
Gerçekten. Adam resmen hırladı.
Evet, belki onunla yatmak istediğimi söylemiş olabilirdim ama karşılık olarak hırlaması mı gerekirdi?
Eş bağı hakkında konuşmaya başladığında büyükbabam sessizce odayı terk etmişti. Sanırım bu onun için çok fazlaydı. Çok fazla, çok erken. Evet, bu konuda büyükbabamla aynı fikirdeydim. Kurt adamlarla yapamam. Hayır, olmaz. Benim dünyamda olmaz.
Tanrım, kurt adam demek! Böyle bir şey yok bile! Ya da... olmaması gerekirdi ama belki de gerçekti? Vay canına!
Tamam, evet, kafayı yemek üzereydim. Ne de olsa doğaüstü varlıkların gerçek olduğunu sık sık duymuyordum.
Buradan gitmeliydim. Hem de hemen.
“Sözde” anahtar kelime. O lanet dövmeli adamdan uzak durduğum sürece normal olabilirdim. Her zamanki ben olabilirdim.
Tek sorun, o seksi dövmeli adamla yatmayı o kadar çok istiyordum ki bu beni kahrediyordu.
Gaza daha sert bastım. Kaçmak tek çözümdü.
Sekiz saat, otuz sekiz cevapsız arama ve altmış iki görmezden gelinen mesajdan sonra nihayet Güney Dakota’da bir yerde bir otelde durdum. Yola çıktığımda nereye gittiğimin farkında değildim ama bir önemi yoktu. İhtiyacım olan tek şey iyi bir uyku çekmekti.
Avucumun içiyle göğsümün ortasını ovdum. Nedense bir türlü geçmeyen bir ağrım vardı. Ne sorunum olduğundan emin değildim. Daha da kötüleşirse doktora gitmem gerekebilirdi.
Büyükbabamın yapmamdan korktuğu şeyi yapmıştım: Kaçmıştım. Ona üç kelimelik kısa bir mesaj attım.
Sonra telefonumu kapattım.
Sabah dört sularında kapımın çalındığını duydum. Bu saatte beni kim rahatsız edebilirdi? Uykuluydum ve kendimde değildim. Bu yüzden kim olduğunu sormadan kapıyı açtım. Karşımda ellerini kapının iki yanına yaslamış, oldukça bitkin görünen Dövmeli Seksi Adam duruyordu.
“Treyton.”
Beni kollarının arasına alıp yüzünü boynuma gömerek kokumu derin derin içine çekti. Bu sırada göğsümdeki ağrı hafifleyerek tamamen kayboldu. Garip. Hâlâ boynuma yaslanmışken söze girdi.
“Bexley, lütfen bebeğim, bana ne olduğunu anlat. Seni kaçmaya iten korkunun ne olduğunu söyle.”
Tanrım, çok güzel kokuyordu. Sanki hiç kötü bir şey olmayacakmış gibi. Sonsuzluk kulağa o kadar da korkunç gelmiyordu, onunla birlikteysem hayır.
“Çok üzgünüm Treyton.”
“İçeri girebilir miyim?”
Onu bırakmadan başımı evet anlamında salladım. Beni kaldırdığında bacaklarımı beline doladım. Kapıyı ayağıyla kapatıp yatağa giderek beni kucağına oturttu. Yüzünü tekrar boynuma gömüp sanki bir türlü doyamıyormuş gibi kokumu içine çekti. Sonunda beni kulağımın arkasından öptü.
“Tamam bebeğim, artık anlat. Otel için kredi kartını kullanana kadar nerede olduğunu anlayamadık. Seiko ve büyükbaban çıldırdı. İlk uçağa atlayıp geldim. O yüzden lütfen ne düşündüğünü söyle.”
Tanrım, bu gerçekten oluyordu. Ben daha cevap veremeden Treyton’ın telefonu çaldı. Bakıp cevap verdi.
“Sam.”
Sam denen kişi her ne söylediyse onu duyunca kaskatı kesildiğini hissettim.
“Emin misin...? Teşekkürler, Sam.”
Odayı taradığında gözleri valizimde durdu.
“Gitmemiz gerek. Burası senin için güvenli değil.”
“Ne demek istiyorsun? Ne demek burası güvenli değil?”
Beni yere bırakıp valizimi açarak hızla değiştirmem için kıyafetlerimi çıkardı.
“Açıklar mısın Treyton!”
“Arabada açıklayacağım. Lütfen Bexley, bu konuda bana güven.”
Ben daha itiraz edemeden valizimi ve arabamın anahtarlarını alıp kapıdan çıktı. Çabucak üstümü değiştirip çıkış yapmak için resepsiyona yöneldim. Lobide oturmuş dergi okuyan pejmürde görünümlü bir adam fark ettim. Çıkış yaparken beni izliyordu. Ben faturayı imzalayıp kapıdan çıkarken aniden arkamda belirdi. Bana doğru eğilip yan tarafıma bir bıçak dayadı.
“Çığlık atarsan seni öldürürüm. Anladıysan başını salla.”
Tek yapabildiğim başımı sallamaktı. Her yerde Treyton’ı aradım ama hava hâlâ karanlıktı. Adam beni ileri doğru itti. Bıçağın ucu gömleğimi yırtıp derimi keserken keskin bir acı duydum.
“Lütfen...”
“Kapa çeneni.”
“Kimsin sen?”
“Önemli değil. Kral beni seni almam için gönderdi.”
“Kim?”
Bıçağı daha sert bastırdığında elimde olmadan inledim. Gömleğimin altından kan aktığını hissettim. Beni köşeden iterek külüstür bir kamyonete götürüp arka koltuğa oturttu. Sürücü koltuğunda başka bir ürkütücü adam vardı. Hiç kimse tek kelime etmeden yola çıktık. Yan tarafım acı içindeydi. Kamyonet her an durabilir ya da parçalanabilirmiş gibi görünüyordu.
Saatler gibi gelen bir sürenin ardından şoför yıkık dökük bir depoya yanaştı. Kamyonetten ite kaka indirilip binanın içine itildim. İçerisi leş gibi kokuyordu; buranın yıllardır kullanılmadığı belliydi.
Treyton’la şelalenin orada gördüğümüz kurt gibi birkaç kurt etrafta dolaşıp bizi izliyordu. Arka taraftan yüzünde gülümsemeyle kocaman bir adam çıkageldi. Uzun boylu, yapılı ve koyu renk gözlüydü. Beni öldürmeye çalışmasaydı yakışıklı olduğunu düşünebilirdim ama bu adamdan yayılan kötü enerji tüylerimi ürpertmeye yetti.
“Seni uzun zamandır bekliyordum. Görünüşe göre bunca zamandır gözümün önünde saklanıyormuşsun.”
“Lütfen bana zarar vermeyin. Ben hiçbir şey yapmadım.”
Adam bana doğru yaklaştı. Şimdi o kadar yakındı ki nefesinin kokusunu alabiliyordum. Ölüm ve çürümüş et gibi kokuyordu. Neredeyse boğulacaktım.
Köpek dişlerinin uzadığını gördüğümde tüm vücuduma bir ürperti yayıldı. Bu adam şu kurt adamlardan biri olmalıydı.
“Kimsin sen?”
“Bana Haydut Kral derler. Ama sen, aşkım, bana Magnus diyebilirsin çünkü ben senin eşin olacağım.”
“Bu… Bu mümkün değil. Benim eşim Treyton.”
Gülmeye başladı. O kadar hastalıklı bir gülüştü ki midem bulandı.
“Seni aptal kız. Gerçek eşinin kim olduğunu gerçekten umursadığımı mı sanıyorsun? Seni burada, şimdi işaretleyeceğim. Aradığım gücü elde ettiğim sürece yaşamana izin vereceğim. Gerçi soyundan gelenlerin öldükten sonra güçlerini eşlerine aktardıklarını duydum, yani her hâlükârda kazançlı çıkacağım.”
“Benim gücümü istiyorsun.”
Bu bir ifadeydi, soru değil. Avukat yanımı kızdırmıştı. Magnus adındaki bu adam tanrı kompleksi olan, güce aç bir kurt adamdı. Her gün böyle adamlara dava açıyordum. Kürkleri yoktu ya da dört ayak üzerinde yürümüyorlardı ama bunun dışında hepsi aynıydı.
Boynumdan tutup beni boğazladı.
“Ah ama sen güçlüsün. Senin hakkında her şeyi bana özellikle anlatan bir kaynağım var.”
Beni başka bir odaya çekip duvara fırlattığında zar zor nefes alabiliyordum. Sersemlemiş bir hâlde yere yığıldım.
Kapıyı çarpıp çıktığında kilidin döndüğünü duydum. Hareket bile etmedim. Sadece bacaklarımı çekip dizlerime sarıldım. Bıçak yarasının ne kadar kötü olduğunu görmek için bakmadım bile. Bir saat kadar sonra, sıska bir genç adam kirli, pis bir şilteye benzeyen bir şeyi sürükleyerek içeri getirdi. O kadar zayıftı ki şilteyi güçlükle taşıyordu. Yine de buradaki diğer adamlardan farklı bir yanı vardı. Lekeli şilteyi yere atıp bana yaklaşarak diz çöktü.
“İyi misiniz genç hanım?”
Başımı salladım.
“Benim adım Andy. En iyisi olmasa da uzanman için bir şey getirdim. Rahat etmeye çalış ve onu kızdırma. Sana göz kulak olmak için elimden geleni yapacağım.”
“Neden?”
“Bu tarafa doğru hızla gelen bir sürü olduğunu duydum. Senin için geldiklerine eminim.”
“Treyton.”
Başını salladı.
“Buradan gitmek istiyor ama seni kurdun olmadan taşımak zor olacak. Ben de ona kafanı duvara çarptığından beri kustuğunu söyledim. Dayanamadığı tek şey kusmuk. Temizleme görevini bana verdi.”
“Neden bana yardım ediyorsun?”
Andy omuz silkti.
“Kralın ihtiyacı olan son şey güç. Zaten korkunç bir insan.”
Andy bir ses duymuş gibi başını eğdi. Ben ise bir şey duymamıştım. Sonra birden başını çevirip bana baktı.
“Onu kızdırmamaya çalış.”
Kapı gürültüyle açıldı ve Magnus hışımla içeri girdi. Andy’yi itip ona dışarı çıkmasını söyledi. Andy bana son bir kez baktıktan sonra dışarı çıktı. Magnus beni saçlarımdan tutup kaldırarak kirli şiltenin üstüne fırlattı. Ben ne yaptığını anlayamadan üzerimde gezinip gömleğimi omzumdan çekip çıkardı.
“Görünüşe göre istediğim kadar zamanımız yok.”
Boynumu aşağıdan yukarıya yaladı. İstemsizce kıvrandım. Sonra çenemi tutup yüzümü sağa çevirdi.
“Bu biraz canını yakabilir.”