
Gösteriş Uğruna
Annalise Miller, patronunun ona evlenme teklif edeceğini asla hayal etmemişti. Özellikle bu şekilde değil. New York’un en güçlü adamlarından birinin asistanı olarak yıllarını onun hayatını düzene sokarak geçirmişti.
Şimdi ise, onunla evlenmesini istiyor. Aşksız. Sadece bir çıkar evliliği. Güç ve lüksle dolu bir ortaklık.
Ancak nişan ilerledikçe, Annalise bu kusursuz milyarder maskesinin ardında çatlaklar fark etmeye başlar. Onun geçmişi, beklediğinden daha karanlıktır.
Ve artık ona ne kadar yaklaşıyorsa, görmezden gelmesi o kadar zorlaşmaktadır.
Aşka inanmayan bir adamla evlenebilir mi? Yoksa “evet” demeden önce kaçıp gidecek mi?
Randevu
ANNA
Karşımda oturan adamın parlak mavi gözlerine ve inci gibi beyaz dişlerine baktım.
Adam’la randevumuzu bir arkadaşım ayarlamıştı. Yoga dersimden sonra kahve içmek için buluşmaya karar vermiştik.
Kibar ve yakışıklı Adam, buluşmaya jilet gibi bir takım elbiseyle tam zamanında gelmişti.
Kapımı açmış, kahvemi klas bir hareketle ödemişti.
Adam benden birkaç yaş büyüktü.
Zaten ben de yaşıtım erkeklerin tek gecelik ilişki peşinde koşmalarından bıkmıştım.
Ciddi bir ilişki istediğini söylediğinde niyetini hemen anlamıştım.
Telefonuna birkaç kere bakmış olması ne fark ederdi? Sonuçta hafta içi sabah buluşmuştuk.
Adam birkaç hafta önce arkadaşlarıyla çıktığı balık tutma gezisinden heyecanla bahsederken onunla olası geleceğimizi düşünmeye başlamıştım bile.
Konuya olan ilgisizliğimi fark etmediyse ne olmuştu? Bana kendinden bahsediyordu. Zaten ilk buluşmanın amacı birbirimizi tanımaktı.
“Anna, beni dinliyor musun?”
“Efendim?” Yüzümün önünde elini sallayınca gözlerimi kırpıştırdım.
“Telefonun çalıyor tatlım.”
Bu hitap şeklini duyunca yüzümü buruşturmamaya çalıştım.
“Ah, evet.”
“Her şey yolunda mı?” diye sordu Adam, rahat bir gülümsemeyle.
“Evet, evet,” dedim sakince, tedirgin hissetmeme rağmen. “İşten ama bekleyebilir.”
Telefonum hemen yeniden çalmaya başladı. Bir kez daha sessize aldığımda bu sefer mesaj geldi.
Zoraki bir ifadeyle gülümsedim. “Çok özür dilerim. Hemen bir mesaj atmam gerekiyor.”
“Sorun değil! Bu arada, ne iş yapıyordun?”
Klavyeye odaklanmışken duraksadım.
Adam'a yönetici asistanı olduğumu söylemiştim, ki bu doğruydu.
Söylemediğim şey, tam olarak nerede çalıştığım ve kimin asistanı olduğumdu.
“Ben bir yöne…”
“Yönetici asistanısın,” diye sözümü kesti, yeni hatırlamış gibi başını sallayarak. “Doğru. Sabah yedide bile bu kadar aranıyorsan önemli birinin asistanı olmalısın.”
İrdelemeye çalışıyordu. Bunu kibarca yapmaya çalışıyor olsa da farkındaydım.
“Powell A.Ş.”
Adam kaşlarını kaldırdı.
“Gavin Powell için çalışıyorum.”
Sütlü kahvesi boğazında kalınca öksürdü.
Kalbim yaklaşan felaketi hissetmişçesine hızlanırken başımı salladım.
Yüzüme bir gülümseme yerleştirmeye çalıştım. “Sanırım sadece bir tane var.”
“Nasıl bir şey?” Öne eğildiğinde gözlerinde ilgi olduğunu umduğum bir bakış gördüm.
“İyi.” Önemli değilmiş gibi omuz silktim.
“Diğer işlerden pek bir farkı yok. Bilmiyorum, açıkçası üzerine pek düşünmüyorum.”
“İş.” Tek istediğim bundan bahsetmek istemediğimi anlamasıydı.
“Peki nasıl işler?”
Mesajı almamıştı.
“Bunu konuşamam,” dedim sonunda.
Kaşlarını çatıp başını şüpheyle yana eğdi.
“Gizlilik sözleşmesi imzaladım,” diye açıkladım. “İşimden veya Bay Powell’dan bahsedemem. Hiçbir şekilde.”
“Nasıl bir sekretere gizlilik anlaşması imzalatırlar ki?” diye alaycı bir tavırla güldü.
İyiden iyiye sinirlenmeye başlamıştım.
“Ben sekreter değilim,” dedim soğuk bir sesle. “Ben onun asistanıyım. Tüm programını ben yönetiyorum. Uyandığından yatağa girdiği ana kadar hayatının her anını ben düzenliyorum.”
“Ne olmuş yani? İşe giderken onun kuru temizlemesini mi alıyorsun?” diye sordu küçümseyici bir tavırla.
“Hayır. Kuru temizlemesini alacak adamı ben işe alıyorum.”
Şaşırmışa benziyordu.
“Şirketle ilgili her türlü bilgiye ve özel hayatına da vakıfım,” diye açıkladım. “Herkes ondan bir şey bekliyor ve o da bunun karşılığını vermeye çalışıyor. Ben de her şeyin tıkır tıkır işlemesini sağlıyorum.”
“Ne? Onunla seyahatlere falan da mı çıkıyorsun?” diye sordu aynı gıcık tavırla.
“Bazen.” Kahve bardağımın üzerinden ona baktım.
Kafasında düşünceler dönerken ben de her zaman duyduğum soruya hazırlanmak için derin bir nefes aldım.
“Yani tüm vaktini Amerika’nın en gözde bekârıyla mı geçiriyorsun?” diye sordu sırıtarak.
“Sor bakalım.”
“Ne demek istiyorsun?” Salağa yatması beni daha da sinirlendirdi.
“Her zaman aynı soru.” Omuz silktim.
Bana bön bön bakmaya devam edince öne eğilip sesimi alçaltarak onu taklit ettim. “Ee, Anna, patronun yatakta nasıl?”
Güldü. “Yani, başka neden seni…”
“Beni işe alsın, değil mi?” Gözlerimi devirdim. “Canın cehenneme. Bulunduğum yere tırnaklarımla kazıyarak geldim.”
Ellerini kaldırdı. “Bunu sorduğum için beni suçlayamazsın. Hangi erkek, ekstra aktiviteler için değilse, yirmi yaşındaki güzel bir kadını asistanı olarak işe alır ki?”
Gülüşü midemi bulandırdı.
“İğrençsin.”
Sandalyemi geriye itip kahvemi geride bırakarak bir hışımla uzaklaştım.
“Bu arada,” diye seslendim omzumun üzerinden, “Yirmi dört yaşındayım ve hayır, sen otuz gibi göstermiyorsun.”
Gözlerim dolsa da öfkeyle gözlerimi kırpıştırdım. Artık bunu kanıksamam gerekirdi.
Çoğu ilişkim, tabii onlara ilişki denebilirse, hep böyle son buluyordu.
İlk buluşmada olmasa bile, evimi gördüklerinde ve işimle ilgili derinlemesine sorular sormaya başladıklarında hep bu oluyordu.
Kafenin kapısını bir hışımla açıp soğuk New York havasında derin bir nefes verdim.
Daha ilk adımımı atamadan telefonum tekrar çalmaya başladı.
İç çekerek açtım. “Günaydın, Bay Powell.”
“Annalise,” dedi ifadesiz bir sesle. “Uyuya mı kaldın?”
Rüzgârlığıma sıkıca sarındım.
“Hayır, yoga çıkışı kahve almaya gelmiştim,” dedim, karşı sokaktaki binama koşar adım giderken.
Randevuya çıktığım Adam’ın kapıcının onu girişte tuttuğu yerden adımı bağırdığını duydum. Asansör kapıları kapanırken ona orta parmağımı göstermekle yetindim.
“Yogan bir saat önce bitti.” Patronumun bunu nereden bildiğini sormaya fırsat bulamadan, “Mark yarım saate seni almaya gelecek. Bir saat sonra Şangay ile telefon görüşmem var.”
İçimden homurdandım. Yine alelacele hazırlandığım, sonra da kendimi bir toplantıda bulduğum bir gün daha.
“Elbette, Bay Powell,” diye cevapladım.
“O öğle yemeği…”
“Saat on ikide,” diye tamamladım onun yerine. “Takviminize ekleyen ve rezervasyonu yapan bendim.”
“Doğru,” diye cevapladı, sesine yansıyan keyifle. “Görüşürüz.”
Telefonu kapattı. Katımın düğmesine defalarca bastım.
Eve girer girmez yoga matımı bir kenara fırlatıp spor ayakkabılarımı çıkararak duşa koştum.
Bu noktada tek istediğim mesaimin sorunsuz bitmesiydi.
Ama patronumun tavrına bakılacak olursa bu pek olası görünmüyordu.
Tam duşa girecekken tezgâhın üzerindeki telefonumun ekranı yandı.





































