
Tüm madencilerin vardiyalar arasında uyuduğu kuyu yataklarına, Bunks’a geri döndüm.
Benim yatağım, eski bir madende duvarı tırmanırken parmak ucuyla geçmek zorunda kalacağınız dik bir eğim üzerinde oyulmuş bir kayaydı.
Yatak sıcacıktı ve bu sivri, sert bir cismin içine gömülü keskin, kaba yüzeylerde uyumanın tek avantajlı yönüydü.
Ancak hemen yatağa gitmedim. Bloodstone'da oyulmuş İlk Şans ve Dışarısı arasında Astro'nun askerlerinin geçiş yaptıkları noktanın yakınlarındaki kuytu bir yerde bulunan gizli kasama doğru yol aldım.
Yüzeye en yakın olması nedeniyle, sıkı bir şekilde korunuyordu.
Ne komiktir ki, buranın bir yıl önce o ikizlerle ilk kez karşılaştığım yer olduğunu fark ettim. Gar ruhani ve kötü görünüyorlardı. Sanki bu cehenneme ait gibiydiler.
Kapana kısılmış ikizden kılıcını çalıp kaçmayı başardığıma göre onu diğer küçük hazinelerimle birlikte saklamaya karar verdim.
İlk Şans, yoğun bir şekilde devriye gezilen bir yer olabilir ama kaçacağım gün için silahlarımı depolayacağım mükemmel bir yerdi.
Son muhafızları öldürmek için gizli silahlarımı kullanırdım ve böylece buradan çıkmanın bir yolunu bulabilirdim.
O gün çok geçmeden gelmek zorundaydı.
Çünkü benim şansım yakında tükenecekti.
İlk Şans'a ulaşmak için dik bir tırmanışla Bloodstone kuyusunun içinden geçmek gerekiyordu. Buradaki siyah kayalar kıpkırmızı zehir salgılarlardı. Salgılanan bu sıvı cildinizde uzun süre kalacak olursa cildinizi yakar.
Bu dar kuyudaki duvarlara bu yüzden kimse dokunmamıştı.
Ama ben dokundum, dokunabiliyordum, çünkü zehrin acısını umursamıyordum.
Tepeden aşağıya doğru yolun yarısını diz çöküp çömelerek kat ettim ve çalınan hazinelerimi yerleştirmek için gevşek kaya parçalarını bulup çıkardım.
Çok uzak kaynaklardan gelen minicik bir ışıkla zifiri karanlıkta yolun açık olup olmadığını kontrol ettiğimi sanıyordum.
Gölgelerde önceden pusu kuru beni bekleyen birilerinin olabileceğini hesaba katmadım.
Fell.
Daha ne olduğunu anlayamadan, onun sesini duymuştum.
Dizlerimin üzerine çökmüş, kılıcımı hançerlerimle birlikte saklamak için rafı çekmeye çalışıyordum ama ben bunu daha başaramadan o ve onun inançla ilgili konuşmaları tarafından engellenmiştim.
Fell saçımdan kavrayarak yakaladı.
“HAYIR!” Beni karanlıkta yukarı doğru çekerken yardım çığlıkları atıyordum. Kılıcı elimden düşürmüş ve her fırsatta kölelere işkence eden pislikle yüzleşmek zorunda kalmıştım.
Onun öfkesini tetikleyen tek şey, itaatsizliktir.
Şiddet içeren sözleri soluk mavi ağzından döküldükçe savrulan tükürükleriyle ürperdim.
“Silah saklamanın cezası ölümdür,” diyerek gülümsedi.
“Ölüm,” diye fısıldadım aniden sakinleşirken, burnum yaklaşan gece kokusunu algılamıştı.
Fell, ayaklarımın dibine düşürdüğüm silahı almak için eğilirken bile beni sıkı sıkı tutuyordu.
Bir elim bacaklarımın arasında bir an için onun aşağıya eğilmesini izlerken karanlık koridora baktım. Yardım çığlıklarımın arasında terk edilmiş bir hâldeydim.
Karanlıkta yaklaşan bir gölge dışında.
“Pekâlâ.” Fell doğruldu. Elinde silah, kabzadaki ince ayrıntıyı inceledi. “Bu hazineyi nereden buldun, seni aptal sürtük? Aşkım?”
Çünkü artık arkasında duran Devorex’in gölgesinde tamamen cüce kalmıştı.
Fell'i bileğinden yakalar ve keskin kenarı bükerek kendi boğazına doğru getirir.
Kılıç benimle Fell'in arasında titreyen elime kan damlasıyla birlikte düşmüş, taze kan kollarıma ve göğsüme akıyordu.
Devorex, Fell'i kafasındaki saçlarından tutarak ve kafasını geriye doğru kırdı ve kesiği daha da genişletti.
Dökülen kanların arasından cinayet işleyen adama dik dik bakarken boyun tendonlarının ve kemiklerin çatırdadığını duyabiliyordum.
Devorex Fell'in işini bitirirken pür dikkat bana odaklanmış durumdaydı.
“Kelebek.” Devorex'in sesi o kadar yumuşaktı ki, sıcak ve sönmekte olan kor gibi, siyah gözleri beni içine çekerken, sırtımı yasladığım ve tenimi yakan Bloodstone ve onun arasında çok küçük kalmıştım.
“Onun sana olan muamelesini mi tercih ederdin.” Fell'in işe yaramaz leşini bir kenara fırlatıp atarak artık ona karşı savunmasız kalan benim boğazıma uzandı.
Ama ben yukarı tırmandım.
İkinci ölümümü beklemiyordum.
Fell'den düşen kılıcı gece karanlığında avucumun içinde saklıyordum ve ben onu onun boğazına doğru saplamaya çalıştığımda Devorex bıçağı boynuna değdirmeden kaptı.
Ama bıçak elini kesti.
Daha uzağa itmeyi başaramıyordum ve şimdi onun elinin kanı elime akıyordu. Koluma.
Kanı da gece gibi simsiyah ve sıcak. Tıpkı bir lav gibi.
Kanı dirseğime kadar akarken kolumun derimi yaktığını hissediyordum ve onun can damarının beklenmedik acısı karşısında tısladım.
“Nankör köle. Az önce hayatını kurtardım ve bana teşekkürün cinayete teşebbüs mü?” Devorex alınlarımız birbirine dokunana kadar eğildi ve gözlerini gözlerime dikti.
“Peki, bunu nasıl yapabiliyorsun?” Zihnimdeki sözlerine başvurarak ona sordum.
Sonunda onun ses tonundaki inatçı ve kızgın emiriyle pes ed bıraktım. Ellerimi indir teslim oldum. Şimdi, beni delip geçen bakışları arasında onun öfkesiyle karşılaşmak için yukarı baktım
“Benimle geliyorsun... kelebeğim.” Gözlerini gözlerime dikmiş, beni içine çekiyordu.
Sanırım bu, sadece bir zaman kazanma girişimiydi.
“Bu bir soru değildi.” Devorex gülümsüyordu, fakat artık düşünmem için bana bir saniye bile vermiyordu.
Başım geriye sallanmış ve parmaklarımla kayalardan çıkarmaya çalıştığım ikinci silaha hakimiyetimi kaybetmiştim.
Bildiğim tek şey kafama aldığım darbenin ölümcül olmadığıydı.
Fakat hayatta kalmanın bundan sonra başıma gelecekler karşısında daha iyi olacağından emin değildim.