Isla, "Senden nefret ediyorum," diye haykırdı.
Ebon güldü. "Bu harika bir başlangıç."
Isla bir para kesesi çaldığında, çok korkulan korsan kaptana rastladığından habersizdir. Bu cesur hareketi, tehlikenin her köşede pusuya yattığı, kaptanın ünlü gemisinde esir düşmesine neden olur. Ebon, Isla'da bir şey görür, bir kıvılcım, kendinde var olan karanlığa eş bir çekim… Ve bunu ortaya çıkarmaya kararlıdır. Ateşli çatışmaları ikisinin de inkâr edemeyeceği boyuta ulaşırken Isla kendi korkuları ve arzuları arasında yolunu bulmak zorundadır. Korsanın pençesinden kurtulabilecek mi, yoksa kalbi ona ihanet edip onu karşı çıkmaya yemin ettiği karanlığa mı bağlayacak?
Bölüm 1
Bölüm 1: HırsızBölüm 2
Bölüm 2: EsirBölüm 3
Bölüm 3: GölgelerBölüm 4
Bölüm 4: DisiplinIsla Arnavut kaldırımı sokakta hızla ilerliyordu. İnsanların arasından sıyrılıp pazar tezgâhlarının etrafından dolandı.
Alışveriş yaparken elini kaldıran bir adamın kolunun altından geçiverdi. Ne adama ne de satıcıya çarptı, aralarından süzülüp koşmaya devam etti. İkisi de şaşkınlıkla bakakaldılar.
Arkasından yaklaşan çizmelerin gürültülü adımlarını duydu, muhtemelen peşindekiler başkalarını iterek kalabalıkta kendilerine yol açıyorlardı. Adamlardan biri, Isla'nın yola çektiği kasaya takılıp düştü. Kasanın kırılma sesiyle adam küfretmeye başladı.
Gülümseyerek keseyi aldığından beri ne kadar zaman geçtiğini düşündü. Belki 40 saniye kadar olmuştu. Çok yakındalardı.
Hâlbuki sadece küçük bir para kesesiydi, bu kadar önem vereceklerini veya bu kadar çabuk fark edeceklerini düşünmemişti.
Her adımda artan balık ve tuz kokusundan limana yaklaştığını hissediyordu. Hedefi orası değildi, limanda çok ortalıkta olurdu, etrafta çok sayıda adam vardı.
Gideceği dar sokak yaklaşık 50 adım ötedeydi. Evlerle dükkânların arkasındaki sokak labirentine bağlanıyordu. Peşindekilerden kurtulmak orada daha kolay olacaktı.
Fırından alışveriş yapmakta olan adamın yanından geçerken gözü kemerindeki para kesesine ilişti. Hem kese hem de tezgâhtaki yiyecekler kolayca alınabilirdi. Bir an parmakları kıpırdar gibi oldu, adımları yavaşladı ama hemen vazgeçti. Daha fazlasını almanın sırası değildi, peşinde birileri onu kovalamıyorken gelebilirdi.
Dar sokak görüş alanına girdi. Giysi dükkânıyla mumcunun arasında kalan sokak kirli ve fark edilmesi zordu. Onun için biçilmiş kaftandı. Elbise tezgâhının etrafından döndü, sokağa adım atmasına ramak kalmıştı ki... Bir araba birden yolu kapattı.
İlk ata çarptı, darbenin etkisiyle arabanın önünden sekip omzuyla ikinci ata da çarptı. At geri çekildi. Hayvanın gözleri, akları bir an görünecek kadar açılmıştı.
“Ne yapıyorsun?” diye bağırdı giysi dükkânının sahibi.
Arabanın üstündeki adam da, “Ne yapıyorsun oğlum?” diye seslendi. Bir kutuyu indirmek üzere eğilmişti. Doğrulup ona öfkeyle baktı.
Isla, “Ne mi yapıyorum? Sokağı tıkayan aptal sensin!” diye bağırdı.
Araba dar sokağı tamamen kaplıyor, geçecek yer bırakmıyordu. Arabanın kurumlu sahibi, elleri belinde, gözlerini Isla’ya dikmiş bakıyordu. Arabanın üzerinden geçmeyi aklında geçirdi ama öyle bir durumda kendisini yakalayacağını biliyordu. Ürkmüş atlar nedeniyle arabanın altından geçmek de söz konusu değildi.
Lanet ediyordu.
Onu kovalayan adamlar saniyeler içinde burada olacaklardı. Artık ortadan kaybolması gerekiyordu.
Tek seçeneği limandı. Açık alan olduğundan istemese de saklanacak bir yer bulmak zorunda kalacaktı.
Koşarak uzaklaştı, mum tezgâhının yanından geçerken sokağa baktığında kendisini kovalayan adamlardan biri onu gördü. Kısa saçlı, iri bir adamdı.
“Durdurun şu hırsızı!”
Harika gelişmeydi, artık herkes kendisi için bir tehditti. Kendi kendine, “Aptal Isla, aptal, asla arkana bakma,” diye söylenmeye başladı.
Kendisine uzanan elden kıl payı kurtulmayı başardı. Dönüp uzaklaşırken hızını arttırdı. Artık sadece adamlardan değil, kendisini ifşa eden bağırışlarından da kaçması gerekiyordu.
“Hırsız!”
“Durdurun şu oğlanı!”
Isla yolda gördüğü başka bir kasayı kaptı, bu seferki sebze satıcısının yığınından rastgele çektiği bir kutuydu. Lahanaların sokağa saçılmasıyla daha fazla öfkeli bağırış duyuldu.
Bugün onun için pek şanslı bir gün değildi.
Öte yandan bu sayede limanın açık alanını geçmek için zaman kazanmıştı. Gözleriyle etrafı tarayıp saklanacak bir yer aradı.
Sağında, birkaç adım ötede iki asker konuşuyorlardı. Sola baktı. İleride denizciler kargo yüklüyorlardı. Riskli görünüyordu. Görebildiği bir kutu yığınının arkasına geçti, sandık yığınının arasından geçip yere çöktü. Eğer kimse onu görmediyse nefes alabilmek için yaklaşık bir dakikası vardı.
Çizmelerin tanıdık, ağır adım seslerini duydu, çok yakındalardı.
“Bir yerlerde saklanıyor olmalı.”
Bu, elinde hâlâ sıkıca tuttuğu para kesesinin sahibi, sakallı adamın sesiydi. Lanet herifin yeterince parası varmış gibi görünüyordu.
Öyle görünmese de soylu biri gibi konuşuyordu. Zenginler genellikle hırsızların peşine düşmezlerdi. Ne var ki bu adam son derece kararlıydı, bir o kadar da hızlıydı.
Daha endişe verici olan, adam kendisinin saklandığından emindi. Tuhaf şekilde, iskeleye inip geri dönmüş olma ihtimalini yok saymıştı.
Isla içinden, “Lanet olsun, iskeleye inip geri dönmeliydim,” diye söylendi.
Gevşek kapaklı bir sandık bulup içindeki limonların üzerine uzandı. Kapağı sıkıca üzerine çekti. Detaylı bir arama yapmaya karar verirlerse pek şansı olmazdı ama yeterince uzun süre saklanabilirse, belki yanıldıklarını düşünüp aramak için başka yere giderlerdi.
İlk defa duyduğu bir ses, “Vazgeçelim Henrik,” dedi. “Sadece birkaç sikke için bizi çok koşturdu.”
Henrik’in bu öneriye kulak vermesi için dua etmeye başladı.
“Para kesem değildi.”
Lanet etti, eğer para kesesi değilse, neydi? Bunca soruna katlanmıştı, üstelik ucunda para bile yok muydu? Öte yandan, şehrin yarısını kovalayarak kat etmişlerdi. Belki daha değerli bir şeydi.
Yumuşak derinin üzerinden keseyi yokladı, içinde ne olduğunu tahmin etmek için sıktı. Lanet olsun, yalan söylemiyordu. İçindeki sikkeye benzemiyordu, sert bir şey vardı. Mücevher olabilir miydi?
Üzerindeki kapak nedeniyle karanlıkta net göremese de beklemeye karar verdi. İçeri ışık girsin diye kapağın kenarını kaldırmak büyük risk olurdu. Eğer bir mücevherse, değerli olacak kadar büyüktü. Peşini bırakmaması için yeterli bir nedendi.
Gömleğini çekip keseyi göğüs sargılarının altına yerleştirdi. Sıkı kumaş şeritleri sayesinde orada güvende olacaktı. Tekrar koşmak zorunda kalırsa keseyi kazayla kaybetme riskini göze alamazdı. Yüzmek zorunda da kalabilirdi, belli olmazdı.
Konuşmalar sessizleşmişti. Konuştuklarını duyabiliyor ama ne dediklerini anlayamıyordu. Sonra birden yüksek bir ses duyuldu: “Dirk, şu sandıkları yükle.” Yine Henrik'in sesiydi.
“Kaptan, şunları mı?”
“Dediğimi duydun.”
“Bizim değil ki!”
“Umurumda değil. Onları yükle, geri kalan adamları gemiye al. Plan değişti, bir saat içinde ayrılıyoruz.”
“Evet, Kaptan.”
Isla kendi kendine sırıttı. Bu Kaptan Henrik doğrusu ilginç bir karakterdi. Çalınan kesesinin peşinden hırsız kovalarken başkalarının sandıklarını çalmaya hazırdı. Neyse neydi. Tek yapması gereken onlar gidene kadar beklemek, sonra da gidip mücevheri satmaktı.
Denizciler yaklaşıp sandıkları çekmeye başladılar. Ayakları sesleri çok yakınında çınlıyordu. Isla donup kaldı. Bir an sonra kapağın gevşek köşesini tutup hareket etmesini engelledi. Yoksa onu görebilirlerdi.
Sonra korktuğu oldu, içinde olduğu sandığı kaldırıp taşımaya başladılar.
İçini korku kapladı.
Dışarı atlayabilir miydi? O durumda kesin yakalanırdı. İskele boyunca taşındığını hissediyordu. Eğer tuzağa düştüğünü anlayacak olursa tek seçenek kenara atlayıp suya dalmak olurdu. Etrafının denizcilerle çevrili olması iyi değildi. Hepsi olmasa da çoğu yüzme bilirdi. Suda kovalanacak olursa, muhtemelen kendisinden daha iyi yüzenler de olur, kolayca yakalanabilirdi.
Beklemek zorundaydı.
Sandık belirli bir açıyla eğildiğinde Isla limonlarla birlikte yuvarlandı. Sandığın yanına yumuşak bir şekilde çarptı. Kendisini taşıyan adamlar fark etmemiş olsa gerekti, zira herhangi bir bağırış duymadı. Bu eğim tek bir anlama gelebilirdi: Sandık yürüme yolundan yukarı taşınmış, gemiye yüklenmek üzereydi.
Gün gittikçe kötüleşiyordu.
Sakin olmalıydı. Gemi hareket etmeye başlayana kadar beklemeli, sonra limandan ayrılmadan önce sıvışmayı denemeliydi.
Korkunç bir plan olsa da başka kaçış yolu yoktu. En azından gemi yola çıktıktan sonra durmazdı. Yakalanmadan küpeşteye ulaşabilirse kaçmayı başarırdı.
Onu gemiye taşıdılar ama hemen yere bırakmadılar. Bir müddet sonra sandığı büyük bir dikkatle indirdiklerinde kapaktan gelen azıcık ışık da karanlığa karıştı.
İçinden lanet etti. Sandığı depo bölümüne koymuşlardı.
Yine de kaçmak için şansının olduğuna inanıyordu. Yükleme bitince sıvışabilirdi. Muhtemelen depo bölümünü sıkı korumayacaklardı.
Sandığı bıraktıklarında bir gıcırtı duyuldu. Isla sessizce bekleyip adamlara kulak kabarttı. Yüklemelerle ilgili bir ipucu yakalayabilmek adına dikkat kesildi.
En azından henüz içinde bulunduğu sandığın üzerine başka bir sandık konmamıştı. Bunun henüz olmamış olduğunu fark ettiğinde başından aşağı kaynar sular döküldü. Eğer öyle bir şey olursa, yardım istemekten başka seçeneği kalmazdı. Gemi nereye gidiyorsa artık, oraya varıncaya kadar saklanmak da bir ihtimaldi şüphesiz ama bu haftalar sürebilirdi.
Sadece limonlar ve çalıntı bir mücevherle aç ve susuz kalmak için biraz fazla uzun bir süreydi.
“En azından iskorbüt olmam,” diye düşünüp sırıttı.
Yukarıdaki güverteden ayak sesleri geliyordu. Daha fazla erkek sesi duydu, bağırıyorlardı. Gemi hareket etmeye başladı, limandan ayrılıyorlardı.
Şimdi ya da asla…
Isla dikkatle kapağın köşesini kaldırdı. Düşündüğü gibi geminin alt kısmında, karanlık bir depo odasındaydı. Sandıktan dışarı tırmandı, hafifçe yere inip çömeldi. Bir sonraki hamlesinin ne olduğunu biliyordu.
Derken bir el ensesinden yakaladı. “Hangi sandıkta saklandığını bilmediğimizi mi sandın?”
Isla hareket edip kurtulmaya çalıştı ama adam çok güçlüydü. Var gücüyle kendisini kavramıştı, kaçmasına olanak yoktu. Bıçağına uzandı. Yapmak istemiyordu ama başka seçeneği var mıydı?
Adam bu defa da bileğini kavradı, bağırana kadar sıktı. Parmakları açıldı, bıçak yere düştü. Sivri ucu tok bir sesle tahtaya saplandı. “Bugün bıçaklanmak istemiyorum, oğlum.”
Onu depo alanından dışarı sürükledi, bir eli hâlâ boynundaydı. Diğer eliyle kolunu acıtacak şekilde arkasında bükmüştü. Onu güverteye çıkaran merdivenlere itti, kavrayışını bir an olsun gevşetmiyordu.
Gemi hâlâ limandaydı ama dalgakırana ilerliyordu. İskeleden, dolayısıyla tek güvenli olma şansından anbean uzaklaşıyordu.
Zorlukla yutkundu. Geriye hangi seçenekler kalmıştı? Eğer elinden kurtulabilirse, tek yapabileceği kenara ulaşıp denize atlamak olurdu. Açık denize ulaştıktan sonra çok geç olurdu, güçlü dalgaların arasında yüzemezdi.
Sertçe döndü, ayağıyla adamın ayağına vurdu. Adam acıyla küfrederken boynunu kavrayan eli gevşese de bileğini bırakmadı. Adam bileğini sertçe yukarı zorlarken omzuna bastırdığında Isla feryadı kopardı. Boyun eğmekten başka seçeneği kalmamıştı.
“Vazgeç,” diye homurdandı. “Artık yakalandın. Cezanla erkek gibi yüzleş.”
Ama Isla'nın yün şapkası kayıyordu. Kısa arbedeleri esnasında gevşemişti. Tutmaya çalıştıysa da adam daha hızlıydı, şapkasını çekip aldı. Sarı saç örgüsü serbest kaldı.
“Burada neler oluyor?” diye sorduğunda, adamın sesinden eğlendiği belliydi. Şapkayı havaya kaldırdı. “Demek bir oğlan değilmiş!”
Bileği hâlâ acı verecek şekilde yukarıda tutulurken doğrulabildiği kadar doğruldu, adama öfkeli bir bakış attı. Yapabileceği tek şey buydu.
Üst güverteden, “Onu kamarama getirin,” diye bir ses geldi. Bu, iskelede ve parasını çaldığı kart masasında duyduğu kibar sesti. Bu yaptığı hayatının en kötü hatasıydı, buna hiç şüphe yoktu.
“Dirk, kapı için bir nöbetçi bul.”
Isla konuşanı görmek için omzunun üzerinden baktı. Kaptan Henrik'i şimdi net olarak görmüştü. Kollarını kavuşturmuş kendisini izlerken yüzünde öfkeden ziyade keyifli bir ifade vardı.
Kendisine gülüyordu! Çantası göğüs sargılarının altında saklı olan, şimdi de gemisinde mahsur kaldığı adam, karşısına geçmiş gülüyordu. Şansa inanmasa da ona göre eden bulurdu. Bu işin gidişatı pek iyi görünmüyordu.
Kendisini tutan adam, “Başüstüne, kaptan,” dedikten sonra pis pis güldü. “Kara Yılan'a hoş geldin, genç.”
Yapabileceği hiçbir şey yoktu. Onu geminin arkasında, üst güvertenin altındaki kamaraya kadar itti, kapıyı açıp içeri fırlattı.
Isla sendeleyip kalın bir halının üzerine düştü. Doğrusu gururu incinmişti. Adam ona sırıttıktan sonra kapıyı çarparak kapattı.
Bıçağı yoktu, kaçış yolu yoktu. Yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Lanet olsun!