
Viking Kralı'na Aşık Olmak ve Diğer Kötü Kararlar
Tek yasak görev. Tek tehlikeli derecede çekici Viking kralı. Sıfır özkontrol. Fawn Seaborne kendini kanıtlamak için her şeyi riske atıyor ve sonunda acımasız olduğu kadar çekici bir savaş beyiyle, Rok Magnus’la yüz yüze geliyor. Onu durdurması gerekirken kalbine kapılıyor. Ama kadim büyü uyanıp tutku alevlenince Fawn’ın karar vermesi gerekiyor: Kaçtığı kader mi daha tehlikeli, yoksa karşı koyamadığı adam mı?
Bölüm 1
Kovulma geceleri her zaman en uzun gecelerdir. Belki de bu yüzden Gundor Sarayı’nın üzerindeki yıldızlar gözüme hiç olmadığı kadar parlak görünüyordu. Sanki özgürce parlarken benimle alay ediyorlardı. Ben ise başarısızlığın esaretinde kıvranıyordum.
Spiral merdivenleri çıkarken bot seslerim mermer basamaklarda yankılanıyordu. Her adım bir öncekinden daha ağır geliyordu. Bunun sebebi yalnızca yorgun oluşum değildi, ceketimin içinde sakladığım ret mektubunun yükü de beni aşağı çekiyordu. Defalarca katlanıp açılmış mektubun altın mührü çoktan kırılmıştı. Acı dolu mesaj zihnime kazınmış, unutulmaz bir yara gibi içimde kalmıştı.
On ay boyunca Pierce Charming Akademisi’nde eğitim görmüştüm. Fakat tek bir görev bile alamamıştım. Ne Alfa, ne Beta, ne de bir teselli olarak Delta. On ayın sonunda elimde kalan tek şey, “onurlu” kelimesiyle süslenmiş bir terhisten başka bir şey değildi.
Nazikçe söylenmiş birkaç kelime aslında tek bir anlama geliyordu. Seçilmedin. Çantanı topla. Kader seni istemiyor.
Dişlerimi sıkarak tırmanmaya devam ettim. Oysa şimdi koğuşuma dönüp battaniyemin altına saklanmalı, muhafızlar gelip beni dışarı sürükleyene kadar beklemeliydim. Bunun yerine aslanın inine, yani babamın odasına gidiyordum. Yarım medeniyeti yeniden inşa etmiş olan, aynı zamanda en büyük eleştirmenim olan adamın karşısına…
Sahanlıktaki nöbetçiler gözlerime bakmadan beni geçirdiler. Bu iyi bir şeydi. Artık onların acımasına ihtiyacım yoktu. Babamın odasına doğru ilerlerken başımı dimdik tuttum.
Meşe kapının ardından onun sesini duydum. Alçak, ölçülü bir sesle telefonda birine emirler veriyordu. Kalbim göğsümde sert bir darbe gibi çarptı. Hâlâ geri dönebilirdim. Hiç gelmemişim gibi davranabilirdim.
Ama bu kaçmak olurdu. Belki birçok şey olabilirdim ama asla bir korkak değildim.
Derin bir nefes aldım ve kapıyı iterek açtım. İçeriye adım attığımda beni yalnızca şömine ateşi ve gölgelerle dolu bir oda karşıladı. Masasının üzerinde haritalar seriliydi. Haritalar her köşeyi kaplamış, hiçbir boşluk bırakmamıştı. Büyük bir görev planlıyordu. Belki de bugüne dek üstlenmeye çalıştığımız en kritik savaş olacaktı.
Bir savaş ki ben asla parçası olamayacaktım.
Başını kaldırdı. Fırtınalı mavi gözleri bana saplandı. Bakışları, benimkinden daha keskin ve daha soğuktu.
“Fawn.” Adımı söylerken sesi, bilenmiş bir kılıç gibi havayı yardı. “Odanda olman gerekiyordu. Yatma vakti geçti.”
“Seninle konuşmam istedim.” Sesim, beklediğimden daha sağlam çıktı. İçeriye girdim, kapıyı kapattım ve cesaretimi kaybetmeden önce sözler ağzımdan döküldü. “Mektubu aldım.”
Hangi mektup olduğunu sormadı. Elbette sormazdı. Zaten biliyordu.
“Anlamıyorum.” Boğazım düğümlendi ama başımı yere eğmedim. “Herkesten daha çok çalıştım. Bütün sınavları geçtim. Hazırdım. Peki neden? Neden tek bir göreve bile seçilmedim?”
Sessizliğin uzayıp gittiği odada yalnızca şöminedeki odunların çıtırtısı yankılandı. Sonra ağırbaşlı bir yargıç edasıyla, sandalyesine yaslandı. Parmaklarını birbirine kenetleyerek bana baktı.
“Bana anneni hatırlatıyorsun,” dedi nihayet. Sesindeki keskinlik tam olarak kaybolmamıştı ama tonunda belli belirsiz bir yumuşama vardı. Savaş öncesi tanıdığım babamdan geriye kalan bir parçaydı bu. “Tutkulu ve inatçısın… Fakat gerçek şu ki, sen annen değilsin.” Bakışları yeniden buz kesti. “Ve henüz hazır değilsin.”
Acı dolu bir kahkaha attım. “Doğru. Çünkü hiç kimse asla annem olamaz.”
“Fawn...”
“Hayır, anlıyorum. Gerçekten anlıyorum.” Ellerimi yanlarımda sıkıca yumruk yaptım. “O efsane bir savaşçıydı, değil mi? Herkes öyle söylüyor. Bana ona benzediğimi, onun gibi tutkulu olduğumu söylüyorlar. Ama sen…” Parmağımı ona doğru uzattım. “Sen bunu görmüyorsun. Sen yalnızca kusurlu hâlimi görüyorsun. Mükemmel olmayanı.”
Çenesi kasıldı, bakışlarını ilk kez benden kaçırdı. “Annen… Başkaydı.”
“Ben asla onun gibi olamayacağım, değil mi?” Boğazım yanıyordu. “Senin düşündüğün bu. Herkesin düşündüğü de bu. Ben, anneme benzeyen ama onun kudretinden hiçbir şey taşımayan bir hayal kırıklığıyım.”
“Sözlerine dikkat et,” diye uyardı, fakat sesinde bir titreme vardı. Kontrolünü korumaya çalışıyordu.
“O zamanlar daha dört yaşımdaydım baba. Dört. Sesini bile hatırlamıyorum. Yalnızca birkaç görüntü. Gülüşü. Elimi tutuşu. Bütün hayatımı bana ne olmadığımı hatırlatarak geçirdin. Bunun nasıl hissettirdiğini biliyor musun?”
Omuzları hafifçe çöktü ama hemen toparlandı, yeniden komutan maskesini taktı. “Seni körü körüne hazır olmadığın bir göreve gönderemem. Baban olduğum için değil, aynı zamanda general olduğum için. Sen bir risksin Fawn, bir sorunsun.”
Sözleri canımı acıttı ama bunu belli edemezdim. Onun beni yaraladığını görmesine izin veremezdim.
Arka planda ateş çatırdadı, gölgeler hayalet gibi duvarlarda dans ediyordu. Gözlerini kıstı ama bu kez içlerinde başka bir şey gördüm. Hayal kırıklığı değil… Keder.
“Bunu bilemezsin,” dedim öfkeyle. “Beni eğitimde görmedin. Hiç gelmedin...”
“Yeterince gördüm.” Ayağa kalktığında üniformasının ağırlığı ve varlığının heybeti odayı doldurdu. “Hızlısın, evet. Zekisin, evet. Ama görevler hızdan fazlasını ister. Onlar, kaderin onayını ister. Ve kader hükmünü verdi.”
Ellerim yumruk oldu. “Yani bu kadar mı? Çekip gideceğim… Sanki hiçbir şey olmamış gibi yer altına geri mi döneceğim?”
Gözlerinde bir kıpırtı belirdi, belki pişmanlıktı ama o kadar çabuk kayboldu ki yakalayamadım. “Bana öfkelenmene katlanabilirim. Ama anneni gömdüğüm gibi seni de toprağa gömmeyeceğim.”
Bir an için dizlerimin bağı çözülecek gibi oldu. Bunun yerine, omuzlarımı tıpkı bana öğrettiği gibi dikleştirdim.
“Ben zayıf değilim. ‘Küçük Fawn’ hiç değilim. Kader beni seçti, bana Ajan numaramı verdi. 555… Bunun bir anlamı olmalı.” İçimde kabaran duyguları bastırmaya çalıştım.
Sessizlik içinde beni süzdü. Gözlerindeki fırtına okunmaz bir hâle bürünmüştü. Sonunda derin, yorgun bir nefes verdi. O an, bir generalden çok bir baba gibi görünüyordu. Belki de ilk kez.
“O hâlde kanıtla,” diye mırıldandı. “Bana değil. Bu akademiye de değil. Kadere. Eğer gerçekten seni istiyorsa sana bir şans daha verecektir.”
Sözleri içimde bir kıvılcım yaktı.
Selam verir gibi başımı sert bir şekilde eğdim. “Yolumu kader çizmez General. Ben çizerim.”
Söyleyeceklerini duymaya niyetim yoktu. Cevap vermesine fırsat bırakmadan odadan çıktım.
Odama geri dönmeliydim. Aldığım mektubu yatağımın altına saklamalı, reddedilen her öğrenci gibi yastığıma kapanıp ağlamalıydım.
Ama bunun yerine, gece yarısını çoktan geçmişken Gundor Salonu’nda oturuyordum. Sanki yakalanmak için bile isteye bekliyordum.
Akademi kurallara sıkı sıkıya bağlıdır. Tatbikat asla atlanmaz. Protokol hiçbir şekilde esnetilmez. Ve en önemlisi, burada kimse kimseye âşık olamaz. Çünkü onların gözünde böyle şeyler göreve engel olurdu.
Elbette bu, öğrencilerin ilk çiğnediği kuraldı. Yani, ne bekliyorsunuz ki? Hepimiz genciz, hayatımızın baharındayız. İnsanlar sürekli kütüphane raflarının arasında ya da loş köşelerde buluşup dururdu.
Ama ben? Gece yarısı herhangi bir kaçamak için burada değildim. Ben kuralları çiğniyordum çünkü hayatım boyunca emek verdiğim her şey elimden kayıp gitmişti. Bu görkemli salonlarda geçireceğim sayılı gecem kalmıştı. Bari onları dolu dolu yaşayayım, değil mi?
Şöminenin yanında duran kadife koltuğa oturdum. Oturur oturmaz içimi hayal kırıklığı ve öfke kapladı. Gerçekten bir fark yaratabileceğimi sanmıştım. Ancak şimdi ne kadar saf olduğumu görüyordum.
Kaderin bana bir mesaj gönderdiğini düşünmüştüm, özel olduğumu, seçilmiş olduğumu… Yanılmışım.
Alevlerin yarattığı gölgeler kırmızı koltukların ve gümüş işlemelerin üzerinde sürünerek ilerliyordu. Saatin çıkardığı her tik takta nabzım daha sert atıyordu. Yatma saatini çiğnediğim için bir nöbetçinin beni sürükleyerek götürmesi an meselesiydi. Belki de gerçekten bela istiyordum.
Ama yine de bekliyordum.
Çünkü gerçek şu ki, neden seçilmediğimi öğrenmeden buradan ayrılamazdım. Bir kez bile seçilmemiştim. Ne bir Alfa, ne bir Beta, hatta değersiz bir Delta görevi için bile… Hiçbirine layık görülmemiştim. Ciğerlerim kanayana dek eğitim aldım, gözlerim yanıp bulanıklaşana kadar çalıştım. Peki karşılığında elime ne geçti? Bana yeterince iyi olmadığımı söyleyen bir mektup.
Bu saçmalıktı.
Bu koridorlarda yürüyen tüm adaylardan daha hızlıydım, daha güçlüydüm ve daha istekliydim. Bundan zerre kadar şüphe yoktu. Cesaretim asla kırılmazdı. Yere her düştüğümde, kaç kez olursa olsun, yeniden ayağa kalkardım. Ve aynaya her baktığımda yüzümde annemin ateşini görürdüm. Bana ondan kalan, onunla aramdaki tek gerçek bağ buydu.
Hayatım boyunca babam beni büyük işler başarmam için yetiştirmişti, bunun benim doğuştan hakkım olduğunu söylemişti. Şimdiyse beni Akademi’den gönderiyordu.
Akademi’ye ilk girdiğimde, insanlar benden çok şey bekliyordu. Sonuçta ben General Seaborne’un kızıydım. Dünya’daki tüm İyilik Meleği birliklerini yöneten, hatta evrendeki en güçlü adamlardan biri sayılan adamın kızıydım.
İnsanlar benden üstün başarılar bekliyordu. Ben de kendimden.
Ama sonunda ayrıcalıklarla büyümüş bu kız hiçbir şeyi başaramamıştı.
Odamın dışında geçirdiğim her dakika azar işitme ihtimalimi artırıyordu. Madem bu gece, Pierce Charming Akademisi’ndeki son gecemdi, öyleyse elimden geldiğince bütün kuralları çiğneyebilirdim.
Üstelik Akademi’de babamdan daha çok korkulan yalnızca bir kişi vardı ve onun da aniden karşıma çıkacak hâli yoktu…
“Bayan Seaborne.”
Vücudumdaki bütün kaslar dondu.
Hayır. Olamaz. Bu bir şaka olmalıydı.
Arkamı döndüğümde içimdeki bütün sıcaklık bir anda çekilip gitti.





































