
Taht Oyunları
Penelope Tate Taç Oyunlarının bir parçası olmayı hiç istememişti. Daha dün kül süpürürken, bugün kendini göz kamaştırıcı ama ölümcül bir taht yarışının tam ortasında buldu. Üstelik bu yarışa her genç katılmak zorunda. Dostlar bir anda düşmana dönüyor, taliplerin gülüşleri zehir gibi ve yerin derinliklerinde kadim güçler uyanıyor. Penelope sarayın sınavlarıyla, kaynayan sırlarla boğuşurken bir şey iyice netleşiyor: Sadece oyuna dâhil olmak yetmez, onu alt etmesi gerekir. Hem de belki kalbinden vazgeçme pahasına...
Birinci Bölüm
BİLİNMEYEN
Boğazıma dolan kan yüzünden nefesim kesildi, ciğerlerim paramparça olmuş gibiydi.
Beni öldürdüklerini, görevi tamamladıklarını sanıyorlardı.
Oysa perde henüz kapanmamıştı. Ama az kalmıştı.
Üstelik bunu kabullenmiştim.
Çünkü geride savaşmaya değer hiçbir şey kalmamıştı.
Karımı kirletmişler, kızıma işkence etmişler, oğlumu gözümün önünde katletmişlerdi. Bütün çığlıkları duymam, her saniyeyi izlemem için ellerinden geleni yapmışlardı. Bense zincire vurulmuş hâlde çaresizce seyretmiştim.
Bağırmaktan sesim kısılmıştı, demir prangaları zorlamaktan bileklerim parçalanmıştı.
Ama kimse gelmedi. Kimse gelmeyecekti.
Bizi şatonun yıllardır kimsenin ayak basmadığı, ıssız bir köşesine sürüklemişlerdi.
Birisi onların içeri sızmasına yardım etmişti.
Birisi krala ihanet etmişti.
Ben ölürsem Iron Forge sahipsiz kalırdı. Ne bir vâris ne de sığınacak bir çare kalırdı.
Sadece kargaşa ve düzensizlik...
Diğer iki bölgeden gelen haydutlar akbaba misali bekliyorlardı.
Göz kenarlarına gözyaşı dövmesi kazınmış o alçak adamların istediği de buydu.
Kızıl saçlı, genç bir tanesi sırıtarak, “İşimiz bitti. Hadi, sıvışalım buradan,” dedi.
Daha yaşlı olan öfkeyle, “Hakkım olan parayı almadan şuradan şuraya gitmem,” dedi.
Diğerleri de ona arka çıktı. Paralarını istiyorlardı.
Tabii ki isteyeceklerdi. Her şeyin sebebi hep paraydı. Bütün kötülüklerin anası oydu.
Onlara ödeme yapmaya gelmişti.
“Neden?” dedim cılız bir sesle. Konuşurken sesim çatlıyordu, ağzımdan kan damlıyordu.
Döndüğünde gözlerindeki şaşkınlığı gördüm. Hâlâ yaşadığıma inanamıyordu.
Ağır adımlarla yanıma sokuldu, ölüm döşeğindeki birine teselli verircesine üzerime eğildi.
Sesi yumuşaktı, içinde tuhaf bir hayranlık vardı.
“Merhamet, tahtı çürütür,” dedi. “Sen kalbini açtığın an, seninki zaten çökmeye başlamıştı.”
Daha da yaklaştı. “Kargaşa şarttı. Kan dökülmesi şarttı. Ancak eski düzen yıkılırsa gerçek kraliçe ortaya çıkardı.”
Ürkütücü bir nezaketle ağzımdaki kanı sildi.
“Ölümün talihsiz ama kaçınılmaz. Sen zaten taht için yaratılmamışsın.”
Bu sözlerin ardından, ceketinden bir hançer çıkarıp boğazımı kesti.
Karanlık…
Beni eski bir dost gibi kucakladı.
PENELOPE
“Penny, buraya gelir misin lütfen?”
İsmimin kısaltmasını duyunca göz devirmek istedim ama yapmadım. Çağıran annemdi, göz devirdiğimi görürse başıma tahta kaşıkla vururdu. Küçük bir mutfak eşyası deyip geçmeyin, bayağı can yakıyordu.
Keşke bana tam adımla, yani Penelope diye seslenselerdi.
Mutfağa girdiğimde bir şeylerin ters gittiğini hemen anladım. Her yere ağır bir yahni kokusu yayılmıştı. Annem, küçücük Xandra heykelini avuçlarının arasına almış, parmaklarını taşın üzerinde usulca gezdiriyordu.
Her zamanki gibi topuz yaptığı açık kahverengi saçlarından fırlayan birkaç saç teli gri gözlerine düşüyordu. Annem genelde sakin biri olmasına rağmen bugün öyle değildi.
Rosto huzur demekti, Xandra ise kötü haber…
Mutfak küçücüktü, duvarları haşlanmış bezelye rengiydi. Yetmezmiş gibi perdeler de soluk sarıydı. Annem mutfağın bu hâliyle gayet güzel olduğunu düşünüyordu. Babam ve ben bu konuda ona katılmadığımızı söyleyemiyorduk.
Babamın koyu kahverengi gözleri yere bakıyordu. Gergin olduğunda hep yaptığı gibi siyah saçlarını sıvazladı ki bu huyu bana da geçmişti. Yüzünde her zamanki gülümsemesi yoktu.
“Ne oldu?” diye sordum.
Annemle babam, yılların getirdiği o suskun bakışlardan birini paylaştılar, tek kelime etmeden aynı korkuda buluştular.
“Söylesenize.”
Babam iç çekti. “Kraliyet ailesi geçen hafta öldürüldü. Kral ya da kraliçe olacak kimse kalmadı.”
Çarşıda gezerken böyle bir söylenti duymuştum ama kesin olarak duyunca içime bir şey oturdu.
“Ee?”
“Sen hayvanları beslerken saraydan bir mesaj geldi,” dedi gergin bir sesle. “Şimdilik Üçler yönetimde... Yeni kral ve kraliçe seçilene kadar...”
Yine sustu, dişlerini sıkıyordu
Anneme baktım. Xandra’yı avucunda sıkıca tutuyordu.
“Üçler bir karar çıkardı,” dedi. “Bir kura çekildi. On sekiz ile yirmi bir yaş arasındaki herkesin adı listeye yazıldı.”
Yutkundu.
“Senin adın da çıktı, Penny.”
Ama cevabı biliyordum. Üçler’in kararına karşı gelinmezdi. Yoksa topraklarını, burada yaşama hakkını ve belki de canını kaybederdin.
Kura diyorlardı ama bana öyle gelmiyordu. Yetkililer, kraliyet ailesinin ölümünden sonra çok hızlı geldiler, çok hazırlıklıydılar, kimi seçeceklerini zaten biliyorlar gibiydiler. Belki de Kraliyet Konseyi kura süsü vererek bizi bilerek seçmişti.
“Ne kadar zamanım var?”
“Birkaç saat içinde ayrılıyorsun,” dedi babam. Sesi sakin olsa da gözleri üzüntüsünü ele veriyordu.
Annem gelip sarıldı.
“Her şey yoluna girecek. Kraliçe olabilirsin. Evet, tanımadığın biriyle evlenmek zorunda kalacaksın ama kazanırsan yapabileceğin onca iyiliği düşün,” dedi.
Umutlu görünmeye çalışıyordu ama gözlerindeki ifade, sözleriyle uyuşmuyordu.
Kollarından nazikçe sıyrıldığımda biraz üzülür gibi oldu.
Özür dilemedim. Üzülmeye hakkım vardı. Ben üzülmeyecektim de kim üzülecekti?
“Her şey iyi olacak, baba,” dedim. “Ben de iyi olacağım. Sanırım şimdi gidip eşyalarımı toplayacağım.”
Yorgun bir gülümsemeyle mutfaktan çıktım.
Odama gitmek yerine evin arkasındaki gölete gittim. Kenarına oturup ayak parmaklarımı suya sokarak yüzümü güneşe tuttum.
Daha bakmadan kim olduğunu biliyordum.
En iyi arkadaşım Thomas White’tı. Thomas’ın her zaman neşeli görünen kahverengi gözleri ve asla taramadığı dağınık, dalgalı kahverengi saçları vardı. Yanıma oturdu, saçları güneşin altında parlıyordu.
“Doğum günün iki hafta sonra olduğu için şanslısın,” dedim. “Kuraya dâhil edilmedin. Hayatını kraliyete adamak zorunda değilsin.”
“On sekiz yaşında olsaydım evlenirdik ve herkesi bu dertten kurtarırdık,” diye şaka yaptı.
Botlarını çıkarıp kot pantolonunun paçalarını kıvırdıktan sonra, ayaklarını benimkilerin yanında suya soktu.
“Sen nereden öğrendin?”
“Evine gittim. Dışarıda olduğunu ve seni biraz yalnız bırakmamı söylediler. Sonra anlattılar.”
Sesi neşeli çıkıyordu. Sanki gülümsemeyi sürdürürse söylediklerinin ağırlığı azalırmış gibi...
“Gitmek istemiyorum, Thomas,” dedim sessizce. Dile getirince daha da gerçek geliyordu.
Kolunu omzuma attı. “Her şey yoluna girecek, Pen.”
Sinirle homurdandım. “Sana daha kaç kere tam adımı söylemeni söyleyeceğim?”
“Sonsuza dek, Pen. Sonsuza dek...”
Gün batımına dek neşe içinde sohbet ederek göletin kenarında oturduk.
Giderken sarılıp, “Yakında görüşürüz,” dedim.
Atkuyruğumu hafifçe çekti. “Benden bu kadar kolay kurtulamazsın.”
Sonunda odama girdiğimde kıyafetlerimi gelişigüzel, bir çantaya tıkıştırmaya başladım.
Biri kapıyı tıklattı.
Babam kapıdan başını uzatarak, “Thomas ile vedalaştın mı?” diye sordu.
Başımı salladım.
“Merak etme, canım, sorun olmayacak. Büyük ihtimalle sonuna kadar kalmazsın.” Yüzüne yarım bir gülümseme yayıldı. “Yapamayacağından değil, uğraşmaya tenezzül etmeyeceğinden.”
Haksız da sayılmazdı.
“Seni özleyeceğim, baba.”
“Bu gece bir mum yakıp Xandra’ya seni koruması için dua edeceğim.”
Sessizce, “Teşekkür ederim,” dedim. Onlarla aynı inancı paylaşmasam da dualarına saygı duyuyordum.
Annem arkasından gelip kısık sesle, “Saraydan bir araba geldi,” dedi.
Oluyordu işte ve durdurmak için yapabileceğim hiçbir şey yoktu.




































