Kurt Savaşları'ndan sonra kurt adamlar ile insanlar gergin bir ateşkes yapıp dünyayı kendi aralarında böldüler. Kurt adamlar ormanları ve ovaları; insanlar şehirleri ve kasabaları aldı. İnsanlık İşçiler ve Elitler olarak daha da ayrıştı. Şimdiyse yiyecek kıtlığı yaşanıyor ve İşçiler açlıktan ölüyor; on iki yaşındaki İşçi Ellie de kendini aç ve kurtadamların bölgesinde mahsur kalmış bir halde buluyor. Kurt adamlar gerçekten de Ellie'nin düşündüğü kadar korkunç yaratıklar mı, yoksa Elitler gerçeği mi saklıyor?
Yaş sınırı: 18+
Ellie
Devrilmiş ağaç gövdesinin üzerine oturdum, uzaklara baktım. Güneş gökyüzünde alçaktı, tam olarak batmamıştı, etrafa hoş bir parıltı veriyordu.
"Ne yapıyorsun, Ell?"
Yukarı baktığımda ağabeyim Jackson'ın yanımda durduğunu gördüm.
"Sınıra çok yakınsın... Kuralları biliyorsun!" diye beni azarladı.
Gözlerimi devirdim ve ufka doğru baktım.
"Bunu aklından bile geçirme Ell. Bunu düşündüğün için bile seni cezalandıracaklar ve bir ay boyunca yarım kumanya alacaksın." diye uyardı Jackson.
Gözlerimi devirdim, "hiçbir şeyin yarısı yine hiçbir şey eder."
Jackson omzumu dürttü.
"Al, aç olduğunu biliyorum," diye sırıttı.
Eline baktım. Şaşkınlıktan ağzım açık kaldı.
Elindeki bir çeşit işlenmiş yiyecekti. Onu daha önce hiç yememiştik, daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim bile.
"Bu... Bu nedir? Nereden aldın?" elindeki ambalaja bakarken tısladım.
İkiye böldü ve bir yarısını bana uzattı, diğer yarısını kendisi yedi.
"Adı Choc-o-late," dedi, "ve eğer bilmiyorsan, başını belaya sokamazsın."
Tatlı tadının tadını çıkararak hızla yemeye başladım. Çok iyiydi!
Kıkırdadım, "sırf sınıra doğru bakıyorum diye beni azarlayana bak."
Jackson kafasını salladı.
"O başka bu başka, eğer bekçiler seni bulursa, seni oracıkta vururlar.
"Eğer seni bulurlarsa..." ufka doğru işaret etti, "sana ne olacağını Tanrı bilir... söylentiler doğruysa," diyerek sözlerini noktaladı.
Kafamı salladım ve dudaklarımı büktüm.
"Ne yapacaklarını bilmedikleri kadar fazla yiyecekleri var ve biz... Bizde hiç yok. Onların hayvanları bizden daha iyi besleniyor."
Neredeyse düşecek olan gözyaşlarımı geri gönderdim.. Jackson üzüntümü görmediği için şükrettim.
Jackson kıkırdadı, "Onlar hayvan Ell."
Verdiği şeyin sonunu çiğnerken gözlerimi devirdim. Midem hala boştu, ama çikolata biraz iyi gelmişti.
Jackson elini omzuma koydu.
"Hadi kendimizi özletmeden geri dönelim. Biraz uyuman, o saçma fikirleri kafandan atman gerek."
Ayağa kalktım ve kardeşimin beni çalışma kampına geri götürmesine izin verdim.
Şafakta kalkıp sınıra en yakın kasabadan kalanları topluyor olurduk. Sonra buldozerler gelirdi. Ondan sonra kayaları sürmeye ve dikmeye çalışmadan önce seçerdik.
İyi bir tarım arazisi değildi. Eski bir kasabanın kalıntılarıydı, sınıra fazla yakındı. Ayrıca, yiyecek azdı.
Eğer herhangi bir yiyecek yetiştirebilme şansları varsa, bunun alınması gerekiyordu.
Hayatım boyunca bu böyleydi ve ailemin hayatının büyük kısmı da böyle geçmişti. Savaştan sonra, insanlar şehirleri ve kasabaları aldı. Kurt adamlar ormanları ve ovaları aldı.
Otlayan sığırları, meyve bahçelerini, ekinlerle dolu tarlaları görmek için sınıra bakmanız yeterliydi.
Kasabaların hepsi çok iyiydi ama oralarda yiyecek yetiştiremiyordun. Yiyecek yetiştirilebilecek tek yer insan yapımı parklardı. Oralar da zaten yiyecek yetiştirmek için kullanılmıştı. Yeterince park yoktu.
Ailemiz öldüğünde kardeşimle hayatta kalmamızın tek sebebi çalışma kamplarıydı.
12 saat çalıştın, bir öğün yemeğin var. Eğer buna yemek diyebilirsen. İçinde sebzesinden daha fazla su olan sebze yahnisi ve bir yatak.
Eğer yiyecek çalarken yakalandıysan, anında ölüm cezasına çarptırılıyordun. Sınırı geçmek de aynıydı. Kurt adamlar seni öldürmezse bekçiler öldürürdü.
İnsanlar için hayat cehennem gibiydi. Sınırı geçip biraz yiyecek çalıp geri getirmek için riske değmiş olmalıydı
Daha fazla yiyecek bulmanın bir yolunu bulamazsak, insan ırkı açlıktan ölecekti.
Kampa geri dönerken bekçiler bize biraz şüpheli baktı. Sadece başımızı eğdik. Yatakların olduğu beton eve döndüğümüzde ranzalarımıza yöneldik.
Çoğunlukla aileler birlikte yatardı. Eğer tek başınaysan ya erkeklerle ya da kadınlarla yatardın. Cinsiyetine bağlı olarak. Sanırım Jackson'la şanslıydık, birbirimize sahiptik.
Ranzaya uzandım ve Jackson yatağın kenarına oturdu. Ben uyuyana kadar hep böyle yapardı.
"Açlıktan öldüğümüzü biliyorlar mı sence?" diye fısıldadım.
Jackson kaşlarını çattı, "Kim?"
"Kurt adamlar" sesimi alçaltmadan önce tereddüt ettim.
Jackson kafasını salladı ve kaşlarını çattı.
"Boşver Ellie. Onlar hakkında konuşmamalısın bile."
İç çektim ve gözlerimi kapattım.
Jackson'ın iyiliğimi istediğini biliyordum, ama açlıktan ya da bir hastalıktan öleceksem lanetlenmiştim çünkü vücudum bununla savaşacak kadar güçlü değildi.
Sonunda uykuya daldım, ama uzun sürmedi. Açlıktan dolayı midemi kemiren ağrılar beni uyandırdı.
Garip şekilde ranzasında olmayan Jackson hariç herkes hala uyuyordu.
Daha önce paylaştığımız çikolata barı düşündüm. Jackson yiyecek mi çalıyordu? Nasıl bu kadar pervasız olabilmişti? Sonra aklıma sınır geldi. Eğer bunu yapacaksam, şimdi olmak zorundaydı.
Jackson bunu anlardı. Geceleri daha az bekçi olurdu. Sınırı geçip geri dönebilirdim. Yemek için saklayacak bir yer bul. O zaman Jackson'la paylaşabilirdik.
Denize düşen yılana sarılır. Ben de öyle yapacaktım.. Herkes öyle yapacaktı. Gerçek anlamda açlıktan ölüyorduk. Herkes mi bilemem ama insan ırkının en aşağısıydık.
Alt düzey manuel çalışanlar. Tek kullanımlıktık.
Bacaklarımı yatağın üzerine attım ve uzun koyu saçlarımı hızlıca at kuyruğu yaptım. Sonra beton evden sıvışmadan önce yatağın altından küçük bir sırt çantası aldım.
Kıyafetlerim koyu renkti, bu yüzden gölgelerde saklanabildim. Karanlığa karıştığı için saç rengime şükrettim. Sadece Ay yolu aydınlatıyordu.
Bunu bir süredir planlıyordum. Bekçilerin tam olarak nerede olacağını biliyordum. Her zaman aynı rotada olur, çevreyi ve sınırı kontrol ederlerdi.
Bekçinin kampın diğer ucuna doğru yürümesini izleyip sınıra doğru ilerledim.
Sınır muhafızı bir sonraki kontrol noktasına gidene kadar gölgelerde saklandım.
Neyse ki sınır çitle çevrilmemişti. Sadece bir sıra boyalı kaya vardı. Ne de olsa herkes sınırı aşmaması gerektiğini biliyordu. Ancak ben bu gece kuralları göz ardı edecektim. Bu gece yiyecek bir şeyler bulacaktım.
Sınırı aşmak beklediğimden daha kolaydı. Bekçiler muhtemelen kimsenin karşıya geçmeye çalışmasını beklemiyorlardı.
Beton evde kalanların çoğu, küçük yaşlardan itibaren beyinlerine girilen çocuklardı neticede.
Kurallar, cezalar, ama en önemlisi kurt adamlar bebeklerin etiyle ziyafet çeken canavarlardı.
Hepimiz yetimdik. Anne ve babalarımız ateşten ya da açlıktan ölmüştü. Bazıları bekçiler tarafından öldürülmüştü, sırf çocukları için fazladan yiyecek çalmaya çalıştılar diye.
Bizimkiler ateşten ölmüştü. Dört yıldır hayatım böyleydi. Yorgunluktan bayılana kadar çalışırdım. Jackson benden büyüktü ve daha güçlüydü.
Bu onun buradaki son yılıydı, ondan sonra yalnızdım. Jackson, firar etmezse koruma eğitimine gönderilecekti. Geceleri ortadan kayboluşlarının bununla bir ilgisi var mı diye merak ediyordum.
Gece gittiğini bildiğimi bilmiyordu ama biliyordum. Sadece nereye gittiğini bilmiyordum.
Sınırın diğer tarafındaki zemin bizimkine benziyordu, kazılması zor sert kil Betonla karıştırılmış olduğunu tahmin ettim.
100 metre kadar içeri girince, sert kil balçıklı hale geldi, o zaman bitkilerin çıktığını görebiliyordunuz. Çoğunlukla yabani otlar, ama sonra yemyeşil çimler başlıyordu.
Eğildim ve parmaklarımı gezdirdim. Daha önce hiç ota dokunmamıştım. Küçükken resimler görmüştüm, ama hiç dokunmamıştım ya da koklamamıştım. Kendine has bir kokusu vardı.
Kendi kendime gülümsemeden edemedim. Babam hayattayken bize hep ders verirdi. “Çimler diğer tarafta her zaman daha yeşildir.” derdi.
Yani sahip olduğumuz şeyler için şükretmeliyiz. Gerçek şu ki, geldiğimiz yerde çimenler yoktu.
Kurt adam bölgesine doğru yol aldım. Alçakta ve olabildiğince sessiz.
Jackson fark etmemişti ama bu canavar denen şeyleri görmüştüm. En son boşalttığımız binada bir kitap ve bir çift dürbün bulmuştum.
Dürbünü ceketime sokmuştum ve kitaba bakıyordum. Bekçiler dürbünü fark etmemişlerdi ama daha sonra o gün programsız bir mola verdiğim için dayak yemiştim.
Sadece beş dakikalık bir şeydi, ama kural kuraldı. Dürbünü bulsalardı çok daha kötü olurdu.
Birkaç gün sonra, işten sonra dürbünü kullanmıştım. Bekçiler farklı bir kontrol noktasındaydı, ama hava hala aydınlıktı.
Onları o zaman gördüm. Tarlada çalışıyorlardı. Bizden farklı görünmüyorlardı, daha uzun, daha kaslı olmaları dışında.
Neden onlardan nefret etmemiz gerekiyordu ki? Bizden gerçekten farklılar mıydı?
İşte o zaman karşıya geçmeye karar verdim. Bol bol yiyecekleri vardı, bizim yoktu. Canavara benzemiyorlardı, en azından uzaktan.
Onlardan bir iz yoktu tabii ki. Aklı başında herhangi bir birey, kurt adam ya da insan, gecenin bu saatinde yatakta olurdu.
Onların bölgesinde biraz daha ilerledim, sonra uzakta onu gördüm. Bir bina. Ahıra benziyordu. Daha ziyade hayvanların konduğu bir kümese.
Çabucak etrafa baktım, kimse yok gibiydi, bu yüzden binaya doğru yöneldim.
Ahır olduğu varsayımında haklıydım. Kapıyı kaydırarak ay ışığının içeri süzülmesi sağladım.
Neredeyse sevinçten haykıracaktım. Turnayı gözünden vurmuştum. İçeride meyve ve sebze torbaları vardı. Ayrıca içinde bayat ekmek gibi bir şey olan bir kutu. Bir elma aldım ve ısırdım.
Daha önce hiç elma yememiştim ama resmini görmüştüm. İçi kahverengi ve bazı yerleri yumuşaktı. Tadı güzeldi.
Başladığım elmayı yerken avuç dolusu meyve sebze alıp sırt çantama doldurdum. Sonra bayat ekmeklerden aldım. Sertti, olması gerektiği gibi yumuşak değildi, ama küflü değildi.
Biraz yedim. Elma kadar güzel değildi ama öyle bir durumda umduğunu değil bulduğunu yersin.
Sebzeler havuç gibi görünüyordu. Bazıları küçüktü, bazıları da şekilsiz. Bir tanesini ısırdım. Bunda yanlış bir şey yok. Neredeyse ağzına kadar dolmuş olan sırt çantama birkaç tane koydum.
Çantamı sırtıma takıp bir elma ve bir parça ekmek daha aldım ve kapıya yöneldim.
İşte o zaman duydum. Bir uluma, ardından bir tane daha.
Koştum, kalbim göğsümden fırlamak üzere, sınıra doğru geri döndüm.