Melek ve Şeytan - Kitap kapağı

Melek ve Şeytan

Marie Rose

Altıncı Bölüm

SIENNA-ROSE

Babamın elindeki gümüş renkli bıçak ay ışığının yansımasıyla parlıyordu. Korku damarlarımda Atlantik Okyanusu misali akarken, bu sahneyi bir anlığına dışarıdan izliyormuşum gibi hissettim.

Sandalyeden kalktığı anda olduğum yere âdeta çivilendim. Hem uzuvlarım her an pes edecekmiş gibi hem de düzensiz atan kalbimin üzerine ağır bir yük binmiş gibi hissediyordum.

Uğursuz bir bakışla bana yaklaşırken kaçmak istesem de tüm sinir hücrelerim hareket etmemi engelliyordu. Henüz durumun ayırdına varamadan, yanağıma bastırılan bıçağın soğuğunu hissettim.

“Sienna, bu saatte dışarıda olman konusunda ebeveynlerin olarak ne düşündüğümüzü biliyorsun, özellikle de erkeklerle.”

Ne yapacağımı bilemiyordum. Onu daha da kızdıracağını bildiğimden cevap vermek istemiyordum. O anda benim için en iyisi sessiz kalmaktı.

Bıçağı yanağıma daha da bastırıp derimi çizerek kanatmaya başladığını fark ettim. Acı çığlıklarımı bastırmaya çalışsam da ufak iniltime engel olamadım.

Psikotik bir şekilde kanımı akıtma arzusunu körüklediğinden, babamın acı çığlıklarımı duymaktan zevk aldığını adım gibi biliyordum.

“Biraz önceki bir sızlanma mıydı Sienna? İşte şimdi beni hayal kırıklığına uğrattın. Henüz başlamadım bile ama sen şimdiden cılız bir fahişe gibi sızlanmaya başladın.”

Birkaç saat önce morarmış yanağıma sert bir yumruk indirdi. Darbenin etkisiyle tökezleyerek yemek odasına savrulup masaya çarptım. Omurgam muhtemelen ciddi şekilde zedelenmiş ya da kırılmış olduğundan, kemiklerimdeki ağrı dayanılmaz raddedeydi.

Daha doğrulmaya fırsat bulamadan gırtlağıma yapışarak solunum yolumu kesti.

O anki öfkesinin ona her şeyi yapabileceği adrenalini sağladığından emindim.

Aslında beni öldürmesinden değil, ben öldükten sonra hıncını evdeki diğer kardeşlerimden çıkaracağından korkuyordum.

“O iki adamın seni eve bıraktığını fark etmeyeceğimi mi sandın? Sen kahpenin tekisin. Varsa yoksa erkeklerle düşüp kalkıyorsun. Ne annene ne de bana destek oluyorsun.” Hâlâ bakire olduğum için bu söyledikleri kanıma dokunmuştu.

Her şeyi ailemi gururlandırmak için yapsam da belli ki ne yaparsam yapayım onlar için asla yeterli olmuyordu. Ailemin uyuşturucu, alkol ve kıyafetlere yatırdığı parayı denkleştirebilmek için iki işte birden çalışıyordum.

“Yapmamı istediğiniz her şeyi yaptım…” Boynuma sıkıca yapışırken oksijensizlikten göğsüm yanmaya başladığından zar zor konuşabiliyordum.

Söylediğim hoşuna gitmemiş olacak ki beni kısa bir süre içinde odanın diğer ucuna savurarak merdivenin sütunlarına yapıştırdı.

Hem ciğerlerimde yeteri kadar oksijen kalmadığından vücudum uyuşmuş hem de omurgama aldığım darbeden görüşüm bulanıklaşmıştı.

Üzerime çullanıp bıçağın ucunu karnıma değdirdi. Deli olduğunu bilsem de daha önce bana karşı hiç bu kadar agresif davranmamıştı. Beni elbette sağlam hırpaladığı zamanlar olmuştu ama bu bıçakla ilk münasebetimdi.

Bıçağı iki eliyle sıkıca kavrayarak kaldırdığını fark edemeyecek kadar düşüncelerimde kaybolmuştum. Ben hareketlerini algılayamadan bıçağı derimi yarıp karnımın derinliklerine sapladı.

Bir saniye bile duraksamadan bıçağı karnımdan çekip doğrudan boğazıma yöneldi. Kadınlara bok gibi davranan aşağılık bir sarhoşun elinde böyle ölmeyi reddediyordum.

Tam bıçağın ucunu derime indirirken bacağımı hareket ettirmeyi başardım.

Dizimi olabildiğince havaya kaldırarak kasığına vurduğumda altından sıyrılarak kaçma şansı yakaladım.

Ne yazık ki girişimim nafileydi. Baldırımın arkasında acı verici bir ağrı hissettiğimde ancak mutfağa kadar gidebilmiştim. Yoğun acı yüzünden artık koşamıyordum. Yine de bacağımı çok fazla hareket ettirmeden arka kapıya doğru mümkün olduğunca hızla ilerlemeye çalıştım.

Babam çok geçmeden mutfağa girip bir bıçak daha aldığında buraya kadar olduğunu anladım.

Bu sonum olacaktı, Sophie’ye tek gerçek ailem olduğu için teşekkür etme ya da Damien’ı bir daha görme şansım olmayacaktı. Bir başımaydım. Karnıma doğru bir hamle daha yaptığında yeterince hızlı hareket edemedim.

Yan tarafımda hissettiğim ağrının üzerine, göbek deliğimden sağ tarafıma doğru uzun ve derin bir kesik açtı. İki bıçak darbesinden ve şimdi de karnımdaki büyük kesikten dolayı fazlasıyla kan kaybediyordum.

Beni bir kez daha saçlarımdan yakalayıp kaçış yolumdan geri çekmeye başladı. Beni böyle sert tutarken ondan kaçamayacağım için çaresizdim.

Sözde babam bıçağı boğazıma dayadığı esnada küçük kız kardeşim Ellie’nin aşağıya inmesi benim için tek fırsattı. Tekrar bana dönmeden önce Ellie’nin yukarı çıkmasını bekleyeceğini bildiğimden onun şok hâlinden faydalandım.

Kalan son mecalimle onu kendimden uzaklaştırıp baldırımdaki ve karnımdaki acıyı görmezden gelerek kaçmaya başladım.

Vücudumun büyük bir kısmını kaplayan kan ve tenimin farklı noktalarındaki morluklarla korkutucu göründüğümü bilsem de aldırış etmiyordum, o anda beni ilgilendiren tek şey o adamdan uzaklaşıp ya bir başıma ölmek ya da yardım bulmak için sakin bir yer bulmaktı.

Beni kapıdan içeriye çekerken saçlarımdan tutam tutam saç kopardığından da emindim ama gerçekten umurumda değildi.

Şimdilik güvende olsam da bu koşmayı bırakacağım anlamına gelmiyordu.

Gecenin bir körü olduğu ve çoğu insanın bir ya da iki saat daha uyanmayacağı için Tanrı’ya şükrederek boş sokakta koşmaya devam ettim.

Sophie’nin her zamanki gibi arka kapıyı açık bıraktığını umarak kafeye varana kadar durmadım. Özellikle gösterilmedikçe ya da çok dikkatli biri olmadıkça kimse kapının orada olduğunu anlayamazdı.

Berbat durumuma rağmen kafeye rekor sürede ulaştım. Ama oraya vardığımda uyuşmuş bacağımın rengi solmaya başlamıştı.

Sebebinin kaybettiğim kan miktarının alyuvar seviyemi düşürmesi olduğunu bilsem de artık duramazdım.

Kafenin arka tarafına girer girmez bıçağı hızlı bir hareketle bacağımdan çıkardım. Karnımdaki yaralar kaçarken koştuğum için daha fazla açılmıştı ama artık acıyı hissetmiyordum ki bu hiç de iyiye delalet değildi.

Bir kol boyu uzaklıktaki kapıyı görsem de daha fazla ilerleyecek mecalim kalmamıştı. Uyumalıydım. Bitap düşmüştüm ve vücudum attığım her adımda bir topla zinciri sürüklüyormuşum gibi ağrımaya başlamıştı.

Bacaklarımın pes etmesiyle serin zeminde öylece uzanıp ya sonumun yaklaşmasını ya da iyi bir insanın gelip beni bir kez daha kurtarmasını bekledim.

Yirmi dört saat içinde iki kez kurtarılmaya ihtiyaç duymam hem ironik hem de acınasıydı.

Evren muhtemelen beni izleyerek son zamanlarda başıma gelen talihsizliklere katıla katıla gülüyordu. Silik düşüncelerimin arasında aklıma Damien geldi; beni daha önce kurtarmıştı, belki yine kurtarabilirdi.

Bu elbette hayal bir temenniydi, yine de bu geceden önce onunla tanışmayı başardığım için mutluydum. Birine bu kadar hızlı bağlanabileceğimi hiç düşünmemiştim. Tanıdığım ama nereden tanıdığımı tam olarak çözemediğim bir figür gibiydi.

Onu belki uçuk rüyalarımdan birinde görmüş ya da ona şehirde bir veya iki kez denk gelmiştim ama bunun benim için bir önemi yoktu.

Benim için önemi olan tek şey; en çok ihtiyaç duyduğum anda benim kurtuluşum olması ve varlığından haberdar olduğum kısa saatler içinde bana önemsendiğimi hissetmenin, fark edilmenin nasıl bir şey olduğunu göstermesiydi.

Onun insan kılığında bir melek, hatta benim meleğim olduğunu Tanrı biliyordu.

Kapkara saçlı ve masmavi gözlü çocukla ilgili düşünmeye başladığımda tam adı zihnimde yankılandı: Damien Black. Bu ismi daha önce duyduğumu bilsem de tam olarak nerede duyduğumu kestiremiyordum.

Londra, dedikodu kazanıyla kaynayan büyük bir şehir olduğundan onun adını nereden bildiğime dair olasılıklar sonsuz bile olabilirdi.

Gözlerimin kenarlarındaki solgun karanlık, görüşüm dönmeye ve gerçeklikten uzaklaşmaya başladığında düşüncelerimi böldü.

Göz kapaklarım ağırlaşırken kendimi zihnimi saran karanlığın kollarına teslim etmekten başka bir şey yapamıyordum.

Ölüm böyle bir şey miydi?

Ne bir ışık ne de diğer uçta beni diğer dünyaya davet eden biri vardı, sadece karanlık ve sessizliğin aniden etrafımı sarmasından ibaretti.

O karanlığın içinde altın rengi bir sis, girdap ve kıvrımlar hâlinde bana doğru süzülerek beni göz alıcı güzelliğine tutunmaya teşvik ediyordu. Bunun ne olduğunu bilmesem de tek bildiğim, daha yaşamanın ne demek olduğunu görmemişken ölmeye hazır olmadığımdı.

Altın sis avuçlarımda katılaşırken ruhumu bir güven duygusu kapladı. İyi olacağımı, ona tutunursam hiçbir şeyin beni yaşamak istediğim hayattan koparamayacağını biliyordum. Ben yaşamda da ölümde de bir savaşçıydım ve bu asla değişmeyecekti.

Geçen zaman bana ömür gibi gelse de ruhsal olarak bedenime bağlıymışım da çevremde olan biten her şeyden haberdarmışım gibiydi.

Londra’nın kalabalık caddelerinin gürültüsünü duyabiliyor, uykusundan uyanan güneşle günün başladığını biliyor ve uzaktaki topuk seslerinin kaldırımda tınladığını ayırt edebiliyordum ama gözlerimi açacak takati kendimde bulamıyordum.

“Aman Tanrım… Sienna.” Bunun Sophie’nin sesi olduğunu biliyordum. O anda ruhuma ferah bir rahatlığın çöktüğünü hissettim. Beni bulduğu için rahatlasam da beni bu hâlde bulduğundan kötü hissediyordum.

Bu hâldeyken benimle ilgilenmek zorunda kalmamalıydı ama ne gidecek başka bir yerim ne de kapısını çalabileceğim başka bir tanıdığım vardı.

Etrafımdaki her şey bulanıklaşırken duyularımın çevreye odaklanamadığını hissetsem de Sophie’nin başımın yanına oturup başımı kucağına koyduğunu biliyordum.

Duyduklarımı kesik kesik algılıyor, Sophie’nin panik içinde, “Lütfen telefonu aç,” diye kendi kendine tekrarladığını duyabiliyordum. Böylesi bir durumda kimi aradığını merak ediyordum ama yapılacak en doğru hareket olduğundan polisi ya da ambulansı arıyor olmalıydı.

“Damien bir sorunumuz var, hemen kafeye gelmelisin.” Neden hastaneyi değil de Damien’ı arıyordu?

O anda üzerine düşünecek enerjim olmadığı için, sadece saçlarımı yüzümden geriye doğru tarayan elinin hissine odaklanmaya karar verdim.

His hem rahat hem de müthiş dokunulmaz hissettiriyordu. Sanki o yanımdayken güvendeydim ve bu dünyada hiçbir şey beni annem olarak gördüğüm bu kadının elinden çekip alamazdı.

“Hayır, ben iyiyim ama…” Duraksayıp elini zorlukla nefes aldığım ciğerlerimin üzerine koydu. “Sienna çok kötü yaralanmış, nefes aldığını sanmıyorum.”

Sophie kontrolsüzce ağlamaya başladığında onu bu duruma soktuğum için kaçınılmaz derecede berbat hissettim.

Babam bunca zamandır yalnızca bir problemden ibaret olduğum konusunda haklı olabilirdi, çünkü iyi olduğum tek konu etrafımdakileri gereksiz strese sokmaktı.

Sessizce otururken, etrafımdaki yaşamın seslerini, sabahın gökyüzünde cıvıldayan kuşları, işe ya da okula giden insanların konuşmalarını dinledim.

O anda her şey daha canlı ve hayat dolu görünüyordu; yine de yaşayanlar etraflarındaki dünyadan öylesine habersizdi ki, tenlerini okşayan esintiyi ve ayaklarının altındaki toprağın onlara hâlâ hayatta olduklarını hatırlatması gibi küçük detayları takdir etmeye zaman ayırmıyordu.

Sophie’nin yumuşak sesini duysam da bu daha çok arka plandaki şehir gürültüsü gibiydi. Artık gökyüzündeki kuşların cıvıltısına huzurla kapılmış vaziyetteydim.

Yavaş yavaş hiçliğin içinde kaybolmaya başladığımı ve altın sise tutunduğum elimin kaydığını hissedebiliyordum ama onun sesini son bir kez daha duymak istiyordum.

Boynuma birinin parmak uçlarının değdiğini fark etsem de artık süzülüyormuş gibi hissettiğim için buna aldırış etmedim.

Varlığım yalnızca beynimdeymiş gibi bedenim artık hiçbir hareketi algılayamıyordu. Yalnızca belli belirsiz sesleri seçebiliyordum.

Bir süre sonra duymayı beklediğim sesi işittim.

“DOKTOR BROWN’I ÇAĞIRIN. DERHÂL!” Sesi paniklemiş ve acı içindeydi. Yoksa o da mı yaralanmıştı? Sesinin neden bu denli üzgün çıktığını anlamıyordum.

Etrafımda birden fazla insanın olduğun duyabilsem de nedenini bilmiyordum. Korkutucuydu. Bedenimin üzerinde hiçbir kontrolüm yokken bilmediğim bir ortamdaydım.

Sophie ya da Damien’ın nerede olduğunu bile bilmiyordum.

Tanımadığım bir sesin birine belli belirsiz Diablo diye hitap ettiğini duydum. O kimdi?

“Bu hâle düşmesinin nedeni onu bırakmış olmam. Aynı hatayı ikinci kez yapmayacağım.”

Sesinden hissettiğim öfkeyle acı tüm duyularımı alarma geçirmişti. Olan bitenden hiçbir şey anlamasam da artık beni bulduklarını biliyordum. Bu noktadan sonra her şey yoluna girecekti.

Dünyam kısa süre içinde karanlıktan başka bir şeye dönüştü. Artık ne Damien’ın ne de doktorun konuştuğunu duyabiliyor, yalnızca kalp monitörünün bip sesini ayırt edebiliyordum. Altın rengi sis kaybolurken, etrafım bir kez daha deliksiz bir sessizliğe gömüldü.

Ölümle burun buruna gelmek gerçekten böyle bir şeyse, hayatımı ciddi ciddi gözden geçirmeliydim. Hâlâ hayatta olduğuma göre, hayatımın aşkını bulmak, evlenmek ve aile kurmak için geç değildi.

Henüz hiç yaşayamadığım hayatımın mücadelesinden öylece vazgeçeceğime, cehennemin dibini boylarım daha iyiydi.

Damien ve Sophie farkında olmadan benim yaşama sebebim olmuştu. Benim için burada olduklarını bilmek bana savaşmaya devam etmek için bir neden veriyordu.

Bu kadar kolay pes etmeyecektim.

Ben elimde hiçbir şey kalmayana kadar savaşmaya devam edecek savaşçıydım, hiçbir şeyim kalmadığında bile öyle kolay diz çökmeyecektim.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok