Blythe, şekil değiştiriciler tarafından avlanılan TV şovuna zorla katılan on genç insan kadından biridir. Söylentilere göre, bazı kadınlar çiğ çiğ yenmekte bazıları canavarlarla eşleşmeye zorlanmaktadır. Savaşıp buradan kaçabilecek mi yoksa diğerleri gibi sonsuza dek kaybolacak mı?
İlgili kişini dikkatine ~
Tebrikler! Bu yılki Koşu için sizin eviniz seçildi. ~
Lütfen aşağıda belirtilen katılımcıyı hazırlık ve Koşu’nun başlaması için bir hafta içinde arenaya gönderin. ~
BLYTHE
Kâğıda düşen bir damla gözyaşı yazıyı dağıtmadan önce en altta onun adı yazılıydı: Blythe Becker.
Mektubu babama uzatırken gergin bir şekilde tırnaklarımı yiyordum. Babam tekrar tekrar yazılanları okudu. Bir kez, iki kez, üç kez…
Annem ise omuzlarında yırtık pırtık ama sıcak tutan bir battaniyeyle mutfak masasında oturmuş benim kadar dikkatli bir şekilde kocasını izliyordu.
“Ah, Blythe...” diye inledi babam nasırlı parmaklarıyla mektubu tutarken.
Babamın sesindeki hüzün, gözlerimin yaşlarla dolmasına neden olmuştu. Kucağına koşarak sıkıca ona sarıldım.
Tek bildiğim, bu kucaklaşma hükümet denetiminde olmadan babam son kez sarılabileceğim zaman olabilirdi.
“Gitmek istemiyorum.” Yeşil gözlerimi sımsıkı kapatıp gözyaşlarımın yüzümden süzülmesine izin verdim.
“Yapabileceğimiz bir şey olmalı,” derken annemin boğazı düğümlenmişti. “Bizim Blythe’ımız olmaz...”
Babam çaresizce, “Yapacağımız her şey en iyi ihtimalle kaçınılmaz olanı erteler,” dedi. “Eğer onu göndermezsek, görevliler gelip onu kendileri alacaklar.”
Her yıl, bir zamanlar Amerika Birleşik Devletleri olarak adlandırılan her bölgede, on genç kadın arenaya çağrılırdı ve bu kadınlar insan görünümlü, ancak vahşi bir hayvan formuna dönüşebilen bir şekil değiştiren sürüsüyle çarpışırdı.
Arenanın yeri yalnızca Koşucuları taşıyanlara açıklanıyordu. Bunun sebebi ise “Güvenlik” amaçlıydı.
Her katılımcının yaşı 18 ila 25 arasında değişiyordu.
Yetkililer, bu sınırlamanın katılımcılara arenadan canlı çıkma şansı vereceğini iddia ediyorlardı.
Ama halkın her zaman kendine ait fikirleri vardı, her zaman bunun altındaki derin anlamı çözmeye çalışıyorlardı.
Bazıları Koşu’nun arenadaki canavarları yatıştırmanın bir yolu olduğunu iddia ederdi.
“Elbette, hepsi genç olacak,” derlerdi.
“Genç ve seksi, ne demek istediğimi anlıyor musun? Ne de olsa o canavarlar üremek istiyor.”
Sayıları daha az olsa da diğerleri, sağda solda komplo teorileri üretirdi.
Bunun hükümetin toplu katliam için bahanesi olduğunu söylerlerdi.
Her yıl Koşu için seçilen ailelerin zenginler sınıfına bir tehdit oluşturduğu düşünülüyordu.
Ama ben sadece fırıncının kızıydım.
Onlara ne gibi bir zararım olabilirdi ki? ~
Dövüşmeyi bile bilmiyordum.
Şekil değiştiren sürüsünden nasıl kurtulacağım? ~
Ne aptalca bir soru. Öyle bir şey olmayacaktı. Çok az kız bundan kurtulurdu.
Koşu’da ya ortadan kaybolurdun ya da ölürdün; bunu herkes bilirdi.
CLAUDE
Küçük evime giden yolda ayaklarımı ilerletmekte zorlanıyordum.
Son birkaç saattir amaçsızca dolaşıyordum.
Derbeder bir hâlde düşünüyordum.
Sonunda eve gitmem ve sebep olduğum felaketle yüzleşmem gerektiğini kabul etmiştim.
Eve girdiğimde hava karanlıktı, sokağa çıkma yasağını çoktan geçmiş, evin tüm ışıkları sönmüştü. Bu yüzden mutfağın ışığını yakıp Karin’i masada otururken görünce yerimde sıçradım.
“Tanrım beni korkuttun.” Refleks olarak elimi göğsüme götürdüm.
Görünüşe bakılırsa Karin ağlıyordu.
“Blythe nerede?” diye sordum, saçma ama onun çoktan gitmiş olabileceğinden korkmuştum.
Karin yutkunurken hareketleri yavaşladı. Ellerini mutfak masasının üstünde düzeltti ve dudaklarını yaladı, “Odasında,” dedi. “Uyuyor.”
Ellerimi karnımın üzerinde birleştirdim, parmaklarım tekrar tekrar birbirine dolandı ve sonra serbest kaldı. Sonunda öne çıkıp Karin’in karşısındaki sandalyeye oturdum.
“Bir şansı olacak,” dedim usulca.
“Bir şans mı?” diye çıkıştı Karin. “Bir şans ha? O canavarlara karşı mı?”
“Bazı kızlar bunu başarıyor,” diye itiraz ettim.
“Öyle mi? Hiç biriyle tanıştın mı?”
“Ne yapmamı bekliyorsun Karin?”
“Senden bir şeyler ~yapmanı bekliyorum!” Kızımızın ölüme gidişini öylece izleyemeyiz!”
Karıma baktım, hiçbir şey söyleyemedim. Gözlerimi kapatarak sadece başımı salladım. Bu tuhaf kaderin acısı, düşünme yeteneğimi yiyip bitiriyordu.
“Tek yaptığın başını sallamak mı gerçekten? Bunların hepsi senin suçun!”
Gözleriyle buluşmak için başımı yukarıya kaldırdım.
“Bilmediğimi mi sanıyorsun? Kör olduğumu mu düşünüyorsun, seni budala?”
Kalbim çarpmaya başlamıştı. “Karin...”
Aniden ayağa kalkıp arkasını bana dönerek lavaboya doğru yürüdü. “Sus! Her zaman çok şereflisin. Her zaman herkes için çok endişeli. Pekâlâ. Bizi ne hâle getirdiğine bak!”
Ellerini lavabonun iki yanına bastırırken sırtına baktım, omuzları birleşiyor, kürek kemikleri bluzunun kumaşında keskin kıvrımlar oluşturuyordu.
Yaptığım şeyleri tekrar düşündüm.
Eksik fişi olan bir aileye fazladan bir somun ekmek. Fazladan bir etli turta. Sonra üzerinde biraz oynama yapılan bir muhasebe. Arada sırada kaybolan erzaklarla ilgili bir yalan.
Ekmekleri sarmak için kullandığım kâğıtla bir isyancı hücresinden diğerine birkaç gizli mesaj.
Tek istediğim yardım etmekti... Ve eğer dürüst olmak gerekirse, hepsini ezici hükümetin işlerini biraz daha zorlaştırmak için yapmıştım.
Ama bunu hak edecek kadar korkunç bir şey yapmamıştım.
Kızımı öldürmelerini gerektirecek bir şey yoktu.
“Böyle olmasını istemedim.”
“Elbette istemedin. Küçük direniş eylemlerinin, küçük isyanlarının kendi çocuklarımızdan birinin ölümü anlamına gelebileceğini asla düşünmedin!”
Boğazımdan bir hıçkırık koptu.
Gerçekten benim hatam. ~
Tanrım, ne yaptım ben? ~
“En azından… En azından şimdi bizi Kontaminasyondan uzak, temiz suyu olan bir eve yerleştirmek zorundalar.”
“Gece gündüz izleneceğimiz bir ev!” diye çıkıştı Karin.
“Ama küçükleri düşün, Karin. Jonas’ı ve ciğerlerini düşün…”
“Jonas’ın daha temiz hava soluyacak olması beni rahatlatıyor mu sanıyorsun? Kızımızın hayatı pahasına mı?”
Karin kurumakta olduğu bir tencereyi alıp tezgâhın üzerine çarptığında irkildim.
Bacaklarım benim yerime hareket ederek kapıdan aceleyle fırladı. Arkamdan sertçe kapıyı çektim. Öfkeliydim ama daha çok kendime.
BLYTHE
Çarpan kapı tüm evi salladı.
Yüzümü buruştururken, Jonas’ın küçük bedenine sarılarak yatak örtüsüne daha da gömüldük.
Isınabilmek için yatağı Jonas’la ve küçük kız kardeşlerimle paylaşıyorduk. Herkesin kendi yatağına sahip olabileceği kadar odamızda yoktu.
Artık kendi odaları olacak, diye düşündüm acıyla.
Koşu için seçilen kişinin ailesine tazminat ödenirdi. Daha iyi bir yerde daha büyük bir ev. Hatta daha fazla erzak fişi.
Jonas’ın hırıltısını dinledim. Daha temiz bir havaya ihtiyacı vardı.
Ama bunun için hayatımı takas etmek istemiyorum. ~
Çünkü basit bir fırıncının kızının hayatta kalmasına imkân yoktu.
Bu mümkün olabilir mi? Babamın yaptığı bir şey için mi beni cezalandırıyorlar? ~
Bir an kalkmayı düşündüm; mutfakta kalan her kimse ondan cevaplar istedim.
Ama güçlü bir dürtü bu isteğimi bastırdı.
Önemli de değil zaten. ~Her halükârda öleceğim. ~
Sessizce gidersem herkes için daha iyi olur. ~
Eğer direnirsem, hepimiz için gelecekler. ~
Bu şekilde, en azından ailem daha iyi yaşayacak. ~
Göz kapaklarımın arkasında biriken gözyaşlarım yanaklarımdan aşağı yuvarlanırken acıyla yüzümü buruşturarak dişlerimi dudaklarıma geçirdim.
Öleceğim. ~
Bütün hayallerim bitti. ~
Nattie ve Thomas’ın inşasına yardım edeceğim kendine ait fırınları? ~
Bu asla olmayacak. Nereye taşınırlarsa taşınsınlar yeni bir fırınları olacak. ~
Asla evlenemeyeceğim. ~
Asla çocuklarım olmayacak. ~
O arenaya gireceğim. O şeylerle… Çarpışacağım. ~
Beni parçalara ayıracaklar. ~
***
Zamanı geldiğinde beni annemden uzaklaştırmak zorunda kalmışlardı.
Thomas, Nattie ve kardeşlerimin geri kalanı kendilerini tutamayıp çoktan ağlamaya başlamıştı.
Babam birkaç adım arkalarında, hâlâ otobüsün bizi önünde indirdiği halk merkezine yakın bir yerde duruyordu. Kimseye dokunmuyordu.
Baştan aşağı siyah giyinmiş, yüzleri siperli miğferlerin arkasına gizlenmiş muhafızlar beni omuzlarımdan çekerken, annem ellerimi tuttu.
“Lütfen, hayır.” Annem hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Güçlü, sırım gibi parmakları parmaklarıma kenetlendi. “Lütfen, onu bırakın. Beni alın.”
Miğferli adamlardan biri güldü.
Aslında bana gülüyor. ~Hayret etmiştim.
Muhafızlar bir şey söylemedi. Annemde kurtararak beni uzaklaştırdılar.
Kısa bir süre sonra, kendimi soyunma odasında Koşucu üniformasını giyerken bulmuştum.
Dar tayt ve kamuflajlı kısa kollu bir tişört. Spor ayakkabılar, ince çoraplar.
Siyah saçlarımı atkuyruğu şeklinde toplayıp yüzümden çektim. Yemek yaparken her zaman yoluma çıkmayı başarıp görmemi engellerlerdi. Şu anda bunun olmasına izin veremezdim.
Aynada kendi gözlerimle karşılaştım.
Eh, korkmuş bir tavşan gibi görünmüyorum. Hayır, kesinlikle! Acımasız hayatta sağ kalmanın resmi, bu benim. ~
Tanrım, mahvolmuş durumdayım. ~
Eski kıyafetlerimi üzerinde “Çöp” yazan bir kutuya attıktan sonra diğer dokuz kızın volta attığı bekleme alanına doğru yol aldım.
Aklımdan onlarla tanışmak geçti. Belki birlikte çalışırsak, hayatta kalma şansımız çok daha yüksek olurdu.
Ama sonra, muhafızlara benzer, siyah bir üniforma giyen, kan gibi kırmızı boyalı bir kadın odaya girdi, ardından da onun gibi giyinmiş dokuz kişi daha onu takip ediyordu. Kadın elindeki kâğıdı kontrol ettikten sonra doğruca benim yanına geldi.
“Blythe Becker,” dedi. Bu bir soru değildi.
Başımı salladım.
“Bu taraftan.”
Dişlerim takırdamaya başladığında çenemi sıkarak paniğimi bastırdım.
Söyleneni yaparak kızıl saçlı kadının steril bir koridor boyunca takip etmeye başlamıştım. Kadının ayakkabıları cilalı zeminde yankılanıyordu.
“Ben Lorna. Senin rehberinim. Kuralların üzerinden geçeceğim. İyi dinle, tekrar etmeyeceğim. Bitirdiğimde soru sorabilirsin. Tamam mı?”
Konuşurken Lorna’nın kızıl saçları yüzüne düştü. “Bir numaralı kural: Her yıl, baharın ilk gününde, Koşu arenasına on dişi insan yerleştirilir ve kendilerini savunmaları için silahlar verilir.”
Pekâlâ. Bunu zaten biliyordum. Hiç kimse şehirdeki sayısız televizyondan kaçamazdı. Bir sürü kızın arenada mızraklarla sağa sola kaçıştığını izlemiştim.
Bakışlarım uzaktaki bir silah yığınına takıldı; mızraklar, baltalar, yaylar, oklar, halat. Saat çalar çalmaz kaçmak zorunda kalacaktım. Şekil değiştirenler serbest bırakılmadan önce bana verdikleri beş dakika içinde orada olmam gerekiyordu.
“İkinci kural: Kadınların birbirlerine zarar vermelerine veya yardım etmelerine izin verilmez.”
Bu, göğsümde küçük bir öfke patlamasına neden olmuştu.
Kimse birbirine yardım edemiyorsa nasıl hayatta kalmamız bekleniyordu? ~
Daha spesifik olarak, ben nasıl hayatta kalacağım? ~
Babam özgürlüğümün son haftasında bana nasıl savaşılacağını öğretmeye çalışmış ama kötü bir şekilde başarısız olmuştu. Çabalarım bile utanç vericiydi, yumruk atma yeteneğim ise ondan beter. Tepki süresini düşünmek bile istemiyordum.
“Üçüncü kural: Eğer bir kadın bir şekil değiştireni öldürürse, çıkışı bulmak için otuz dakika süresi olur. Otuz dakika içinde bir kapıya ulaşamazsa, hâlâ Koşu’dadır.”
Bir şekil değiştireni öldürmeme imkân yoktu. Onlar gerçek hayvanlardı ve tüm özelliklerinden en insanlık dışı olanı iyileşme süreleriydi. Televizyondaki spikerler bunu her zaman dile getirirlerdi. Canavarlar bizim gibi değiller. ~
Ayrıca, bir şekil değiştireni nasıl öldüreceğini bilen var mı? Öldürülebilirler mi, yoksa bu sadece Koşu’da öleceklere verilen sahte bir umut mu? ~
Ne de olsa arenanın adı Lazarus’tu.
Midem bulanmaya başlamıştı, keşke bizi arenaya atmadan önce karnımızı doyurmasalardı.
Kafamın içinde, giderek öğlene yaklaşan saatin tik taklarını duyabiliyordum.
O anda, bilmediği bir suçtan dolayı asılmayı bekleyen darağacındaki bir mahkûm gibi hissediyordum.
Dizlerimin bağı çözüldü, pes etmeye çok yakındım, gözlerim bir kez daha gözyaşlarıyla doldu. Bunu yapamazdım. Ölecektim.
Ve sonra o ses duyuldu….
Saat öğleyi vurdu, çınlayan çanın sesi âdeta etrafımdaki ağaçları sallıyordu.
Koşu başlamıştı.