K.L. Harr
MAVE
Bir hafta geçmişti. O zamandan beri başka kötü bir şey olmamıştı. Bunun nedeni Lion’ların ortalıkta görünmemesiydi elbette.
Ertesi gün Jack beni görünce çok sevinmişti. İşe devam etmeme şaşırdığını ama minnettar olduğunu söylemişti. Ne de olsa ilk günde talihsiz bir olay yaşamak herhangi bir çalışanı kaçırmak için yeter de artardı bile.
Bugün Jack şehir dışındaydı, bu yüzden lokantayı Trixi’yle tek başımıza döndürüyorduk. Mekân yoğundu ama tıklım tıklım değildi. Müşterilere hizmet ederken tezgâhın arkasında birkaç dakika soluklanacak vaktimiz oluyordu. Akşama doğru artık mekân iyice sakinleşince Trixi erkenden temizliğe başlayalım demişti.
Ben yerleri süpürürken Trixi’nin yüksek sesle küfrettiğini duydum.
“Siktir!”
Lokantanın öbür ucundan ona bakarak, “Her şey yolunda mı?” diye sordum.
“Lanet olsun! Hayır, değil! Nasıl yapsam ki...” Üzgün üzgün etrafına bakınırken elindeki telefonu gördüm. “Topla eşyalarını. Lokantayı kapatacağım.”
“Ama daha bir saat var. O kadar erken kapatamayız. Jack kızar!”
“Biliyorum. Haklısın,” derken saçlarını çekiştirdi. “Lanet olsun!”
“Trixi, ne oldu?” diye sordum tekrar.
“Yavru köpeğim...” dedi iç çekerek. “Yargılamak yok ama!” derken parmağını bana doğrultunca ellerimi havaya kaldırdım.
“Neden seni bir yavru köpek için yargılayayım ki?”
“Bilmiyorum. Sadece hassas biri olduğumu düşünmeni istemiyorum.”
“Trixi...” dedim ona bakarak.
“Her neyse… Annem köpeğimi apar topar veterinere götürmüş. Mesajı şimdi gördüm. Sanırım apartman merdivenlerinden düşüp bacağını kırdı,” derken sesi titriyordu.
“Aman Tanrım, gerçekten çok üzüldüm!” Boş masalara ve batan güneşe baktım. Alice birazdan burada olurdu. İşe başladığım ilk günden beri beni erkenden almaya geliyordu.
Trixi’ye döndüm. “Sen git. Burayı ben hallederim.”
Trixi de etrafına bakındı. Ardından telefonuna, sonra tekrar bana baktı. “Emin misin Mave?”
“Şaka mı yapıyorsun! Git hadi. Gerçekten. Kimse yok, Alice de birazdan gelir. Lokantayı ben kapatırım. Git… Yavru köpeğinin yanında ol!”
İç çekerken ellerini dua eder gibi birleştirdi ve üzgün gözlerle bana baktı. “Çok teşekkür ederim May! Gerçekten!”
“Köpeğini benim yerime öp,” derken ona gülümsedim.
Başını salladıktan sonra çabucak çantasını almak için arkaya koştu. Çıkmadan önce anahtarları bana verdi. “Hayatımı kurtardın. Bir şeye ihtiyacın olursa beni ara, tamam mı?”
Gülümseyerek başımı sallarken anahtarları önlüğümün cebine koydum ve onu kapıya kadar geçirip arkasından kapıyı kilitledim.
Trixi bana son bir kez el salladıktan sonra koşarak caddeyi geçti ve arabasına binip hızla uzaklaştı.
Boş restorana döndüğümde dudağımı ısırarak etrafa baktım ve kaldığım yerden etrafı süpürmeye devam ettim.
Trixi’ye iyi olacağımı söylemiş olsam da gece vakti burada tek başıma kalmak biraz ürkütücüydü. Bunu inkâr edemezdim. Bu yüzden kendimi rahatlatmak için müziğin sesini açtım ve tezgâhları silmeye giriştim.
Dolly Parton’ın “Jolene” şarkısına eşlik ederken mırıldanıyordum. Bu şarkıyı dinlemek utanç verici olsa da dinlemekten vazgeçemediğim bir şarkıydı. Şarkının ortasında kapının alacaklı gibi çalınmasıyla yerimden sıçradım.
Ardından yavaşça arkamı döndüm.
İri yarı biri kapının çerçevesine yaslanmıştı. Kapıdaki buzlu camdan ne tür biri olduğunu ta buradan kestirebiliyordum.
Siktir.
Ben dikkatle kapıya yaklaşırken adam asla yerinden kıpırdamıyordu. Kapıya vardığımda usulca, “Kapalıyız,” diye seslendim.
Sessizce gülerken camdan beyaz dişlerini görebiliyordum. “Hayır, değilsiniz. Aç kapıyı. İkinci kez söyletme.” Sözleri korkutucu olsa da sesi oldukça hoş geliyordu.
Derin bir nefes alırken gergin bir şekilde camdan baktım ama zifiri karanlıkta yalnız gibi görünüyordu.
Lion’lardan birini içeriye almadığım için işimden olmak istemiyordum, bu yüzden kapının kilidini açtım.
Ağır motorcu botlarıyla içeriye girerken gözlerimi yere dikerek arkasından kapıyı kapattım. Sessizce tezgâha doğru yürüyüp bir tabureye oturdu. Kendime nefes almayı hatırlatmam gerekiyordu.
Adam iç çekerek mönüye bakarken olduğum yerde gerim gerim geriliyordum.
“Yalnızım. Yere bakmana gerek yok.”
Başımı sallarken yavaşça başımı kaldırdım. “Özür dilerim, ben…” derken lafım yarıda kaldı.
Jason.
Lafımın yarıda kesildiğini fark etmişe benzemiyordu. Mönüye bakarken beni umursadığı söylenemezdi. Ben de bu fırsattan istifade onu baştan aşağı süzdüm.
Sesini tanımamıştım ama buna şaşırmamıştım. Eskisinden çok farklı görünüyordu. Daha olgun, biraz daha sert…
Sağ kaşında yeni bir kesik izi, düz burnunun sol tarafında küçük bir halka vardı.
Sakal da bırakmıştı. İğrenç görünen, uzun, karmakarışık bir sakal değildi. Aksine çene hattını ortaya çıkaran kısa, bakımlı bir sakaldı.
Saçları hâlâ koyu kahverengi renkti ama saç stilini değiştirmişti. Asker tıraşının biraz daha uzun bir versiyonuydu.
Boyu da hâlâ çok uzundu, belki de eskisinden daha uzundu. Atletik bir vücudu vardı. İri kolları deri ceketinin altında gizlenmişti.
Ve elbette, hâlâ inanılmaz derecede yakışıklıydı.
Aslında daha önce ona hiç bu kadar yakın olmamıştım. Okulda her zaman herkesten uzak duruyor gibiydi.
Başını kaldırdığında parlak yeşil gözleriyle doğrudan mavi gözlerime bakarken birden nefesim kesildi. Bana öyle bir bakıyordu ki sanki içimi görebiliyordu.
“Biftek. Az pişmiş. Yağı alınmış. Karabiberli sos olsun ama hazır olanından değil, sıfırdan yapılan taze olanından. Taze kızarmış mantar ve biraz patates kızartması da istiyorum,” dedi düz bir sesle. Sesi oldukça kontrollü çıkıyordu.
Ne diyeceğimi bilemiyordum. Dudağımı ısırarak omzumun üzerinden boş mutfağa baktım.
“Bir sorun mu var?” diye sorarken ona döndüm.
“Şey, aşçımız eve gitti...” dedim sessizce. Lokantayı kapatmaya birkaç saat kala genelde mutfağı Trixi devralırdı. Şefimiz erken gelip erken çıkıyordu.
Jason hiçbir şey söylemeden baştan aşağı beni süzdü. Gözleri içimi ısıtıyordu. “Ellerin var,” derken aptal gibi başımı salladım. “Pekâlâ... O zaman sorun çözüldü demektir.”
Biraz kızararak tekrar başımı salladım ve mönüyü elinden alıp tezgâhın altındaki yerine koydum.
“Beklerken içecek bir şey ister miydiniz?” diye sordum çekingen bir sesle.
“Su yeter.” Gözleriyle hâlâ beni incelemeye devam ediyordu. Suyunu doldurmak için arkamı döndüğümde bile bana baktığını hissedebiliyordum.
Elim titreyerek suyu önüne koyarken yüzünde küçük bir gülümseme belirdi.
“Git hadi,” dedi nazikçe.
Tekrar başımı salladım. Yumuşak ama otoriter sesi yüzünden konuşamıyordum. Hızla mutfağa geçtim.
İhtiyacım olan malzemeleri toplamakla başladım ama hâlâ doğru düzgün nefes alamıyordum çünkü açık pencereden beni izlediğini biliyordum.
Patatesleri kızgın yağa attıktan sonra bifteği hazırlamaya başladım. Etin yağlı kısımlarını kestikten sonra her iki tarafına da karabiber serptim ve eti ısınan tavaya yerleştirdim. Etin cızırdayan sesi insanı tatmin ediyordu. Kendime et hazırlarken de aynı bu şekilde hazırlıyordum.
Kafamda zamanı sayarken biraz mantar doğrayıp kenara koydum. Mantarları en son kızartacaktım. Ardından fritözdeki patatesleri salladım ve sos için krema, biraz et suyu ve havanda ezdiğim karabiber tanelerini aldım.
Bifteği hızlıca kontrol ettim, mükemmel görünüyordu. Dinlenmesi için eti bir tabağa koydum. Sonrasında mantarları pişirmeye ve sosu yapmaya başladım.
Gizli malzememden de eklesem mi acaba? Lezzet vermesi için az miktarda brendi ekliyordum. Ben böyle seviyordum ama şu anda gerçekten böyle bir risk almalı mıydım?
Bildiğim şekilde devam etmeye karar verdikten sonra her şeyi güzel bir şekilde tabağa yerleştirip bir tepsiyle mutfaktan çıktım.
Jason’ın gözleri bir an bile benden ayrılmıyordu.
En güzel gülümsememle, hazırladığım yemeği servis ettikten sonra geri çekildim. Yemeğe bakarken Jason’ın ne düşündüğünü anlayamıyordum. Yavaştan brendi eklediğime pişman olmaya başlamıştım.
Jason eline çatal bıçağı alıp etin ne kadar piştiğini kontrol ederken başını salladı. Mantarlardan birini sosa bulayıp çatalı bana uzatırken benden bir şey bekliyormuş gibi bana bakıyordu. Kıpkırmızı olmuştum.
“Ye,” dedi bana.
Ağzım şaşkınlıkla açılıp kapanırken, “N-ne…” diye kekeledim.
“Seni tanımıyorum,” derken lafımı kesti. “Eğer yersen beni zehirleyecek bir şey yapmadığına inanabilirim. Kişisel bir şey değil.”
Neden boş lokantaya baktığımı bilmiyordum ama aptal gibi etrafa bakıyordum. Sonrasında öne doğru bir adım atıp sertçe yutkundum ve Jason çatalı ağzıma yaklaştırırken çocuk gibi ağzımı açtım.
Çatalı yavaşça geri çekerken dudaklarımı kapatıp mantarı ağzıma aldım. Ağzımdaki lokmayı çiğneyip yutarken Jason dikkatle beni izliyordu.
Memnuniyetle başını salladıktan sonra da yemeğe başlamak için çatalını tabaktaki mantarlardan birine sapladı. Hızlıca temiz bir çatal alıp tabağının yanına koydum.
Sanki ona temiz bir çatal sunmam delilikmiş gibi bana baktıktan sonra masaya koyduğum çatalı tamamen görmezden geldi. Benim kullandığım aynı çatalı mantara batırıp ağzına götürdü.
Bu neden bu kadar çekiciydi?
Tam o anda midem yüksek sesle guruldadı.
Başını kaldırıp bana bakarken gözlerinde muzip bir bakış vardı.
Sanki bu çıkan sesi azaltacakmış gibi elimi midemin üzerine koyarak, “Çok özür dilerim. Ben…” dedim.
“Otur,” dedi sakin bir şekilde.
“P-pardon?”
Bu kez daha sert bir şekilde, “Otur,” diye tekrarladı ve yanındaki tabureyi çekti.