Wen
Cami
Boynumdaki karıncalanma hissiyle gözlerim açıldı. Görüşüm netleşince tanıdık gelen siyah saçı fark ettim.
Köprücük kemiğime öpücükler konduruyordu.
Öpücüklerinin yarattığı karıncalanma hissine karşı gelemeyip nefes nefes inleyiverdim.
Ellerimi ipeksi saçlarına daldırıp devam etmesi için teşvik ettim.
“Uyan,” dedi robotik bir sesle.
Şaşkınlıkla kaşlarımı çatmışken aynı sesle tekrar söyledi.
“Uyan. Uyan. Uyan.”
“Ne oluyor lan?”~
Evde bir yerden Hugh, “CAMI! Alarmın durmadan çalıyor!” diye bağırıyordu. Bağırışıyla uyanıp yastığımı fırlattım.
Rüyaymış.
Telefonuma uzanıp robotik sesli alarmı kapattığım an Hugh, üzerinde bornozu ve baksırından başka bir şey olmadan odama daldı.
“Yemin ederim, alarmını değiştirmezsen o telefonu parçalayacağım. Neden beş dakikada bir alarm kuruyorsun, anlamıyorum.”
Gözlerimi devirdim. Sabahın köründe Hugh’un dramalarını kaldıracak havada değildim.
İğneleyici bir şekilde, “Tabii ki sultanım. Arzunuz benim için emirdir,” diye karşılık verdim, alaycı bir tavırla. Sabah insanı değildim.
Hugh, “Sabahları böyle kancıklık yaptığını unutmuşum. Ama yine de en iyi arkadaşımsın. Hadi git duşunu al, çünkü kahvaltı hazırladım,” deyip odadan çıktı.
Arkasından, “Biliyorum, biliyorum. Yine de beni seviyorsun!” diye bağırdım.
Yatağımın yanındaki saate baktığımda iş görüşmesine hazırlanmak için bir buçuk saatimin olduğunu fark ettim.
Yataktan çıkıp çarşafları becerebildiğim kadar katladım. Banyoya adımımı attığımda fayansların soğukluğunu hissettim.
Böyle zamanlarda banyomuzun alttan ısıtmalı olmasını diliyordum.
Kıyafetlerimi hızlıca çıkarıp sepete attım. Titremememden kurtulmak için suyu en sıcak ayarına getirip duşa girdim.
Banyodaki tüm işlerimi bitirdikten sonra dolabımın derinlerinde saklı olduğunu bildiğim iş kıyafetlerimi aradım.
Bulduğum iki kıyafeti şeffaf plastik torbalarından çıkarıp yatağın üzerine düzgünce yerleştirdim.
İki seçeneğim vardı: tesadüfen Chad'in bana aldığı çiçekli bir elbise ya da beyaz dökümlü bir üstle uyumlu yüksek belli lacivert renkli kalem etekti.
Hangisini seçeceğim çok açıktı. Elbise yerine eteği seçtim çünkü günümün “Chad” ile bağlantılı bir şey nedeniyle mahvolmasını istemiyordum.
Elbiseyi neden mi hâlâ atmadım? Ben bir kızım ve popom o elbise içinde güzel görünüyordu.
Üstümü giydikten sonra eteğimin fermuarını çekip makyaj masama geçtim.
Her zamanki gibi doğal bir görünüm tercih ettim. Biraz maskara ve biraz da açık kırmızı ruj.
Soğuk hava yanaklarıma renk verdiği için allık sürme zahmetine girmedim.
Üniversiteden beri sürekli kullandığım kahverengi deri saatimi taktığımda zamanın ne kadar hızlı geçmiş olduğuna şaşırdım.
Hugh da sanki işaret almış gibi geç kalmadan aşağı inmem için bana bağırmaya başlamıştı.
Çantamla yedi santim topuklu ayakkabılarımı kaptığım gibi aşağıya indim. Hugh'u kahvesini yudumlarken Pinterest'te geziniyordu.
Pinterest Hugh için gazete gibiydi. Tepki verip vermeyeceğimi bilemiyordum çünkü bazen ben de onun gibi geziniyordum.
“Neden bu kadar uzun sürdü?”
“Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım,” diye cevap verdim.
Hugh her zaman böyle yaptığımı hatırlar gibi sadece başını salladı.
Hugh'un “hazırladığı” kahvaltıya baktım. Nasıl ki Hugh benim zamanın nasıl geçtiğini anlamadığımı hatırladıysa ben de onun “kahvaltı hazırlamaktan” ne anladığını hatırladım.
“Görüyorum ki 'kahvaltı hazırlamışsın', Hugh,” dedim. İçinde kaşık olan boş bir kase, bir kutu meyveli gevrek ve süte bakıyordum.
“Masada ne varsa onu ye, Cami. Beş dakikaya çıkmazsan geç kalacaksın,” dedikten sonra sandalyesini döndürüp arkasındaki duvar saatine baktı. “Beş dakika.”
“Hay aksi!” deyip kâseye meyveli gevrek koyduktan sonra üzerine sütü ekledim.
Beyaz giydiğimi hatırlayarak olabildiğince zarif bir şekilde gevreğimi yedim.
Üç dakika gibi rekor bir sürede yedikten sonra gargara yaptım. Topuklu ayakkabılarımı ve ceketimi aynı anda giydim. Nasıl bir manzara olduğumu hayal edin.
“Hadi ben kaçtım, Hugh! Bana şans dile!” dedim.
Hugh'un belli belirsiz bir yanıt verdiğini duydum. Önüme bir taksi geldiğinde hemen ıslık çaldım.
Yaşlı şoför sıcak bir şekilde gülümseyip nereye gittiğimi sordu.
“Café de Fabiola, lütfen,” diye yanıtladıktan sonra başıyla onayladı.
Arabaya bindikten sonra evde bir şey bırakıp bırakmadığımı kontrol etmek için çantamı açtım. Her şeyi aldığıma emin olunca bakışlarımı yanlarından geçtiğimiz bulanık binalara çevirdim.
Kısa bir yolculuğun ardından kafenin önünde durduk. Şoföre parasını ödeyip taksiden indim. İki katlı binanın önünde duruyordum.
Gerçekten de zarif bir binaydı. Oldukça küçük bir yer olmasına rağmen sofistike bir havası vardı.
Kafenin önünde kafenin kendisine has çizgili şemsiyeleri ve süslü sandalyeleriyle iki masa vardı.
Saatime baktım. İş görüşmesine yedi dakikam vardı. İş görüşmesini düşünmek bile kendi başına beni gerginleştiriyordu. Soğuk da yardımcı olmuyordu.
Binaya girdiğimde podyumdaki garson kız beni gülümseyerek karşıladı.
“Günaydın hanımefendi. Rezervasyonunuz var mı?” diye sordu.
“Hayır, ama bu sabaha planlanmış bir iş görüşmem var.”
Yanıtım üzerine garson kızın gözleri heyecanla açıldı.
Fısıltıyla bağırarak, “Aman Tanrım! Siz yeni şefimiz olmalısınız!” dedi.
Emin olamadan gülümseyip, “Umarım öyledir,” dedim.
Nazar değdirmek ya da haddimi aşmak istemiyordum. Bu iş görüşmesini başarmam gerekiyordu.
Kız elini uzatıp, “Bu arada ben Aya, buradaki garsonlardan biriyim,” dedi.
“Cami,” dedim elini sıkıca tutarken.
Dikkatim dağılırsa yine geç kalabileceğim korkusuyla, “Peki... Nereye gideyim ben?” diye sordum.
“Ah, tabii ya. Beni takip edin,” diyen Aya beni kafenin arka tarafına doğru götürüp bir kapıyı çaldı.
Zayıf bir ses cevap verince Aya içeri girip bana dışarıda beklememi işaret etti.
Boğuk seslerini duyuyordum ama dinlememeye çalıştım. Kulak misafiri olarak etiketlenmek istemiyordum.
Kapı açılıp Aya çıktı. Yüzündeki kararsız ifade artan gerginliğime hiç yardımcı olmuyordu.
Kapıyı işaret ederek, “İçeri gelin,” dedi.
Başımı sallayıp küçük ofise girdim. Büyük kahverengi bir döner koltukta oturan yaşlı kadının yüzünde hiçbir duygu belirtisi yoktu.
Saçları bembeyaz ve kısaydı. Gördüğümden anladığım kadarıyla boyu da kısaydı.
Nihayet kendime geldiğimde, iş görüşmemi mekanın sahibi Esme Fabiola'nın ta kendisinin yapacağını fark ettim. Aman Tanrım.
Masasının önünde ayakta kalıp, “Günaydın hanımefendi,” diyerek onu kibarca selamladım.
Vücudumun hareketini kesmek için kendi kendimi içimden azarladım, çünkü gerginliğim iyice artmıştı.
Kadın, “Otur canım. Isırmam,” deyip bir sandalyeyi işaret etti.
Başımı sallayıp sandalyelerden birine oturdum. Bir şey sormasını bekliyordum ama o beni tepeden tırnağa incelemekle yetiniyordu.
Böyle yapması sinirime dokunuyordu. Kendimi pasta şefi olmak için değil de podyuma çıkmak için başvuru yapmış gibi hissettim.
Kıpır kıpır olmamak için parmaklarımı iç içe geçirip ellerimi kucağıma koydum.
“Bana ellerini göster,” dedi sonunda.
“Iıı...” Doğru mu duydum?
“Evet canım, beni doğru duydun. Hadi, eller.”
Ellerimi aceleyle çözüp masaya koydum. Gülsem mi yoksa aptal aptal baksam mı bilemiyordum, çünkü şu anda ne durumda olduğumu anlamıyordum.
İnceledikten sonra ellerimi bırakıp bana baktı.
“Sen sormadan söyleyeyim. El falına bakmadım. Büyük büyükannem harika bir pastacının ellerinden nasıl anlaşılabileceğini öğretmişti.”
“Bale eğitmeni nasıl ki hangi vücut tipinin baleye uygun olduğunu bir bakışta anlayabilirse ben de gerçek pastacıyı ellerine bakıp anlayabilirim.”
“Ha... “
Söylediği her kelimeyi aklıma kazıdım. İşi alacağıma dair inancımı kaybetmeye başlamıştım.
Okulda yeterince başarılı olsam da en iyi öğrenci ben değildim. Sınıfımın birincisi değildim. Hiçbir yarışmayı kazanamamıştım.
“İşe alındın,” deyip gülümsedi.
Ayağa kalkarken, “Anlıyorum. Zaman ayırdığınız için teş...” dedim.
Bir anda sözcüklerini algıladım.
Kocaman gözlerle, “İşe alındım mı?” diye sordum.
Şakacı bir şekilde sırıtarak, “Evet, alındın. Gözlerimi mi sorguluyorsunuz genç hanımefendi?” diye sordu.
“Hayır, hanımefendi!” dedim. İsteyeceğim son şey idolümü gücendirmekti.
Bana samimiyetle gülümsüyordu. Az önce tanıştığım duygusuz yaşlı kadının yerini büyüleyici, samimi bir yaşlı kadın almıştı.
“Bana Esme de canım. Herkes Esme der. Soğuk muamele için de kusura bakma. Burada yaptığımız kabul töreninin bir parçası.”
“Hiç sorun değil hanımefendi, yani Esme.”
“Hadi bakalım. Pazartesi günüyle çarşambadan cumartesiye kadar çalışacaksın. Salı ve pazar günleri izinlisin. Hadi gel, seni personelle tanıştırayım.”
Ayağa kalktı. Gerçekten çok küçük bir kadındı.
Gezecek pek bir şey olmadığı için önce mutfağa gittim. Ağzım açık kaldı.
Mutfağın bir yanında son teknoloji donatılar, diğer yanında tamamen nostaljik araçlar vardı.
Sanırım o kadar büyük bir hayranlık içindeydim ki Esme çoktan yanımdan geçmişti.
Esme bir adamı göstererek, “Bu Luke, baş aşçımız,” dedi. “Luke! Yeni pasta şefimizle tanış.”
Sırtı bize dönüktü ama görünüşe bakılırsa vücut çalışıyordu. İri yapılı bir adamdı.
Havluyu omzuna attıktan sonra bize dönüp Esme'nin yanında durdu.
“Vay anam vay babam vay!”
Adam arkadan ne kadar seksi göründüyse de önden bakınca… Vay vay vay! Sanırım çok uzun süre öyle dik dik bakmış olacaktım ki pislik sırıttı.
“Kendine gel, Cami! Terk edildin diye her gördüğün seksi erkeğe gözünle yiyecek değilsin ya!”~
Yüzümün çoktan kızardığına emindim ama sosyal becerileri zayıf bir koala olduğum için Luke’un alaycı sırıtışından kaçındım.
Gelecek talimatları için Esme’ye baktım ama o da Luke'u işaret ederek benden onun sorumlu olacağını söyledi.
Ben de önce Luke'a sonra da Esme'ye baktım ama bir şey fark edince dikkatim tamamen dağıldı.
Aralarındaki boy farkı orta parmağımla başparmağım arasındaki fark gibiydi. Bu Luke denen adam orta parmak, Esme de başparmaktı.
Boy farkları bu kadar büyüktü.
Öyle uzun boylu falan değildim ama bunlar gülmemem gereken anlardı. Ağzımı elimle kapattım ama yine de küçük bir gülümseme belli oluyordu.
“Sanırım bunu komik bulduğum için cehenneme gideceğim.”~
“Ne düşündüğünü biliyorum genç hanım. 'Dibine kadar havalı' olduğuma ya da bugünlerde siz gençler ne diyorsanız artık, öyle olduğuma sevin,” dedi Esme.
Esme, “Luke, uslu ol, tamam mı? Benim önemli bir toplantım var. Ne bilmesi gerekiyorsa hepsini Cami’ye sen anlat,” deyip dışarı çıktı.
Sallanan kapılar durduğunda omzuma bir el indi.
“Ee gamzeli, adın ne senin?”