Freya Coleman kıt kanaat geçinen tutkulu bir ressam. Liam Henderson ise hayatı doruklarında yaşayan bir rock efsanesi. Bir dizi öngörülemeyen olay sonrası bu ikilinin yolları sahte bir ilişkide kesişiyor ve Freya, Liam'ın durdurarak bilmeyen dünyasına sürükleniyor. Peki bu ilişki tamamen göstermelik mi, yoksa birbirinin zıttı bu çiftimizin arasında gerçek bir aşk alevlenebilir mi?
Yaş Sınırlaması: 17+
Bölüm 1
Yalnız ŞehirBölüm 2
İddiaBölüm 3
Dün geceden sonraki günBölüm 4
Cehennemin el kitabıFREYA
Heyecanınızı anlıyoruz, ama korkarım şu anda eserleriniz için yerimiz yok.
Kendini beğenmiş küratörün sözleri hala kulaklarımda, aklınca benimle dalga geçiyor, küstah! - bu, bu ayki beşinci reddedilişim.
Minicik bir kumbaranın içine kolayca sığabilecek birikmiş paramı ve banka hesabımı düşünmemeye çalıştım.
Derin bir iç çekip galeriden sarf ettiğim eforun karşılığı olarak ücretsiz aldığım kahveden bir yudum daha içtim.
Muhtemelen uzun süre sahip olacağım son kahvem.
Artık kolay kolay sahip olamayacağım bir lüks.
Kendimi ifade etmemi sağlayan, ya da küratörün söylemine göre pek de işe yaramayan tuvallerime sıkıca tutunarak New York sokaklarına çıktım.
Üç yıldan fazla bir süredir ayakkabı kutusundan hallice bir dairede yaşamaya çalışıyorum. Maddi durumum ne yazık ki bundan fazlasına olanak tanımıyor.
Yol boyunca yürürken, asla giremeyeceğim Z kuşağı restoranların ve son trend kıyafetlerin satıldığı dükkanların önünden geçtim.
İçeri girmem için adımı sayıklayan süslü vitrinlerden kurtulmak için telefonuma baktım.
Lanet olsun.
Saat 16:40 ve benim Tribeca'da saat beşte arkadaşım Darla ile buluşmam gerekiyor.
LIAM
"ÖP ONU!" diye bağıran isimsiz yüzler, onca bağırış çağırış. Sanki tüm bu insanları tatmin etmek için üretilmiş bir animasyon karakteriyim.
Hepiniz siktirin gidin! diye bağırmamak için zor duruyorum.
Ama yapmayacağım.
Menajerim Lucinda benden 1,5 metre uzaktayken bunu asla yapamam.
Eğer böyle bir şey yaparsam yıllarca bunu başıma kakar.
Yüzümde sahte bir gülümseme.
Her yerde kör edici kamera flaşları.
Ve ben, elim Amerika'nın en gözde kadını Jazelle Ericson’ın kalçasında karşılarında dikiliyorum.
Jazelle gizlice dirseğiyle beni dürtüyor.
Yüzündeki mutluluk ifadesini bozmadan, dişlerinin arasından sessizce "öp beni!" diye söyleniyor. "Şimdi!"
Sonra bana doğru eğilip yapışkan dudak parlatıcısının nane aromasını istemsizce içime çekiyorum.
Manikürlü tırnaklarıyla başımın arkasından tutup yüzümü kendisine çeviriyor.
Heyecanlanan fotoğrafçılar çığlık çığlığa.
Tam bu saçmalığa bir saniye bile daha katlanamayacağımı düşünürken Lucinda'nın bana çılgınca el salladığını gördüm.
Jazelle'i bileğinden sıkıca kavrayıp, çılgın kalabalığın içinden çekerek sinema salonuna doğru sürükledim.
Luce, "Avukatın evine yetişebilmek için beş dakika önce buradan çıkmış olmalıydık,” dedi. "Araba arkada bizi bekliyor."
"Nasıl yani, gidiyor musun? Kalıp şarkımızı dinlemeyecek misin?" diye çıkıştı Jazelle. Sesi kulaklarımı tırmaladı adeta.
Şarkımızı dinlemek için kalmak, sevmeyi öğrenen bir robot hakkında üç saatlik sıkıcı bir filme tahammül etmek anlamına gelir ki bunu yapmak ölüm demek. Bir de söz konusu şarkımız koskoca filmin sadece otuz saniyelik bir bölümde duyuluyor ki buna katlanmak ölümden de beter.
"Aslına kadarsan, evet, kalmayacağım."
"Ama bu gece bizim için çok özel! Bu bir randevu!”
"Sahte bir randevu,” diye karşılık verdim. "Sana daha kaç kez gerçekten birlikte olmadığımızı hatırlatmam gerekiyor bilemiyorum, Jaz."
"Şşş..." Dudaklarına bir parmak getirerek fısıldadı.
Orta parmağını.
Arkasını döndü ve salonun kalabalığında gözden kayboldu.
Ondan kurtulduğum için mutluyum.
Kendi çocuklarına seslenmek için sık sık kullandığı o hafif çocuksu ses tonuyla "Liam!" diye seslendi Luce.
Bir sonraki durağımız için ölüp bitmiyordum - ancak şu anda merkezinde olduğum kaostan kurtulmak çok iyi olurdu, bu yüzden Luce'u arabaya kadar takip ettim.
Yeni avukatımla iyi bir başlangıç yapmam gerekiyordu.
Sonuncusu, ikinci kez alkollü araç kullanmaktan ceza yiyince işi bırakmıştı.
"Bu seferki daha iyi,” diye devam etti Luce arabaya doğru ilerlerken. "Her ay senin için yeni bir avukat veya yeni bir hizmetçi bulacak vaktim yok Liam. Leanne bu sabah istifa etti ve arkanı toplayan kişi ben olmayacağım."
"Birilerinin arkasını toplamaya şimdiye kadar alışmış olman lazım,” dedim. "Senin çocuk dediğin o küçük şeytanlar yeterince yaramaz sayılırlar."
Kardeşininkiyle aynı canlılıkta parlayan mavi gözlerini devirdi yavaşça. Göz renkleri kardeşiyle tek ortak noktalarıydı. Onun dışında iki zıt kutuptular.
Luce’la arkadaşlığımız çok eskiye dayanıyordu.
Kardeşi Anthony, ben çocukken en yakın arkadaşlarımdan biriydi. Ortaokuldayken onların evinde kendi evimden daha fazla zaman geçirirdim.
"Dürüst olmak gerekirse Liam, New York'ta seni temsil edecek kaç avukat kaldı emin değilim."
"Belki de bir avukata ihtiyacım yoktur,” dedim, vereceği tepkiden çekinerek.
"Hah!" diye alay etti. "Şehirdeki tüm yargıçlarla öyle ya da böyle bir mahkemede yüzleşmişliğin var, alınma ama bence bir avukata ihtiyacın var gibi duruyor."
"İnsanlarla tanışıp, onlara nazik olmam gerektiğini söyleyen sensin,” diyerek koltuğuma iyice yerleştim.
"İnsanlardan kastım hayranların ve maalesef ki basın mensupları, ama bunu senden istemek çok zor biliyorum."
FREYA
Şaşırtıcı bir şekilde, J treni zamanında geldi, mekana ilk gelen bendim.
Menüye şöyle bir baktım ve "Sadece su alacağım, teşekkürler,” dedim. Bütçemin yettiği tek içecek buydu.
Garsonun bakışıyla yerin dibine geçtim.
"Freya!" Arkadaşım kafenin karşısından seslendi.
Kafamı kaldırdım ve bana yaklaştığını gördüm.
Kusursuz bir şekilde tutturulmuş kahverengi saçları ve vücuduna oturan gri takımıyla çok güzel görünüyordu.
Masaya yaklaşırken yüzüme sahte bir gülümseme yapıştırdım, ta ki aptal erkek arkadaşı Marcus'u da yanında getirdiğini fark edinceye kadar.
Nişanlısı demek daha olur.
Sadece birkaç ay önce nişanlandılar ve bunun insanlığın aya ilk ayak basışından sonraki en büyük olay olduğunu sanıyorlar.
Onun adına mutluyum elbette, ama bu gereksiz hassas tost ekmeği suratlı adama nasıl aşık olabildiğini hala anlamıyorum.
"Merhaba Darla,” dedim, ruh halim bu günlerde onun sahip olduğu mutluluk seviyesine ulaşamayacak kadar sade bir şekilde.
"Sen de hoş geldin, Somuncuk,” dedim Marcus’a dönerek. Karşımdaki boş iki sandalyeye oturdular.
İfadesiz yüzü bir milim bile değişmedi, gür siyah kaşları karanlık kahverengi gözlerinin üstünde oturdukları yerden hiç hareket etmiyordu.
Marcus'a taktığım küçük lakabın hoş karşılanmadığını biliyordum ama kendime engel olamıyordum. Sözün açıkçası biraz gerçekti biriyimdir.
"Merhaba Freya,” dedi Darla sahte bir kahkahayla. Marcus'a güven verici bir şekilde gülümsedi. "Bizim Freya işte, her zamanki şakacılığı üzerinde.”
Sonra konuyu çabucak değiştirdi. "Galeride işler nasıl gitti?"
"Korkunç,” diye cevap verdim. "Tabloları beğenmediler."
"Ahmaklar!" diye söylendi, samimi olmadığını biliyordum. "Merak etme, eminim bir sonraki galeri tablolarına bayılacaktır,” dedi ve kendime hakim olamayarak gözlerimi devirdim.
"Tabii tabii, eminim öyle olur."
Marcus, "Belki de okulu bitirseydin eserlerini sergileyecek bir galeri bulman daha kolay olurdu. Mezuniyetine bir yıl kalmışken okulu neden bıraktığını hala anlamıyorum,” diye laf sokmaya çalıştı.
Mezun olmayışımın gerçek nedenini bilseydi, belki de sözlerini daha dikkatlice seçebilirdi..
Marcus ve Darla'nın on sekiz dolarlık kalamar tabağını seçmelerine yaklaşık yarım saat maruz kaldıktan kısa bir süre sonra Marcus pahalı saatine sinir bozucu bir şekilde dokundu.
"Darla, kalkmamız gerekiyor."
"Ama daha yeni gelmiştik."
"Amcam bizi bekliyor,” dedi sinirli bir bakışla.
Amcam dediği kişi patronuydu, Darla’nın da patronu.
"Ama daha yeni gelmiştiniz,” diye çıkıştım.
"Üzgünüm Freya,” dedi Darla kararlı bir şekilde. "Gerçekten gitmeliyiz."
"Tamam, tabii ki,” diye mırıldandım. "İş bu, beklemez."
"Senin de bir gün güzel bir işin olacak, endişelenme,” dedi ve küçümseyerek gülümsedi, sanki altı ay önce aynı mali durumda olduğumuzu tamamen unutmuş gibiydi.
Oyuncu hayaliyle yanıp tutuştuğu ve yiyecek ekmeği bile olmadığı 6 ay.
"Belki de olur,” dedim omuz silkerek, parça pinçik olmuş omuz çantamı eline aldı. "Her neyse... Pazar günü görüşürüz."
"Aslında,” tereddütle başladı ve isteksizce gözlerimi ona çevirdim, mideme bir ağrı saplandı. "Biz Pazar günü biraz meşgulüz."
"Ama Pazar günleri hep Central Park'a gideriz,” dedim.
Neden hala bu saçma geleneğe bu kadar umutsuzca tutunduğumu bilmiyorum. Aylardır tek bir saniyesinden bile zevk almıyorum ama hapishane kılıklı dairemden çıkmama neden olduğu için de dört gözle bekliyorum.
"Biliyorum ama..." Darla çekingen bir şekilde başladı. "Düğüne sadece birkaç hafta kaldı ve biz henüz pastamızı bile seçemedik!"
Aman Tanrım!
"Peki, siz bilirsiniz. Ama sakın bana ne seçtiğinizi söyleme. Sürpriz olsun istiyorum.”
"Aslında Freya." Yüzü daha da düştü. "Bildiğini sanıyordum..."
"Neyi bildiğimi sanıyordun?"
"Düğün bütçesini baya bir aştık ve sadece yakın arkadaşlarımızı ve ailemizi davet edebileceğiz..."
Masada derin bir sessizlik oldu ve onun söze başlaması için sessizliğimi korumaya devam ettim.
"Özür dilerim, sana söylediğimi sanmıştım."
Marcus'un kendini beğenmiş yüzüne bakınca davet edilmeme sebebimin bütçeyle alakalı olmadığını hemen anladım.
Ben onların "yüksek sosyete" çevresine uygun değildim.
Darla ve Marcus sandalyelerinden kalktı ve kalabalıkta kaybolmadan önce son kez arkalarını dönüp bana el salladılar.
Darla New York'taki ilk arkadaşımdı. Sokağımdaki kafede bana her gün kahve servisi yapmıştı, ta ki sonunda onu benimle oturup bir kahve içmeye ikna edene kadar.
Ama Marcus'la çıkmaya başlayıp, onun Yukarı Batı Yakası'ndaki dairesine taşınıp amcası için çalışmaya başladığından beri, birbirimizden iyice kopmuştuk.
Nişanlım diye kolunda gezdirdiği bu ahmak adam, uzun zaman önce bitmesi gereken bir dostluğun ipini çeken son noktaydı.
Kolumun altına tutuşturduğum tablolarımla Alphabet City'deki evime doğru giderken, kendimi bakımlı ağaçlar ve güzel kahverengi taş binalarla kaplı sokakları gözlemlerken buldum.
Yürürken, gelecek ayın telefon faturasını ya da ev kirasını nasıl ödeyeceğim korkusu olmadan, bu binaların birinde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hayal etmekten kendimi alamadım.
Bu evler sevgiyle mi doluydu?
Yoksa içindekiler en az benim kadar yalnız mıydı?
Parayla saadet olmayacağı fikri doğru olabilir miydi?
Karar veremiyordum.
Ama paranın kesinlikle satın alabileceği bir şey vardı...
Yemek.
Bu günlerde zar zor elde ettiğim bir şey.
Her marketin önünde, midem açlık çığlıklarıyla gurulduyor, tek bir lokma için taklalar atıyordu.
Eğer bugün yemek yemek istiyorsam, reddedilen tablolarımı eve bıraktıktan sonra yapabileceğim tek bir şey vardı.
Mason.
***
Şansıma Mason ben evden ayrıldıktan sonra evinin anahtarını benden geri almayı unutmuştu.
Şehre ilk taşındığımda kardeşimin Financial District'teki kanepesinde kalmıştım, hem de sekiz ay boyunca, ama şimdilerde arada sırada mutfak alışverişi için yirmi dolar borç almak için buraya geliyordum.
Elime para geçtikçe borcumu her seferinde ödüyordum ve de Mason'ın nakite pek de ihtiyaç duyduğunu sanmıyorum. Ne de olsa o başarılı bir avukat.
Apartmanın kapısını sessizce açarak yavaşça içeriye girdim.
Koridordan aşağı inerken, tüm apartman sarhoş kahkahalarla inledi.
Olamaz.
Bugün Cuma.
Poker gecesi.
Eve hızlıca girip çıkmayı planlıyordum; yapmak istediğim son şey Mason'ın sarhoş arkadaşlarına yakalanıp saçma konuşmalarına dahil olmaktı.
Fark edilmeden oradan çıkıp Mason’a haberi olmadan ondan borç aldığım para hakkında mesaj göndermek daha mantıklı geliyordu.
Mutfağa gitmektense, direkt yatak odasına gidip Mason’ın cüzdanını sakladığı şifonyere yöneldim.
Ama çekmeceyi açıp cüzdanı göremeyince hayal kırıklığına uğradım.
"Lanet olsun!” diye iç geçirdim, sinirle çekmeceyi kapattım.
Kahkahalar dairenin içinde yankılanmaya devam etti, yapacağım şeyin riskli olduğunu biliyordum.
Ama bu gece karnım doyacaksa, yapılması gereken şey belliydi.
Yavaşça koridorda ilerledim ve Mason'ın oturma odasına giden kemerin köşesinden içeriye bir göz attım.
Gözlerim masada Mason’ın yanında duran cüzdana kaydı.
Tam vazgeçmek üzereydim ki odanın diğer ucundan adımın söylendiğini duydum.
"FREYA!" diye bağırdı Mason. Bu kafaya erişmek için kaç bardak viski içtiğini düşünmekten alamadım kendimi.
Lanet olsun.
"Mason,” diye sessizce cevap verdim, isteksizce saklandığım yerden çıkarak.
"Kim bu Mason?" diye soran başka bir ses daha duydum, havalı ve sert. "Bizden neler saklıyorsun böyle?"
Gözlerim hemen kardeşimin karşısında oturan adama döndü.
Bu
Gerçek
Olamaz!
Şoktan kalp krizi geçiriyorum sandım.
Bu mümkün değil...
Ayaklarımı sürüyerek odaya girdim, tüm gözler üzerimdeydi, ama hiçbiri altın gözlü rock yıldızınınkinden daha baş döndürücü değildi.
Onun, kardeşimin oturma odasında oturmuş, şehirdeki tüm reklam panoları ve dergi kapaklarında olduğundan daha mükemmel bir şekilde poker oynuyor olabileceğini aklım bir türlü almıyordu.
Ama daha yakından bakınca o olduğuna emin oldum...
Bu oydu.
Liam Henderson, rock efsanesi!