Kristen Mullings
Sage
"LANET OLSUN!" diye çığlık attım.
Roman üzerimize öfkeli bir ayı gibi koşmaya başladı.
Ben farkına bile varamadan, Wong’u saçlarından vahşice çekerek ayağa kaldırdı. Sikinin içimden çıktığını ve soğuk havanın içime girerek amımı soğuttuğunu hissetmiştim.
Roman yumruğunu Wong’un çenesine indirdiğinde kemiklerinin çenesinin çatırdadığını duymuştum. Roman, acımasızca Wong'un yüzünü yumruklarken bu olanları dehşet içinde izliyordum. Sonrasında, Wong neler olduğunu anladı ve kendini savunmaya çalıştı.
Köşeye koştum ve çömeldim, acımasız yumruklaşmaların başlamasını korkuyla izliyordum.
Roman, Wong'dan çok daha iri, agresif ve daha uzundu ve yumrukları daha fazla Wong’a isabet ediyordu. Çok fazla.
Dövüşçüsü çok kötü dövülen bir boks antrenörü gibi hissediyordum ve artık havlu atma zamanı gelmişti. Daha fazla dayanamadım ve olaya müdahale ettim.
"Roman! Dur! Canını yakıyorsun." Alman ayısı kımıldamadı bile, yumruğunu arka arkaya Wong'un yüzüne indiriyordu.
Wong, yumruklardan elinden geldiğince kaçarak Roman’dan kendini uzaklaştırmaya çalışıyordu.
Sonunda Roman, ellerini Wong’un boynuna geçirdi. Sanki başının üzerinde bir ağırlık kaldırıyormuş gibi, Wong'u havada tuttu ve gözlerime baktı.
Bana hakimiyet mesajı gönderiyordu.
Kontrolden çıkmıştı.
Sonra Roman Wong'un bedenini cam sehpamın üzerine doğru fırlattı. Cam sehpa paramparça olmuştu. Kırık cam parçaları oturma odamın her yerindeydi..
"YETER!" diye çığlık attım.
Roman Wong'u saçından yakaladı ve kırık camların üzerine doğru yüzüstü fırlattı. Neyse ki, Wong'un çok ciddi derin kesikleri yoktu.
Roman Wong'un sırtına oturdu, onu boğmaya başlamıştı ve sonra başını bana doğru çevirdi. Roman'ın lazer ışınlı gözleri benimkilere kilitlenmişti...
Dikkatle gözlerine baktım... Fırtınalı. Öfkeli. Buz gibi.
Daha önce hiç bu kadar korkmamıştım.
"Zamanını böyle mi geçiriyorsun? Neden vaktini boşa harcıyorsun, Sage?" Roman bu soruyu neredeyse sakin bir şekilde sormuştu ama bağırarak sorsa bu kadar ölümcül bir ses çıkaramazdı.
Far görmüş tavşan gibi olduğum yerde kalmıştım.
"Evet..." diye meydan okudum canavara. "Son zamanlarda zamanımı böyle geçiriyorum ve vaktim hiç de boşa harcanmıyor," diye de ekledim.
Gözlerindeki öfke daha da artmıştı.
"Gerçekten mi?" diye sordu Roman.
Roman, Wong’u serbest bıraktı. Wong boğazını tutarak nefes almaya çalışıyordu.
Roman, Wong'a "Ara onu," dedi.
"Kimi arayayım?" Wong öksürerek cevap verdi.
"ONU ara! Ve telefonu Sage'e ver."
Roman kaçık bir psikopat mı? Önce zavallı Wong'u döverek ağzını yüzünü dağıttı. Şimdi de Wong’un hayali bir kadını aramasını istiyor?
"Tamam, tamam," diye soludu Wong.
"Wong, bu hasta herifin hayali oyununa eşlik etmek zorunda değilsin," dedim.
Roman, Wong'un kanepedeki telefonunu işaret etti.
"Ona telefonunu ver, Sage," diye emir verdi.
Hipnotize olmuş gibi, Wong'a telefonunu verdim ve ardından birkaç tuşa basıp cep telefonunu bana uzattı.
"Konuş," diye emretti Roman gür sesiyle.
Elimdeki telefonun ekranına baktım ve ön tarafta bir kadının adının yanıp söndüğünü gördüm. Kadın telefonu açınca hiç düşünmeden konuştum.
"Merhaba," dedik, kadın ve ben aynı anda.
"Kimsiniz?" Kadın ben de ona aynısını sormadan önce bana sordu. Ben de aynı şekilde bu kadının kim olduğu merak ediyordum. "Brandon'ın bir arkadaşıyım. Ya sen kimsin?" diye cevap verdim.
Bir dakika bir duraklama oldu.
"Arkadaş mı? Bu çok garip. Brandon'ın tüm arkadaşlarını tanıyorum... Adın ne? Ayrıca, neden beni onun telefonundan arıyorsun? Onu telefona ver. Hemen."
Kadının kontrol altında tutmaya çalıştığı ama başaramadığı hafif düşmanca ses tonuna hazırlıksız yakalanmıştım.
"Ben Sage ve o... Şu anda telefona gelemiyor. Mesaj bırakabilirsin, mesajını ona iletirim."
Nedense biraz sinirlenmiştim, açıklayamadığım bir şeydi bu. Ama insanlar benimle uğraştığında, karşılığında ben de onlarla uğraşırdım.
"Sage." Hıçkırıklarını duyuyordum ve sonra başka bir duraklama daha oldu ve...
Bunlar gözyaşı mıydı? Ağlıyordu. Ağladığına inanamıyordum.
"O boktan nişanlıma söyle, Manitoba’ya döndüğünde lanet yüzüğünü geri alabilir!"
Kadın vahşice bağırırken telefonu kulağımdan çektim ve telefonu kapattım. Şaşırmış ve dehşete düştüm. Belli ki benim kim olduğumu biliyordu.
Artık doğru dürüst nefes alabilen ve kendine gelen Wong’a döndüm. Korkmuş gözleriyle bana bakıyordu.
"Ne yaptın sen?" dedi kısık bir sesle beni tersleyerek.
Kızgındım.
"Ben ne mi yaptım? Her şeyi sen yaptın!" diye bağırdım. "Seni pislik! Bir nişanlın ~vardı,~ gerçi artık yok ve sen bana bundan bahsetmedin mi?!"
Wong kanepeden kalktı, Roman'ın temkinli bir şekilde yanından geçerek telefonunu elimden aldı. Ön kapımdan tökezleyip çıkarken telaşlı bir şekilde telefonun ekranına dokunuyordu.
Çok etkileyiciydi, baştan sonuna kadar.
Wong aldatan bir piçse ne olmuş yani? Hiç umurumda değildi ve Ronnie'ye de bu konu hakkında hiçbir şey söylemeyecektim. "Ben demiştim," dediğini duymak istemiyordum.
Wong gittiğinde rahatladım. Kendimi berbat hissediyordum. Gözlerim dolmaya başlamıştı.
Roman kanepemde oturmuş bana bakıyordu ve hiçbir şey söylemiyordu. Sol elini kotunun cebine soktu, gümüş bir sigara tabakası çıkardı ve içindeki tek kalmış sigarayı aldı.
Sigarayı dudaklarının arasına yerleştirdi ve gümüş bir çakmak için diğer cebini yoklayıp sigarasını yaktı. Buz mavisi gözlerini benden hiç ayırmıyordu.
Üşümüştüm ama onun yoğun bakışları altında beni ateş basıyordu.
Kendime sarıldım, bu adamın, bu canavarın önünde neredeyse çıplak olduğum için değil, şu anda sarılmaya ihtiyacım olduğu için.
"Nereden bildin?" diye sordum. "Wong'un bir nişanlısı olduğunu?"
Gözleri şimdi bir ton daha koyulaşmıştı. Kıstığın gözleri yavaşça vücudumun her yerinde gezindi ve sonra yavaşça gözlerime doğru baktı.
"Yatırımlarıma önem veririm," dedi yumuşak bir ses tonuyla.
Kendimi toparlamak zorundaydım.
Lanet olası Wong.Opiçbeni~diğer kadın~konumuna sokmuştu. Ama beni kandırması, eski nişanlısına karşı işlediği suçun yanında hafif kalıyordu.
Az önce zavallı bir kadının hayatını mahvetmişti. Acısını telefondan hissetmiştim. Kadının acısı bir şimşek gibi kafamda çakmış ve beni şoke etmişti.
Bir de burada lanet olası barbar Roman vardı. Bana bir eşyaymışım gibi davranıyordu. Akılsız bir zombi gibi onun isteklerine uymamı bekliyordu.
Öte yandan, yaşayan en seksi adam gibi görünüyordu. Hayır... Bir erkekten daha fazlası. Adeta bir seks tanrısı.
Ve savaş.
"Gel," dedi ve parmaklarıyla tam önündeki noktayı işaret etti.
İtaat ettim ve ona doğru yürüdüm. Sigarasını pencere kenarındaki bir kül tablasına yerleştirdi. Sonra, boştaki eliyle kalçalarımı kavradı, elbiseyi yukarı doğru iterken yavaşça tenime dokunuyordu.
"O adamın kokusunu alabiliyorum," dedi, iğrenmiş görünerek. Ve elini aniden çekti.
Hiçbir şey söyleyemedim. Ona bakamadım. Hissettiğim duygu fırtınası oldukça eziciydi.
"Bunun için seni cezalandırmalıyım," dedi.
Şimdi onun gözlerinde esen fırtına gibi benim de gözlerimde fırtınalar esiyordu.
"Wong'u cezalandırdığın gibi mi? Bana deli diyebilirsin ama bu tür bir muamele bana hitap etmiyor, kusura bakma."
"Söyle bana, kätzchen. Uzun bir iş gününün ardından eve geldiğinde ne yaparsın?" diye sordu Roman. Garip bir şekilde konuyu değiştirmişti.
"Bilmiyorum, topuklularımı çıkartıp ev terliklerimi giyerim."
"Neden?"
"Rahatlatıcı olduğundan olsa gerek. Ama bunun konumuzla ne ilgisi var?..."
"Ya bu rahatlığı başka bir seviyeye taşıyabilseydin?" diye sordu sözümü keserek.
Durdum, merak etmiştim. Başka bir seviyeye mi? Neyden bahsediyordu?
"Nasıl yani?" diye sordum.
"Oldukça basit. Hayatının kontrolünü elinden bırak ve dizginleri güvenebileceğin birinin eline ver."
"Sanırım o birisi senoluyorsun?"
"Doğru."
İnanamayarak başımı salladım. "Güzel bir fikir Roman ama asla işe yaramaz."
"Ah? Nedenmiş?"
"Şantaj yüzünden. Haneye tecavüz yüzünden. Maddi hasar yüzünden. Saldırı ve darp yüzünden. Bu liste daha da uzayıp gider. Aklı başında hangi insan sana güvenir ki?"
Sanki bunu düzeltebilirmiş gibi parmak şıklatarak gülümsedi. "Bunu değiştirmeme izin ver."
"Söylemesi yapmaktan daha kolay tabii," diye alay ettim. "Peki? Ne öneriyorsun?"
Roman aniden ayağa kalktı ve bana doğru ilerledi. Bir an geri adım atmak istedim ama sonra olduğum yerde durdum.
Tepemde yükselirken, varlığı hem korkutucu hem de rahatlatıcıydı.
"Kendi bırak, Sage. Benim ellerimde güçsüzlüğü deneyimlemeye kendini aç. Herhangi bir noktada bu hoşuna gitmezse, sadece... Terlik de, ben de duracağım."
Doğam gereği itaatkar bir insan değildim, bu yüzden kontrolü bir sevgiliye gönüllü olarak verme fikrinden hiç hoşlanmamıştım.
Ama itiraf etmeliyim ki, güvenli kelimenin terlik olması fikri… Kulağa son derece baştan çıkarıcı geliyordu.
Her gün kararlar alıyor ve büyük, küçük meselelerin sorumluluğunu üstleniyordum. Değerli ve sorumluluk sahibi bir sevgili karşılığında eve gelip tüm bunlardan vazgeçme fikri mi? Sadece çekici bir fikir değil, aynı zamanda lüks bir fikirdi.
Tabii, Roman'ın Wong'u dövüp ağzını yüzünü dağıttığını izlediğim için adamın ne kadar sorumlu biri olduğundan çok da emin değildim. Ama sonra... Tüm bu yaptıkları sahip olma isteğinden kaynaklanıyordu. Hatta bu, Roman'ın aslında ilişkisine ne kadar yatırım yaptığını da gösteriyordu.
Her şeyi yapabilecek gücü olan aşık biri doğru insan olmalıydı.
Ama asıl soru... Bu doğru insan gerçekten Roman olabilir miydi?