim.
Spor salonumu çok sevmeme rağmen, müşterilerim aksini talep etmedikçe özel derslerimi parkta veya sahilde yapmayı tercih ediyordum. Arabaya binerken çantamı arka koltuğa atıp Macintosh Park’a doğru yola koyuldum.
Beş dersin sonunda nihayet eve dönebildim. Günün bu saatinde güneş yolları yeterince aydınlatabiliyordu ama ağaçlar çakıl taşlarının üzerine karanlık gölgelerini düşürüyordu.
Babamın vasiyetiyle bana kalan eski plaj evimin önüne park edip çantamı arkamda sürükleyerek içeri girdim.
Çantamı bir kenara fırlatıp koltuğa uzandıktan sonra pencerelerdeki küçük aralıklardan içeri süzülen sahil rüzgârının uğultusunu dinledim. Evimin gerçekten de elden geçirilmesi gerekiyordu. Çok eskiden okyanus mavisine boyanmıştı ve artık boyaları dökülüyordu.
Babamın dedesi tarafından inşa edilmiş ve nesilden nesle miras kalmıştı. Sıra bana geldiğinde harabeye yakın bir ev teslim almıştım. Spor salonumun kredisini ödemeye odaklandığım için evi tamir ettirecek bir bütçe ayıramamıştım. Ama yakın zamanda bunu yapmayı planlıyordum.
Neyse ki bugün yağmur yağmamıştı. Tavandan akan sularla mücadele etmek için kova düzeneği kurmak istemiyordum. Buna o kadar alışmıştım ki yağmur yağdığında kovaları hangi noktaya koyacağımı ezbere biliyordum.
Böyle söyleyince durumu ne kadar içler acısı olduğunu bir kere daha fark ettim.
Midem guruldayınca bol tişörtümün üstünden karnımı tuttum. Eve gelirken yemek almayı unutmuştum! Zar zor da olsa koltuktan kalkıp ağır adımlarla buzdolabına gittim. Yiyecek bir şeyler aramak için buzdolabını açıp fena görünmeyen tavuk tabağını aldım.
Dikkatlice koklayınca bozulmadığına sevindim. Isıtıp mutfak tezgâhının üzerine koyduktan sonra açlıktan ölüyormuş gibi yemeye yumuldum.
Akşam yemeğimi yedikten sonra uzun ve sıcak bir duş alıp yatağa girdim.
Saat daha dokuz olmasına rağmen çok yorgundum. Geç saatlere kadar uyanık kalabilen insanlardan değildim. Sabah insanıydım ve çoğu insanın hâlâ yatakta olduğu, geceyle gündüzün karıştığı sabah saatlerini severdim.
Sahile vuran dalgaların seslerini dinleyerek gözlerimi kapattım. Evimin hemen dışında bu kadar güzel doğa sesleri varken televizyon izlemek veya müzik dinlemek aklımın ucundan bile geçmezdi. Okyanus beni her zaman sakinleştirirdi ve geceleri sahilden uzakta olduğumda asla rahat uyuyamazdım.
Çok geçmeden, penceremden gelen huzur verici dalga sesleri eşliğinde göz kapaklarımın ağırlaştığını hissettim.





































