S. Glasssvial
MAX
Sırıttığımı gören Cassie bana dik dik baktı. Ne yapayım, korkudan kulaklarımın zarını delercesine çığlık attığında gülmeden edememiştim.
Çalılıktan çıkan minik hayvan, yarattığı telaşı umursamadan gri gözleriyle bize bakıyordu.
Rahat bir iç çekerek elimdeki sopayı indirdim. “Sadece ufacık bir kertenkele.”
“Tehlikeli midir ki?” diye sorarken kolumu hâlâ o kadar sıkı tutuyordu ki tırnakları etime batıyordu.
“Bazı sürüngenler tehlikeli olabilir ama bu değil. Bu, gayet zararsız,” dedim, hafifçe kıkırdayarak.
“Bundan çok zevk alıyorsun, değil mi,” derken sesi hâlâ titriyordu.
“Yok canım.” Ciddi görünmeye çalışsam da beceremedim. “Sadece daha büyük ya da daha aç bir şey çıkmadığına seviniyorum.”
Az önce korkudan gözleri fal taşı gibi açılmıştı ama şimdi tehlike geçtiğinde bu hâliyle çok sevimli görünüyordu.
Daha önce gölde gördüğüm hâli aklıma geldi.
Sabah mağarada tek başıma uyanmıştım. Cassie’nin hava almaya çıktığını düşünüp ona seslenmiştim ama cevap vermemişti. Ben de göle gidip onu orada bulmuştum.
Şelalenin altında yıkanıyordu. Olduğum yerde durmuş, o çıplak vücuduna bakakalmıştım. Sarı saçları ve mavi gözleriyle bir tanrıça gibiydi.
Suyun o kıvrımlı vücudundan süzülüşünü izlemek büyüleyiciydi.
Sonra kendimi kötü hissettim. Neden onu gözetliyorum ki? Yaşadıklarımızdan sonra ona öyle bakmam ayıptı.
Kendimi hareket etmeye zorladım. Tam Cassie ellerini, üstünden sular süzülen göğüslerinden geçirirken bir ağacın arkasına saklandım. Ona bakmamak için kendimi zor tutuyordum.
Derin bir nefes alıp hiçbir şey görmemiş gibi yaparak ortaya çıktım.
Yine de şimdi bunları düşünmenin sırası değildi.
Kertenkelenin çıktığı çalılığa daha yakından baktım. Çalılığın dibinde küçük el izlerine benzer izler vardı. Tabii tek izler bunlar değildi.
Bitkilerin içine doğru uzanan daha derin ve daha geniş aralıklı izler de vardı.
“Görünüşe göre burada başka hayvanlar da var,” dedim.
Cassie yanıma gelip izlere bakarak, “Başka hayvanlar mı?” dedi.
“Sonuçta vahşi doğadayız,” diye açıkladım. “Korkacak bir şey yok . Muhtemelen o, bizden daha çok korkmuştur.”
“Benim korktuğum gibi mi?” dedi, kollarını kavuşturarak. “Sen gayet rahat görünüyordun çünkü.”
“Korkmadığımı sanma. Az kalsın ben de zıplıyordum,” diye cevapladım, küçük bir kahkahayla. “Ama onu görmemiz iyi oldu. Bu, yiyecek bulabileceğimiz anlamına geliyor. Şimdi, onları nasıl yakalayacağımızı bulmamız gerekiyor.”
Cassie yüzünü buruşturdu. “Yani... Avlanacak mıyız?”
“Daha iyi bir fikrin yoksa evet.” Ayağa kalkıp ellerimi pantolonuma sildim. “Bir iki gün daha yetecek kadar gıdamız var. Ondan sonra kendi yiyeceğimizi bulmamız gerekecek.”
“Karnım zil çalıyor,” derken midesi guruldadı.
Daha önce bir fındıklı bar paylaşmıştık ve acil durum çantasındaki yiyeceklerin yarısını çoktan bitirmiştik. “O zaman biraz yiyecek aramalıyız,” diye önerdim.
“Katılıyorum.” Biraz su içip şişeyi bana uzattı. “Önce bunu bitir. Sonra yiyecek ararız.”
Şişeyi küçük bir gülümsemeyle elinden alırken, “Emredersiniz, hanımefendi,” dedim.
Şişeyi ağzıma götürürken Cassie’nin dudaklarının da az önce şişeye değdiğini fark ettim. Aslında önemli olmamalıydı ama nedense önemliydi.
Başını yana eğerek, “Özür dilerim, çok mu emir veriyorum?” diye sordu.
Başımı salladım. “Yok canım. En azından, alınacağım kadar değil. Ama kim bilir, belki ben emir almaktan hoşlanıyorumdur.”
Niye böyle dedim ki şimdi?
Hızla kafama diktiğim su genzime kaçtığı için öksürmeye başladım.
Cassie, “İyi misin?” diye sorarak sırtıma vurdu.
Boğulurcasına öksürerek, “E... Evet,” dedim.
“Neyse,” diye devam etti Cassie. “Birkaç yerde Hindistan cevizi ve muz ağaçları gördüm.”
“Evet,” diye cevapladım. Ben de görmüştüm. “Birkaç tane koparabiliriz.”
“Tamam, hadi koparalım!”
Bir dakika sonra, uzun bir palmiye ağacına tırmanmaya çalışıyordum ve düşündüğümden çok daha zordu.
Bacaklarım, kasıklarım ve ellerim çok acısa da azmedip en tepeye ulaşarak bir Hindistan cevizi kopardım.
Cevizi yere düşürürken, “Dikkat et, Cassie!” diye bağırdım. Hızlıca bir tane daha koparıp aşağı indim.
Gülerek, “Aferin, Tarzan,” dedi.
Biraz uğraştıktan sonra sonunda Hindistan cevizlerini açtık.
Cassie içindeki beyaz kısmı yerken, “Hım, çok lezzetli,” diyerek parmaklarını yaladı.
Parmaklarını ıslak ve parlak dudaklarına soktuğunu görmek beni heyecanlandırdı.
Mahcup edici bir duruma düşmemek için hemen başımı çevirdim. Yumuşak, keyifli iniltileri bunun için biraz geç kaldığımı düşündürdü.
Kendini topla, Max!
Hindistan cevizlerini bitirdiğimizde, “Tamam,” dedi Cassie. “Yürümeye devam edelim. Adayı biraz daha keşfetmek istiyorum.”
Yürürken muz ağaçlarının yanı sıra çok tatlı kokan meyveler bulduk. Zehirli olup olmadıklarından emin olmadığımız ve hasta olmak istemediğimiz için sadece birer tane denedik.
Burada aynı zamanda, çoğunu ilk defa gördüğüm rengârenk çiçekler vardı. Yaprakları hafif rüzgârda sallanıyordu.
Cassie’ye, büyük, yumuşak yapraklı, açık mor bir çiçeği göstererek, “Peki ya bu?” diye sordum.
Güldü. “Birini bilmem, çiçek uzmanı olduğum anlamına gelmiyor. Hiçbir fikrim yok. Ama biraz güle benziyor.”
Eğilip kokladım. “Çok güzel ama.”
“Öyle ama sen yine de çok yaklaşma. Bazı çiçekler, tıpkı bazı bitkiler gibi cildine zarar verebilir. Hatta daha kötü de olabilir.”
Hemen geri çekilerek, “Çok akıllısın,” dedim.
“Bazen.”
Küçük patikanın iki yanındaki yabani çiçeklere bakarak sakin bir şekilde yürüdük. Hava, okyanustan gelen tuzlu kokudan farklı olarak buram buram toprak ve çiçek kokuyordu.
“En sevdiğin çiçek ne?” diye sordum.
“Morsalkım,” dedi, hemen. “Rengini ve sarkık duruşunu çok seviyorum. Çok büyülü bir havası var.”
Ona baktım. Sesindeki heyecan beni gülümsetti.
“Ya senin?” diye sordu, düşmüş bir dalın üstünden geçerken.
“Bilmem… Lale belki.”
Başını yana eğdi. “Neden lale?” diye sorarken eli kazara benimkine değdi.
Omuz silkerek önüme çıkan küçük bir taşı tekmeledim. “Bilmem... Şekli hep hoşuma gitmiştir.”
Cassie’nin gözleri birden fal taşı gibi açıldı. “Şunlara bak! Vay canına, ne kadar kırmızılar!”
Aceleyle alçak bir dalın altından geçerek ateş kırmızısı çiçeklere yöneldi. Onu izlerken uçurumdan düşecek diye korktum.
İçim cız etti. Titrek bir sesle, “Dikkat et, Cassie!” diye bağırdım.
“Merak etme. Sadece şunu… Ah!”
Bir taşa takıldı ve ben yetişemeden uçurumdan yuvarlanmaya başladı.
“Cassie!”