Issız Cennet - Kitap kapağı

Issız Cennet

S. Glasssvial

İkinci Bölüm

CASSIE

Şelalenin huzur verici sesi ve mağaraya süzülen parlak güneş ışığıyla gözlerimi açtım. Ateş sönmüş, geriye sadece tüten odun parçaları kalmıştı.

Gözlerimi kırpıştırarak etrafıma bakınırken yanımda bir ağırlık hissettim. Max hâlâ bana arkamdan sımsıkı sarılıyordu. Sıcacık kollarında olmak çok güzeldi ama fark ettiğim bir şey daha vardı.

Aşağıda...

Onun gibi genç bir erkeğin sabah ereksiyonu yaşaması normaldi tabii ama sırtıma değdiğinde ne yapacağımı şaşırdım. Onu uyandırmak istemesem de bu pozisyonda daha fazla kalamazdım. Tuhaf geliyordu, ayrıca tuvalete gitmem gerekiyordu.

Yavaşça kollarından sıyrılıp doğruldum. Her yerim sızlasa da düne göre daha iyi hissediyordum.

Max, yüzünü koluna gömmüş, mışıl mışıl uyurken göğsü düzenli bir şekilde inip kalkıyordu. Çok tatlı görünüyordu. Yakışıklıydı da. Ve seksi... Karın ve göğüs kasları hayranlık uyandırıcıydı.

Ondan gözlerimi alamıyordum.

Ne oluyor bana böyle? Gerçek hayatta, onun gibi bir erkek benim gibi bir kadına dönüp bakmazdı bile.

Silkelenip kendime geldim. Üstüm başım berbat hâldeydi.

Bir zamanlar bembeyaz olan tişörtüm ve açık renkli kot pantolonum kum ve deniz tuzuyla kaplıydı. İğrenç bir şekilde bayat deniz suyu kokuyordum.

Gidip gölde yıkanmaya karar verdim.

Temkinli adımlarla mağaradan çıkarken duraksadım. Girişin oradaki ıslak topraktan ağaçlara doğru giden yolda küçük bir hayvana ait gibi görünen ayak izleri vardı.

Tüylerim diken diken oldu. Dün geceki sesleri ve hışırtıları hatırlayarak ürperdim.

Korkumu bastırmaya çalışarak hızlı adımlarla göle ilerledim ve hiç vakit kaybetmeden kıyafetlerimi çıkarıp serin suya atladım.

Temiz suda kirlerimden arınırken şimdiden daha iyi hissediyordum.

Kıyafetlerimi de yıkadıktan sonra kurumaları için güneşe serdim ve saçlarımdaki deniz tuzunu temizlemek için şelaleye doğru yüzmeye başladım.

Ayaklarımın etrafında dolanan küçük balıklar iyiye işaretti, yiyecek bulabileceğimiz anlamına geliyordu.

Gözlerimi kapatıp başımı serin suya tutarak saçlarımı yıkamaya başladım.

Şelale küçük olduğu için su çok tazyikli değildi. Suyun keyfini çıkararak yüzerken deniz kazasından bu yana ilk kez biraz huzur bulduğumu hissettim.

“Cassie?”

Max’in sesiyle irkildim. Başımı kaldırıp baktığımda onu suyun kenarında dikilirken gördüm.

Çıplak olduğumu fark edince hemen gözlerini kaçırdı.

Güldüm. Bu yakışıklı, kaslı adamın birden utangaç bir çocuğa dönüşmesi çok tatlıydı.

Sadece başım görünene kadar suya girerek, “Sorun değil, Max,” diye seslendim. “Artık bakabilirsin. Senin de popona kumlar kaçmıştır. Hadi, sen de gel! Su çok güzel. Kıyafetlerimi bile yıkadım.”

Arkamı dönerek, “Bakmayacağım, söz,” diye ekledim.

“Olur, tamam. Zaten ben de bayağı kirli hissediyorum.”

Kıyafetlerinin hışırtısını, sonra su şıpırtısını duyunca gülümsedim.

Suda pantolonunu çitilemesini izlerken, “Güzel, değil mi?” diye sordum. Şimdi, sadece belden yukarısı görünüyordu.

Yüzerken ona bakmaya devam ettim.

Geriye taranmış ıslak, uzun, siyah saçlarından omuzlarına sular damlıyordu.

Dövmeli vücudu pırıl pırıl parlıyordu ve dövmelerinin hepsi şimdi net bir şekilde görülüyordu.

Göğsünün bir tarafında kırmızı, sarı ve turuncu pulları ışıldayan renkli bir ejderha vardı, diğer tarafında da oldukça öfkeli görünen bir kaplan vardı.

Kolları baştan aşağı renkli ya da siyah beyaz geleneksel motifli dövmelerle kaplıydı. Hepsini beğenmesem de çoğu hoşuma gitmişti.

Belirgin, sert karın kasları çok etkileyiciydi. Karnının pantolonundan göbek deliğine kadar uzanan kısmında bir sıra hâlinde ince, siyah tüyler vardı.

Elleri göğsünde ve karnında gezinirken yanaklarım alev alev oldu, o kadar ki şu an soğuk suda olduğuma şükrettim.

Aniden başını kaldırıp gülümseyerek, “Dün gece donuyordun, ha?” dedi.

“Aynen,” diye güldüm. “Benim buz gibi bedenime sarılmak zorunda kaldığın için kusura bakma.”

“Yok canım, sorun değil,” diye güldü. “Hiç sorun değildi. Üşümene üzüldüm ve yardım edebildiğime sevindim.”

Konuşurken vücuduma kaçamak bakışlar attığını fark ettim. Özel bölgelerimiz suyun içinde olsa da şekilleri belli oluyordu ve Max’in gözleri göğüslerime kayıp duruyordu.

Nedense bu ilgiden hoşlandığımı fark ettim. Asıl sorunumuza odaklanmam gerekirken onun bana bakmasını istiyordum.

“Çok naziksin. Yakışıklı ve nazik,” dedim. Sözlerimden mahcup olmuş gibi bakışlarını kaçırdı.

“İltifatı pek kaldıramıyorsun galiba?” diye takıldım.

Onunla flört mü ediyorum?

Korkunç bir kazadan kurtulup bir adaya düşmüştük. Yani, ada olduğunu sanıyordum. Emin bile değildim.

Belki de içten içe, ne kadar vahim bir durumda olduğumuzu unutmaya çalışıyordum. Bir yerde, insanların stresli zamanlarda, özellikle felâketlerden sonra genellikle azgınlaştığını okumuştum.

“İltifat almayı hiç beceremem,” diye cevap verdi.

“Kendim hakkında konuşmayı da sevmem. Neyse... Bugün sahile inip SOS yazalım mı? Eminim birileri görüp bizi kurtarır.”

“Evet, yazalım... Ama ya kimse görmezse? Ya burada uzun süre kalmak zorunda kalırsak? Ailelerimiz ve…”

“Hişt,” diyerek gözlerimin içine baktı. “Olumlu düşünmemiz lazım. Çaresizce oturup durmadan endişelenmenin ne faydası olur ki? Daha erken kurtulmamızı sağlamaz.”

Sakin yaklaşımı beni rahatlattı.

Sudan çıktığımızda güneş ışığı yüzeyde binlerce küçük ayna gibi parlıyordu.

Max silkelenip pantolonunu giyerken ben de giyindim. Sonunda kuruyan kıyafetlerim tuzdan dolayı biraz sertleşmiş olsa da hiç giyinmemekten iyiydi.

Max de ıslak saçlarını kurutmaya çalıştı. Saçlarının en uzun kısmı omuzlarını geçiyordu, kısa kısmı ise yüzünü ve sert çenesini çerçeveliyordu. Bu model ona yakışıyordu. Hatta biraz daha uzun olsa fena olmazdı.

“Sahile gitmeliyiz,” dedi, sessizliği bozarak. “SOS yazmak için en uygun yer orası. Havadan görülmesi lazım.”

“Evet,” diye onayladım. “Taşlar ve çubuklarla yazabiliriz.”

“İyi fikir.”

Max mağaraya girip omzunda bir çantayla döndükten sonra iki bıçak çıkarıp birini bana verdi.

“Malzemeleri yolda toplarız.”

Başımı sallayarak bıçağı aldım. Max’in yanında cesur hissediyordum. “Şimdi kendimi Robinson Crusoe gibi hissediyorum.”

Max gülerek girişin oradaki izlere baktı. “Gitmeden önce şu ayak izlerine bir daha bakalım.”

Çömelip izleri gün ışığında inceledik. Küçüktü ve garip bir şekilde aralıklıydı.

“En azından insan değil,” diye mırıldandım.

“Kesinlikle değil,” diye onayladı Max. “Leş yiyen bir hayvan ya da geceleri ortaya çıkan bir canlı olabilir.”

“Umarız geri dönmez,” diyerek ayağa kalktım.

Max gülümseyerek bıçağını kaldırdı. “Dönse bile artık silahımız var.”

Sahile yürürken hava çok nemliydi. Kuşlar tepemizde cıvıldayarak ağaçların arasında uçuşuyordu. Düşmüş yapraklarla kaplı, yumuşak kumlarda ilerliyorduk.

Sahile vardığımızda önümüzde uzanan uçsuz bucaksız okyanusa baktık. Gemi yoktu. Uçak yoktu. Sadece su vardı.

Max etrafına bakındı. “Göze çarpacak bir şeylere ihtiyacımız var. Koyu renkli dallar, yosun… Ne bulabilirsek artık.”

Etrafta dolaşıp bulabildiğimiz her şeyi topladık. Suların sürüklediği odun parçaları, birbirine dolanmış yosunlar, dallar, hatta koyu renkli taşlar bulduk.

Bir “S” harfi yapmak için kumlara birkaç kalın dal yerleştirirken, “Sence bizi arıyorlar mıdır?” diye sordum.

Max duraksayıp, “Evet,” dedi. “Yine de bizi bulmalarını kolaylaştırmalıyız.”

Sessizce çalışmaya devam edip elimizdeki tüm malzemeleri yerleştirdik. Harfler kabaca oluşmaya başlamıştı ve muhtemelen havadan görülebilecek kadar büyüktü.

Birkaç dal daha kestiğimiz sırada, tam arkamızdaki çalılıkta bir şey kıpırdadı.

Olduğum yerde donakaldım. “Duydun mu?”

Max doğrulup dikkatle çalılığa baktı. “Evet.”

Sonra, tekrar bir hışırtı duyuldu. Rüzgâr değildi. Kuş da olamazdı. Daha büyük bir şeydi.

Max temkinle ilerlemeye başlarken elimdeki bıçağı daha sıkı kavradım.

Çalılık sallandı.

Bir dal çatırdadı.

Bir gölge geçti, sonra önümüze koyu renkli bir şey fırladı.

Kendimi tutamayıp çığlığı bastım.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok