Karanlık Zevkler - Kitap kapağı

Karanlık Zevkler

Raven Flanagan

0
Views
2.3k
Chapter
15
Age Rating
18+

Özet

Lilly, çiftlikte tek başına yaşayan genç bir kadındır. Ormanda ağır yaralı bir şövalye bulur. Şövalyeyi iyileştirmeye çalışırken kulağına Peri Kasabı olarak bilinen tehlikeli yeni kraldan dedikodular gelir. Şiddetlenen fırtınalar ve siyasi huzursuzluklar arasında, Lilly ile şövalye Ren arasında derin bir bağ oluşmaya başlar. Ancak sırlar açığa çıkarken ve gerçek kimlikler ortaya dökülürken, Lilly kendini hayatını ve krallığın kaderini sonsuza kadar değiştirebilecek bir çatışmanın ortasında bulur.

Fazla göster

26 Bölüm

Bölüm Bir

LILLY

Dağların tepesinde gök yarılıyordu. Çakan şimşekler küçük çiftliğimin üzerine gökten fırlayan sivri canavarımsı dişler gibi çarpıyordu. Yağmur mevsiminin yaklaştığı gecelerde gök gürültüsünün şiddeti giderek artıyordu.

Yıllardır dağların eteklerinde yaşıyordum, bu yüzden yerin sarsılmasına ve dağların tepelerinde çakan şimşeklere alışkındım. Ama son zamanlarda dağ öyle bir sarsılıyordu ki, yer yerinden oynuyordu sanki. Karanlık günlerde ve daha da karanlık gecelerde uzak tepelerde sanki bir savaş vardı.

Öylece tarlanın kenarında oturmuş, etrafı izliyordum. Belki de babam yanımda yok diye fırtınalar daha ürkütücü görünüyordu. Eskiden benimle ateşin başında oturup çay içerdi.

Üzüntümü bastırmak için bahar çiçeklerinin kokusunu içime çektim. Evimin arkasındaki tarlada her zaman çiçek açar, havayı mis gibi kokuturlardı. Öğlen güneşinin altında kollarımı iki yana açtım ve bahar seslerinin tadını çıkardım.

Tatlı çiçeklerin, taze çimenin ve ıslak toprak kokusu burnuma dolarken endişem biraz olsun hafifledi.

Dizlerime kadar uzanan yeşil çimenlerden ve rengârenk yabani çiçeklerden oluşan bir tarlamız vardı. Yürürken otlar ayak parmaklarımı gıdıklıyordu. Tarlanın karşısındaki orman, ağaçlarda birbirini kovalayan kuşlar ve sincaplarla doluydu.

Ormanın ötesinde kara bir bulut büyüyordu. Gökyüzüne yayılan karanlık leke üzerime gelecekmiş gibi görünüyordu.

Kuşlar tepemde neşeyle ötmeye devam ediyordu. Onların tarlayı geçip küçük bir derenin karşısında otlayan çiftlik hayvanlarına doğru uçuşunu izledim.

Eteklerimi topladım ve yumuşak çimenlerin üzerinde yalın ayak yürümeye devam ettim. Küçük dereden atlarken serin su ayak bileklerime değdi. Ormandan gelen, tarlanın içinden geçen ve babamın beni büyüttüğü evin arkasına uzanan berrak suyu takip ettim.

Eve geri döndüğümde hayvanlarım beni karşıladı. Önce siyah benekli bir inek kocaman kafasını kaldırıp bana baktı.

Keçiler ve tavuklar çimenlerin arasında dolanıyordu. Benekli inek bana doğru geldi.

“Millie-Moo!” diye seslendim. Boynuna sarılarak yüzümü ona yasladım. “Hadi Millie, yağmur bastırmadan yiyecek toplamaya gidelim.”

Moo,” dedi kafasıyla beni dürterek.

“Evet, akşam yemeği için mantar çorbası yapmayı düşünüyorum.” Diğer hayvanlara dönüp onları işaret ettim. “Biz yokken uslu durun! Buradan sen sorumlusun Hilda,” derken tombul, gözü pek bir tavuğa seslendim. “Onları kontrol altında tut!”

Yıkılmakta olan eski ahırın kenarından bir çuval aldım. Babam bu çuvalı çok zaman önce yapmıştı. Ormanda yiyecek ararken babamın yaptığı gibi, çuvalı Millie’nin sırtına koydum.

Derin bir nefes aldıktan sonra da ineğin boynundaki ipi tuttum. Ormanın kenarına doğru attığımız her adımda boynundaki çanı tıngırdıyordu.

Yukarıdaki ağaçların arasından tepemize ışık süzülüyor, ışık dere boyunca uzanan küçük patikayı benek benek aydınlatıyordu. Millie’nin ara sıra çalan çanı, içimizi mutlulukla doldururken Millie ile patikada ilerledik. Çanın sesi fısıldayan ormanın melodisine karışıyordu.

Doğadaki tüm yeşil ve renkli şeyler benimle konuşuyordu sanki. Bu duyamadığım ama kanımda hissettiğim bir dildi. Soyumdan gelen, sevdiğim bir armağandı.

Gezintiye çıktıktan kısa bir süre sonra tanıdık yeşil bir şey gördüm. “Yabani soğanlar! Çorbaya çok yakışır.”

Moo,” dedi Millie başını çimenlere daldırırken. Ben de kollarımı sıvayıp işe koyuldum. Bir avuç küçük soğanı çuvala koyduktan sonra yüzümdeki teri sildim ve Millie’nin peşimden geldiği yürüyüşüme devam ettim.

Dereden uzaklaşarak ağaçların arasından daha derinlere doğru ilerledik. Mantar ve yabani ot toplarken zaman su gibi akıp geçiyordu. Çuvalı doldurup ellerim taze toprak kokana kadar toplamaya devam ettim. Tırnaklarımın arasına toprak girmişti. Kendimi yerde büyüyen kökler ve bitkilerle bağlantılı hissediyordum.

Güneş batarken karanlık gölgeler toprağın üzerine yayılmaya başladı. Akşam olmuştu, bir biberiye çalısından başımı kaldırana kadar ormanın ne kadar karardığını fark etmemiştim.

Daha önce hiç hissetmediğim bir soğukla ürperdim.

Ağaçlardan gelen boğucu sessizlik dişlerimi gıcırdattı. Yaprakların fısıldayıp dalların birbirine sürtünmesiyle hızla doğruldum. Ormandan hafif bir uğultu yükseliyordu.

Derinlerden çılgınca bir takırtı yankılandı, ağaçların ortasından gelen bir çığlık gibiydi.

Bu ormanın bir uyarısıydı.

“Bir terslik var Millie. Gitmeliyiz. Hemen.” Tüylerim diken diken olmuş, kalbim küt küt atmaya başlamıştı. Karganın teki ağacın tepesinden atlayıp kulakları sağır edercesine gaklarken birden çığlık attım.

Kendimi Millie’ye fırlattığımda, Millie möleyerek üzerime eğildi. Nefesimi düzene sokmaya çalışırken Millie’nin boynunu okşadım. “İyiyim. Sadece korktum. Hadi eve gidelim.”

Endişenin pençeleri boğazımı sıkarken şırıldayan dereye doğru ilerliyorduk. Dikkatli adımlar atmaya çalışıyordum ama bacaklarım titriyordu.

Sert bir şeye takılıp öne doğru düştüm. Bağırırken zar zor ellerimle dizlerimin üzerinde durdum. Yerde deli gibi etrafa bakarken karanlığın arasında mavi ve kırmızı bir parıltı gözüme çarptı.

Ezik ve çamurlu zırhın boşluklarından sızan kanı gördüğümde çok yüksek sesle çığlık attım. Yerde garip bir şekilde yatan zırhlı beden, artık kaçma lüksümün olmadığı bir savaşın dehşet verici kanıtıydı.

İnsanların savaştığı ve öldüğü gerçeği tam karşımda duruyordu ve ben ne yapacağımı bilmiyordum.

Yamulmuş miğferin içinden çok hafif bir inilti duydum. Ellerim dudaklarımdan düşerken gözlerim fal taşı gibi açıldı. Göğsümde hızla çarpan kalbimi sakinleştirmeye çalışarak nemli toprağın üzerinde süründüm. Bir şövalye olduğunu düşündüğüm yaralı adamın durumunu kontrol etmek istiyordum.

“Yaşıyor!” diye fısıldadım. Karanlıkta zar zor görebiliyordum ama göğsü hafifçe inip kalkıyor, bu da nefes almaya çalıştığını gösteriyordu.

Zırhlar hakkında pek bir şey bilmiyordum ama bu adama yardım etmeye kararlıydım. Hantal metal parçaların deri kayışlarını çözdüm. Adamın kocaman bedenini hareket ettirmeye çalışırken sessiz, acı dolu sesler çıkarıyordu.

Ama üzerindeki ağır zırhtan kurtuldukça sanki daha rahat nefes alıp verebiliyordu.

Zırhı tamamen çıkardığımda şövalye rahatlayarak derin bir nefes verdi. Zırhın altındaki kıyafetleri kirli ve yırtık olsa da giysilerinin kalitesi parmaklarımı cezbediyordu.

Daha önce hiç bu kadar güzel bir kumaşa dokunmamıştım. Cildinin kan kaybından bembeyaz olduğunu, üzerinde kurumuş kan olduğunu gördüm.

Anlayamadığım bir şey mırıldandığında yüzüne baktım. Bir an nefesim kesildi. Yüzü mosmordu. Ama gördüğüm en yakışıklı adamdı.

Kısa dalgalı saçları yapış yapış kanla kaplanmıştı. Keskin, heykelsi çenesinde hafif sakalları vardı. Sakalları çenesindeki küçük bir çukuru saklıyordu. Güzel ağzındaki dolgun dudakları aralıktı, zor nefes alıyordu.

İçimden gelen bir dürtüyle yanağına dokundum. Yanağı soğuktu ama alttan gelen hafif sıcaklık beni kendine çağırıyordu. Adam yaşıyordu. Ama ona yardım etmezsem yakında ölecekti.

İç çekerken başı bilinçsizce elime doğru hareket etti. Sert sakalı ve cılız nefesi elimi gıdıkladığında elimi hızla yüzünden çekerek ayağa kalktım.

“Ona yardım etmeliyiz Millie.” Millie etrafta dolanıp toynağıyla toprağı eşeliyordu. En az benim kadar endişeli görünüyordu.

Başını çevirdi. “Möö!

“Seninle tartışmayacağım. Onu eve götürmeme yardım edeceksin. Onu burada ölüme terk edemeyiz!” Tüm canlıların değerli olduğuna inanıyordum. Şövalyelerin ve askerlerin de bir canı vardı ve yardımı hak ediyorlardı.

İnatçı inek homurdandı ama sonra dediklerimi yapacağını göstermek için başını eğdi. Daha da yaklaştıktan sonra başını eğdi ve adamın koyu renkli saçlarını kokladı. Nefes verdiğinde adamın kıvırcık saçlarından bir tutam alnına düştü.

Saçı geri itmek istedim ama ona yardım etmeye odaklanmalıydım. Yıllarca çiftlikte çalışmak koca adamı kanlı zeminden kaldırmama yardımcı olmuş, birkaç denemeden sonra sonunda onu Millie’nin sırtına yerleştirmiştim.

Artık ses çıkarmıyordu, herhangi bir gürültünün olmaması da beni endişelendiriyordu. Eve doğru yürürken sürekli nabzını kontrol ettim. Nabzı endişe verici derecede yavaştı.

Eve giden yol garip bir şekilde, bir türlü bitmek bilmiyordu. Her adım kısaydı. Ürkütücü karanlığa karışan patika sürekli uzuyor gibiydi. Doğa, dağlardaki tehlikeli bir şey hakkında bana anlayamadığım uyarılar vermeye devam ediyordu.

Kanlı ellerimle araladığım dallar yüzünden bu uyarıya dikkat edemiyordum. İkinci bir rüzgâr ciğerlerimi doldururken tarlayı ve çiftliği gördüm. Bu görüntüden güç alarak Millie ile daha hızlı yürüdük.

Gökyüzü turuncu ve mora boyanmıştı. Yağmur taşıyan gri bulutlar sinsice yaklaşıyor, genellikle güzel olan manzarayı ürkütücü hâle getiriyorlardı.

Topraktan çıkan kırık dişler gibi keskin eğri büğrü zirveler gökyüzünden aşağıya inen bulutları yırtarak yükseliyordu. Arkamdaki ağaçları gri duman esir almıştı.

Ormanda bir yangın veya duman vardı, ne olduğunu göremiyordum ama bu öncelikli endişem değildi. Şu anda şövalye için daha çok endişeleniyordum. Dağa çöken karanlık tüm sıradağı kaplıyordu ve görmek zorlaşıyordu. Hava durumu şu anki ruh hâlimle oldukça uyumluydu.

Koşmaya başladığımızda çiçekler sallanmaya, yanlarından geçerken bana dokunmaya çalıştılar. Taçyaprakları bana değdiğinde mutlulukla titriyorlardı.

Eve tam zamanında varmak için hızla çayırda ilerledik. Köy çok uzaktaydı, yardım için oraya gitmeye çalışsam şövalye yolda ölebilirdi.

Eve yaklaştığımızda çiftlik hayvanları kıyameti kopardı. Sadece “Çekilin yoldan!” diye bağırdım.

Millie’nin önünden koşup eğik kapıyı açtım. Ahşap kapı zamanla evin ağırlığıyla çöküp bükülmüştü. Kapı gıcırdayarak açıldığında bu zavallı duruma üzüldüm.

Kapıda durup alnıma bir tokat attım. “Onu içeriye kendim taşımam gerekecek.”

Möö!

“Biliyorum ağır ama ağır olduğu için ölmesine göz yumamam!” dedim. Millie dediğimi yaptı ve adam sırtından kayıp düşecek şekilde eğildi.

İçimde yeniden patlayan güçle onu yakaladığım gibi eşikten içeriye sürükledim. Adam hâlâ bilinçsizdi ama koca bedeni küçük evimi daha da daracık hissettiriyordu.

Onun gibi yapılı ve yakışıklı biri, unutulmuş köylerin eteklerin saklanan küçük evlere ait değildi. Onu salondan geçirip yatak odasına sürüklerken yüzüne bakmamaya çalıştım.

Soldaki şöminede sönmekte olan közler vardı. Şövalyenin çizmelerinden biri sağdaki sarsak masanın bacağına takıldı.

Çatı katına çıkan merdivenlerin yanındaki kapıya ulaştığımda onu neredeyse düşürecektim. Bir hayli zorlansam da aylardır açmadığım kapıdan onu içeriye ittim. Kullanılmayan odaya girdiğimde bir an tedirgin oldum.

Ancak o zaman bir ses çıkardı. Sanki son nefesini veriyormuş gibi uzun bir iç çekti. Alarma geçerken nefes almakta zorlandım ama bu beni hızlı hareket etmeye itti.

Son bir güçle adamı yatağa fırlattım. Ağırlığı şiltede büyük bir çukur oluşturdu.

Nefes nefeseydim, endişeliydim ama tıbbi malzemelerin olduğu dolaplara koştum. Başım dönüyordu, neyin nerede olduğunu unutmuştum.

Adamı hayatta tutabilecek şeyleri nerede bulacağımı hatırlamak için derin bir nefes alıp ciğerlerimi temizledim. Ardından kollarım dolu bir şekilde yanına koştum ve işe koyuldum.

Yaraları daha iyi görebilmek için eski ama sağlam makasla üzerinde kalan kıyafetlerini kestim. Güzelim kumaş yırtık şeritler hâlinde yere düşerken adamın çıplak göğsü ortaya çıktı.

Kaslı olduğunu tahmin ediyordum ama bunu görünce utançtan kıpkırmızı olmuştum. Geniş göğsünde ve güzel karın kaslarında ince, koyu renkli tüyler vardı. Karın kaslarının hatlarını belirginleştiren bu tüyler pantolonunun altında kayboluyordu.

Daha önce bir erkeğin kalçalarında böyle belirgin bir V şekli görmemiştim. Bunun mümkün olduğunu bile bilmiyordum. Yataktaki yarı çıplak adama bakarken yüzüm alev alev yanmaya başladı.

Yaralı olmasına rağmen adam muhteşem görünüyordu. Midemde ve göğsümde garip bir çırpınma hissettim.

Ona bakarken aklımdan binlerce soru geçiyordu. Savaşta mıydı bilmiyordum ama kazanmış mıydı yoksa kaybetmiş miydi? O kadar yaralı görünüyordu ki kaybetmiş olabileceğini düşündüm.

“Odaklan Lilliana,” dedim kendime. Bu boş düşünceleri kafamdan silkeledim ve şifalı merhemimi yaralarına sürmeden önce yaraları yıkayıp temizlemeye başladım.

Gerçek bir şifacı değildim ama yaralanmaları ve hastalıkları nasıl tedavi edeceğimi öğrenmiştim. Bu odanın uzun süredir kullanılmamasının nedeni buydu ama birinin hayatını ellerimden tutarken kendimden şüphe etmemeye çalıştım.

Önce karnının yan tarafındaki büyük yarayı temizlemeye koyuldum. Yeşil, yapışkan merhemi dikkatlice yaraya sürdüm, ancak adamın dişlerinin arasından çıkardığı acı dolu sesle yataktan uzaklaştım.

Bağırmamak için dilimi ısırdım.

Hava giderek kararırken odanın dört bir yanına aceleyle mumlar yerleştirdim. Uzun zamandır kullanılmayan eski ve tozlu şamdanlar inatla yanmayı reddediyordu.

Yatak odasındaki şömineye odun koyarken içimden söylendim durdum. Bahar gelmişti ama fırtına kapıdaydı ve şövalyenin teni buz kesmiş gibiydi.

Ateşin turuncu ışığı adamın alnındaki teri ve sıkılmış çenesini aydınlatıyordu. Bilinci kapalıydı, tepki vermiyordu. Acı dolu bir dünyada kaybolmuştu

Onu öyle acı çekerken izlerken içim daraldı. Hiç düşünmeden içinde babamın haşhaşlı ilacının olduğu şişeye uzandım. Bu oldukça güçlü ve etkili bir ilaçtı.

Küçük tehlikeli şişeyi titreyen parmaklarımla tutarken geçmişin anıları gözümün önünde canlandı. O düşünceleri kafamdan silip attım ve adamın ağzına ilaçtan biraz damlattım.

Beni yiyip bitiren endişenin adama hiçbir faydası olmayacaktı. Güçlü bir ağrı kesiciye ve uyku ilacına daha çok ihtiyacı vardı. Şövalye sıvıyı içerken öksürdü ve nefes nefese kaldı.

Neyse ki hepsini yutmayı başardı. Birkaç saniye korkunç geçti ama sonunda yüz hatları gevşedi ve nefesi düzeldi.

İçim rahatlamıştı. Kalan kiri ve kanı teninden temizlemeye koyuldum. Kirden arındığında daha da yakışıklı olduğunu görünce şaşırdım.

Sonunda acemice yaralarını sardım ama bu hayatta kalması için yeterliydi. Ona tekrar bakarken alt dudağımı ısırdım.

Derin bir nefes alarak şövalyenin üzerine bir battaniye örttüm. Yüzümün kızarmasının nedeni ateşti. Kendime bunu söyleyip duruyordum. Elimde kirli paçavralar ve yırtık gömleğiyle dolu bir sepetle odadan çıktım.

Odadan çıkınca sanki gerçek dünyaya geri dönmüştüm. Kapıdan gelen şiddetli rüzgârın esintisi beni eski yatak odasındaki tuhaf büyüden uyandırmıştı.

Hava neredeyse kararmıştı ama hayvanlarımı bulup yaklaşan fırtınaya hazırlanmak için etrafı hâlâ yeterince iyi görebiliyordum. Paçavraları diğer çamaşırlarla birlikte yıkanacakların arasına bıraktıktan sonra başka bir işe koyuldum.

Hayvanları eski ahıra götürürken Millie hiç oralı değildi. Möö’sü açıkça, “Orada kalmak istemiyorum” diyordu.

“Evet, kalacaksın. Hepiniz kalacaksınız. Bu yılki ilkbahar yağmurları çok şiddetli olacak.” “Möö!” diyerek eski, harap ahırdan şikâyet etmeyi sürdürdü.

Millie ile hayvanları çiftliği çevreleyen eski ahşap çite doğru yönlendirdik. Tavuklar kümeslerine girdi, keçiler kötü durumdaki ahıra doğru koştu.

“Gelecek kıştan önce ahırı tamir etmemiz gerekecek. Yağmurda idare eder ama kar yağdığında çok kötü olacak.” Omuzlarım düşerken içimde bir sızı hissettim.

“Babam olsa şimdiye kadar tamir etmiş olurdu.” Millie beni şakacı bir şekilde dürterken yorgun bir şekilde kahkaha attım.

Burnunu okşarken gülümsemeye çalıştım ama bu zoraki bir gülümsemeydi. “Hadi bakalım, içeriye gir kızım.” Millie’yi içeriye soktuktan sonra inatçı ahır kapısını kapatmaya çalıştım.

“Sanırım bunu da tamir etmek gerekecek.” Zorlu günün yorgunluğuyla eski, serin ahşaba yaslandım.

Tenim karıncalanırken vücudumda tuhaf bir his oluştu. Alnımı ahır kapısına dayarken parmaklarım dudaklarıma gitti. Parmaklarımı dudaklarımda gezdirirken aklıma şövalyenin dudakları geldi. Dudakları o kadar güzeldi ki…

Tarlanın başından gelen bir haykırışla kendime gelim. Bu geç saatte sert toprağa çarpan toynak seslerini duyunca kalbim ağzıma gelmişti.

Hızla başımı sesin geldiği yöne çevirdim. Atın tepesindeki pelerinli adama baktığımda gerildim. Bu yoldan pek kimse geçmezdi, bu yüzden yalnız olsam bile burada kendimi güvende hissederdim.

“Lilliana!” diye bağırdı gizemli kişi. Komşunun sesini tanıyınca rahatladım.

Ama Bay Tatum’u geçen yazdan beri görmemiştim. Bu saatte buraya gelmesi tuhaftı. Çitin önünde durdum ve elbisemin cebinden bir eşarp çıkarıp başıma örttüm.

Garip sivri kulaklarımın uçları gizlenince, güvenle ahırdan çıktım. Ahırın kapısı sanki acı çeken bir yaratık gibi gıcırdadı. Bu ses beni ürpertse de yürümeye devam ettim.

“Lilly!” Atın sırtındaki kişi tahmin ettiğim gibi köylülerden biriydi. “İyi akşamlar Bay Tatum!” Kahverengi atı toprak yolun kenarında durduğunda ona el salladım.

Pek kullanılmayan bir yoldu. Mecbur kalmadıkça oradan geçmemeye çalışırdım. “Merhaba Lilly,” dedi.

Atı durduğunda Bay Tatum ıssız çiftliğe baktı ve boğazını temizledi. Hoş gözlerinin kenarlarındaki kırışıklıklar adamın ne kadar yorgun olduğunu gösteriyordu.

Yüzüne baktığınızda yaşlı olduğunu anlayabiliyordunuz. Vücudu yıllarca ağır işlerde çalışmaktan bitap düşse de nazikçe gülümsedi. “Daha erken başsağlığı dilemeye gelmediğim için özür dilerim. Babanın öldüğünü çıktığım seyahatten döndüğümde duydum.”

“Ah.” Yüzümdeki küçük gülümseme kaybolurken içimi bir hüzün kapladı. Göğsümdeki o kocaman delik yeniden açıldı. Komşulardan birini görmeyeli uzun zaman olmuştu.

“Kaybın için üzgünüm Lilly. Bay Faelynn iyi bir adamdı. Köydeki birçok kişi onu özleyecek,” dedi nazikçe.

“Teşekkür ederim efendim.”

Kelimeler boğazımda düğümleniyordu. Gözyaşlarımın tükendiğini sanıyordum ama yine ağlayacak gibi hissettim. “Kış hepimiz için zordu. Aileniz nasıl?”

Bay Tatum başını salladı, tekrar hızlıca ağaçlara baktıktan sonra bana döndü. “İyiler. Ben başkentte mal satarken yeni bir torunum oldu. Köy artık daha gürültülü.”

Sessizce kıkırdadı. “Ah, bunu karım gönderdi. Baban için başsağlığı diledi. Burada bir başına kaldığın için çok üzgün, o yüzden bunu senin için yaptı.” Atının üzerindeki çantaya uzanarak bana bir paket verdi.

Mutlulukla paketi elinden aldım. Paketten bal kokusu gelince gözlerim fal taşı gibi açıldı. Bu nazik hediye karşısında şaşkınlıkla, “Ballı kek! Ah, ballı keki çok severim,” dedim.

“İçinde bir kavanoz taze ballı ezme de var. Baban köye her geldiğinde bundan alırdı. Karım ballı ezmeyi sadece senin için aldığını biliyordu Lilly.” Bunu söyleyiş şekli beni yeniden hüzünlendirdi.

Ağlamamaya çalışarak hediyeyi göğsüme bastırdım. “Çok teşekkür ederim. Bayan Tatum’a benim için teşekkür eder misiniz?”

Küçük köyden başka kimse babam öldüğünde başsağlığı dilememişti. Babamın mezarında dua eden köy papazı hariç.

Babam gömüldükten sonra kimse benimle konuşmadı. Sonrasında alışveriş yapmak için köye gitmiştim ama yaşadığım korkunç deneyimden sonra ben de herkesle iletişimi kesmiştim. İnsanlar alay edercesine bana sırıtıyor ya da benden kaçıyordu. Bu oldukça yürek parçalayıcıydı.

Uzak durmak daha iyiydi, daha güvenliydi. Yalnız. Ama güvendeydim.

“Elbette Lilly. Ama ne yazık ki buraya sadece kek getirmek için gelmedim. Seni uyarmak için de geldim.” Bay Tatum atının dizginlerini tuttu. Yaşlı yüzü vereceği haber için endişeli görünüyordu.

İçime bir korku dolarken tüylerim diken diken oldu. Sakin kalmaya çalışırken kalbim ağırlaştı.

“Yeni kralı duymuşsundur?”

Ciddi sorusu karnıma sert bir yumruk gibi inmişti. Geçen yaz köye son gidişlerimden birinde yeni kral hakkında yeterince dedikodu duymuştum.

İnsanların habere verdikleri tepkiler farklıydı. Bir kısım bu konuda heyecanlıydı. Sonuçta bu konuşulacak bir şeydi. Ancak kralın Elleslan tahtına çıkması beraberinde birkaç sorunu ve huzursuzluğu da getirmişti. Bu da doğrudan savaşa yol açmıştı.

“Son zamanlarda bu bölgede daha aktif. Köyde babanın hatırına bu konudan bahsetmiyoruz ama çoğu kişi senin bu yüzden dışlandığını düşünüyor.”

Yavaşça bir adım geri attım, kalbim acıyla sıkıştı.

“Seni ispiyonlamayacağız. Köydeki herkes babanı severdi. Ama seyahatlerimde bu hükümdar hakkında iyi şeyler duymadım. Adı Kral Soren mi neydi. Çok acımasız ve zalim biri. Çok dikkatli olmalısın Lilly. Ormanda askerler olduğu söyleniyor. Onun için çalışan şövalyeler karış karış krallığı tarıyor, perileri avlıyor.”

Aklıma yatağımdaki adam geldiğinde kalbim durdu.

“Bu yeni krala ne diyorlar biliyor musun?” dedi Bay Tatum ciddiyetle. Yeni kral hakkındaki hikâyeleri ve son yıllarda nasıl güçlendiğine dair söylentileri hatırlıyordum ama pek bir şey bilmiyordum. Başımı iki yana salladım.

Bay Tatum derin bir nefes verdi. Yaşlı adam üzgün gözlerle bana bakarken kaşlarını çattı.

“Ona Peri Kasabı diyorlar.”

“Uyarı için teşekkür ederim efendim,” derken korkunç isim kalbime işledi. Kanım donarken vahşetle ürperdim, ancak yine de sahte bir şekilde gülümsemeye çalıştım.

“Peri Kasaba Kral Soren? Eh, onun hakkında anlatılan efsaneler tüyler ürpertici olsa gerek.”

Bay Tatum kasvetli bir şekilde güldü. “Haklısın. Dilden dile dolaşan hikâyeler oldukça korkunç olmalı, özellikle de bir periysen.” Başımdaki eşarba baktı. “Ya da yarı peri.”

Boğazımdaki yumru yüzünden neredeyse boğulacaktım. Hediyeyi göğsüme daha sıkı bastırırken boştaki elim eşarbın altındaki sivri kulağıma gitti.

“Kaybın için üzgünüm Lilliana. Yaklaşan fırtınada dikkatli ol.” Bay Tatum son kez başını salladıktan sonra atını köye giden yola doğru sürdü.

Kollarımda tuttuğum kekle, Bay Tatum’un köye giden patikada kaybolmasını izledim. Ardından gözlerimde yaşlar ve ağır bir kalple arkamı dönüp güvenli kulübeme koştum.

Bay Tatum’un uyarısı içime korku salmıştı. İlk yağmur damlaları yere düşerken ön kapı arkamdan sertçe kapandı.

Kısa süre sonra şiddetli bir yağmur bastırdı. Yağmur damlaları çatıya çarpıyordu. Birkaç dakika sakinleşmek için nefes alıp verdim. Yorgun kaslarıma karşı koymaya çalışıyordum.

Ballı keki dolaba kaldırdıktan sonra da şömineyi yaktım ve hızlıca akşam yemeği için bir güveç hazırladım.

Hazırladığım yemeği yedikten sonra yatak odasındaki yaralı şövalyeyi kontrol ettim. Derin bir uykudaydı. Yüzüne renk gelmişti. Uzun, koyu kirpikleri altınsı teniyle tezat oluşturuyordu.

Erkeklerin bu kadar uzun, koyu kirpikleri olabileceğini bilmiyordum. Dağınık saçları beni kendine çekerken öne doğru eğildim ve saçlarını alnından geriye doğru taradım.

Bu adam gerçekten de bugüne kadar gördüğüm en yakışıklı adamdı. Onu bulduğum zamanki hâline göre çok daha iyi bir durumdaydı.

Adamdan uzaklaşırken gözleri aniden açıldığında korkmuş bir tavuk gibi ses çıkardım. Güçlü bir el yüzünün yanındaki bileğimi yakaladı ama beni esir alan şey göz kamaştıran mavi gözleriydi.

“Freyja beni öte dünyaya götürmeye mi geldi?” Yaralı olmasına rağmen hırıltılı sesi oldukça hoştu.

İçime işleyen sesi keşfedilmemiş bölgelerime çarparken nefes alamadım. Sadece başımı salladım.

“Ben tanrıça değilim efendim.”

“Yalan söylüyorsun. Kollarındayım. Öbür dünyaya doğru gidiyorum,” dedi.

“Dinlenin efendim. İyileşmelisiniz.”

“Dinlenmek mi?” Yüzünden anlayamadığım bir ifade geçti. “Dinlenebilir miyim gerçekten? Sonunda? Görevim bitti mi? Sonunda hepsi öldü mü?”

Başka bir şey söylemeden gözleri kapandı ve başı yastığa düştü. Ama eli göğsüne düşerken hâlâ bileğimi tutuyordu.

Kalbim hızla çarparken ve yanaklarım yanarken, elimi şövalyenin güçlü tutuşundan kurtardım. Kafam karışmış bir hâlde odanın karşısındaki pencerenin kenarına doğru yürüdüm.

İnce mindere gömülerken minderin yorgun bedenimi yutmasını diledim. Dalgın bir şekilde elimi bileğimdeki sıcak izin üzerinde gezdiriyordum.

Sanki hâlâ sıkıca bileğimi tutuyordu. Beni aşk ve güzellik tanrıçasına benzetmişti.

Yaraları yüzünden beni tanrıçaya benzetmiş olmalıydı. Başına bir darbe almış olabilirdi. Derin bir nefes bile içimde kopan fırtınayı dindirmeye yetmedi. İçimdeki karmaşa da en az dışarıdaki rüzgâr kadar şiddetliydi.

“Sen kimsin?” diye fısıldadım karanlıkta. Korkutucu düşünceler zihnimin karanlık köşelerinde kök salarken dikkatimi çekmek istiyordu.

“Peri Kasabı’nın şövalyelerinden biri misin? Ellerine peri kanı mı bulaştı?”

Eğer öyleyse, belki de onu kurtarmakla hata yapmıştım.

Ya şövalye uyanıp ne olduğumu fark ederse?

Hayatını kurtardığım hâlde hiç düşünmeden beni öldürür müydü?

Hayır, böyle düşünmemeliydim.

Yeryüzündeki bütün hayatlar değerliydi. Hem babam da onu kurtarmamı isterdi.

En azından kendime böyle söylüyordum.

Önümdeki uzun gecelere hazırlanırken bu beni biraz olsun rahatlattı.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok