
Boz Ayı arabama yaklaştı. Büyük, kıllı canavar neredeyse arabam kadardı.
Gözlerim çatlak asfaltın üzerindeki kalın, kemik beyazı pençelere gitti.
Sarı çenesi tükürükle parlıyordu.
Etrafı koklayan burnunun arkasında siyah gözleri beni izliyordu.
Nefes alamıyordum.
Ayı tamponumun önünde durakladı, salyaları arabanın kaputuna damlıyordu...
Gözlerimi kapatmak istedim ama gözlerimi ondan alamadım...
Ve sonra....
Şok edici bir şekilde...
Ayı arkasını döndü ve ormana doğru yürüdü.
On saniye... Otuz saniye… Bir dakika bekledim. Sonra derin bir nefes aldım.
Gaza bastım, arabayı yolun ilerisine doğru sürdüm. Gözlerim tüylü arkadaşımın yolda bıraktığı işaretleri arıyordu.
İleride farlarım başka bir yol tabelasını aydınlattı.
Yine bir ayı tabelası mıydı? Benim naçizane görüşüme göre, bu otoyola daha çok tabela koymaları lazımdı.
Ancak yaklaştıkça, bunu bir sokak tabelası olduğunu fark ettim. Rahat bir nefes aldım.
Bear Creek yolunu bulmuşum.
Yavaşladım. Tabelanın altına eski bir kamyonet park edilmişti. Ben yaklaşırken farları yandı. İnce, orta yaşlı bir kadın çılgınca el sallayarak pencereden dışarı sarktı...
Kamyonun yanına park ettim. Arabadan inerken annem kollarını açmış bana sarılmayı bekliyordu.
“Ah, tatlım! Başardın!” diye bağırdı.
“Zar zor,” dedim, sıkı sıkı sarıldım. “Kamyonun nesi var?”
Annem eskiden Kia kullanırdı. Bu çürük köylü arabasıyla ne yapıyordu?
Arkasına baktı. “Jack iş kamyonuna binmemi istedi. Burada özellikle geceleri neyle karşılaşacağını asla bilemiyorsun.”
“Corolla’mı neredeyse yiyen dev boz ayı gibi mi?”
“Zararsızlar,” dedi annem, arsız bir bakış attı.
“Onlar senden, senin onlardan korktuğundan daha çok korkuyorlar.”
“Seni kulübeye götüreceğim,” dedi ve Jack’in kamyonetine bindi. Başımı sallayıp Corolla’ma geri döndüm.
Kendimi bir gençlik filmindeki ana karakter gibi hissettim.
Annem Bear Creek yolundan aşağı inerken kendimi hazırladım.
Hayatımın en kötü haftası resmen başlamıştı.
Bear Creek Yolu boyunca yılan gibi ilerleyen kamyoneti takip ettim.
Annem orada olmasaydı, muhtemelen yolu hiç fark etmezdim. Sapağın girişi tamamen böğürtlen çalılarıyla kaplıydı.
İlk başta, çevredeki ormanlar otoyolda olduğu kadar yoğun ve karanlıktı.
İlginç bir gelişmeydi. Burada sadece kekoların yaşadığını sanıyordum.
Annemi uzun bir yol boyu takip ettim.
Annem beş arabalık bir garaja girdi. Eski Kia’sı ile dev bir cipin arasındaki yere park etti ve beni diğer boş yerlerden birine yönlendirdi. Park ettikten sonra arabamdan indim. Emma ile paylaştığım yurt odasından üç kat daha büyük olan alanın büyüklüğünden etkilenmiştim.
Annem sırıttı. “İşte burası! Evim güzel evim!”
“Jack burada bahçe işi falan mı yapıyor?” Gözlerim odanın uzak tarafındaki bir çift jet skiye takıldı. Annem güldü.
“Hayır, şapşal! Burası onun evi. Çıplak elleriyle yapmış.”
Şok oldum.
“Mobilya yaptığını söylediğini sanıyordum.”
Büyük, kaslı bir adam aniden annemi kollarına aldı. Annem kahkahalarla çığlık attı.
“Helen, Jack’le tanış!” dedi Annem. Jack el sıkışmak için elini uzattı.
“Merhaba Helen. Sonunda tanıştığımıza çok memnun oldum.”
Gümüşi gözlerine ve dost canlısı yüzüne baktım.
Jack çok yakışıklıydı.
Genç bir gülümsemesi ve gri lekeli koyu sakalı vardı. Uzun saçlarıyla dağınık bir topuz yapmıştı ve kasları her an gömleğinden fışkıracak gibi gözüküyordu.
. Annem de harika görünüyordu. Ellili yaşların başındaydı ve hala müthiş bir vücudu vardı - kıvrımlarım kesinlikle babamın tarafından geliyordu.
Jack’e içtenlikle “Ben de memnun oldum,” dedim.
Arkasında duran anneme bakıp onaylayan bir bakış atmaya çalıştım. Annemin yüzü parlak pembeye döndü.
“Sana büyük bir tur attırabilir miyiz?” diye sordu Jack. Bana kolunu uzattı. Koluna girdim.
“Kesinlikle,” dedim ve anneme bir bakış daha attım.
Zengin, seksi ve kibar mı?
Jack ve annem bana evin her yerini gezdirdi. Jack’in devasa bir mutfağı, devasa bir oturma odası ve birkaç büyük yatak odası vardı.
Mutlu çift sürekli şakalaştı ve güldü. Annemin erkek seçiminden şüphe ettiğime inanamıyordum. Birbirlerine çok aşıklardı ve bu durum kariyerlerine de yansımıştı.
Ne de olsa bir el sanatları fuarında tanışmışlardı. Jack mobilyalarıyla, annem de Etsy sitesinde sattığı yorganlarla, örtülerle ve yastıklarla gelmişti.
Şimdi birlikte çalışıyorlardı. Jack hala mobilya yapıyordu, annem de mobilyaları kaplıyordu . Görünüşe göre yok satıyorlardı.
Turdan sonra Jack dışarı çıkmak için hazırlandı. Oğlu Sam ve arkadaşlarıyla yerel barda buluşacaktı.
Beklemememizi söyledi. Sanırım Sam’le ertesi sabah tanışacaktım. Eğer babası gibiyse, havalı biri olduğundan emindim.
Jack ve annem gitmeden önce tatlı tatlı öpüştüler.
“İyi geceler hanımlar!” dedi bana el sallayarak.
Annem onu “Çok fazla içme!” diyerek uyardı.
Kaşlarını çattı. “Kim? Ben mi?”
Annem gözlerini devirdi. Jack kapıdan çıkarken masumca ıslık çalarak bana göz kırptı.
Annem başını sallayıp bana döndü. “Yorgun olmalısın tatlım. Biraz kestirmek istersen üst kattaki misafir odasını senin için hazırladık.”
“Uyumak mı? Dalga mı geçiyorsun?” Yaramaz bir şekilde sırıttım. “Anne, yarın evleneceksin. İçiyoruz!”
20 dakika sonra mutfakta Smirnoff’umu kolayla karıştırmaya başlamıştım bile. Annem ona içki hazırlarken kaşlarını çattı.
“Tatlım, çok fazla içmediğimi biliyorsun.”
“Kesinlikle. Bu özel bir durum.”
Mutfakta kadehimi kaldırdım.
“Ellie ve Jack’e” dedim.
İçkilerimizi yudumladık. Annem suratını ekşitti.
Elbette, kola ve votka en kaliteli kokteyl değildi, ama benim favorimdi - ormanda kimseyi etkilemeye çalışmıyordum.
“Onu gerçekten seviyor musun anne?” diye sordum. İçki bu kadar uzun bir günün ardından beni hemen gevşetmişti.
Başını salladı. “Gerçekten seviyorum. Hiçbir şey beni onun sarılması kadar güvende hissettiremiyor.” Kendi kendine gülümsedi.
Sözleri kalbimi ısıttı. Annem ve ben, babamın kazasından beri tek başımızaydık. Aslında babamın hayat sigortası sayesinde güzel bir hayatımız vardı ama annem biraz eve kapanmıştı.
Kendi işini kurmasına rağmen evden nadiren çıkardı. Sadece dikiş malzemesi almaya veya el sanatları fuarlarına giderdi.
Her zaman yalnız biri olmuştu ve bazen yaşlılığını da tek başına geçireceğini düşünürdüm.
Jack’le tanışınca bu endişelerim yok oldu.
“Burayı sevdin mi?” diye anneme sordum oturma odasına doğru yürürken. Duvarlar eski kamp malzemeleriyle doluydu. Kürekler, kar ayakkabıları ve oltalar... Yüksek tavandan sarkan boynuz avizesi...
“Boulder’dan çok farklı,” diye cevapladı annem, taş şöminenin yanındaki büyük ekose desenli bir kanepeye oturdu.
Yanına oturdum, odanın bir duvarını kaplayan camdan büyük bahçeyi izlemeye başladım.
“Uzak göründüğünü biliyorum,” diye devam etti. “Ama burada, doğada olmaktan keyif alıyorum. Wi-Fi veya cep telefonu olmadan hayat çok daha basit.”
“Wi-Fi yok mu?!” diye bağırdım, şok olmuştum. Annem sırıttı.
“Üzgünüm, tatlım.”
İç çektim. “O zaman eğlenmek için ne yapıyorsunuz?”
Annem omuz silkti. “Bu kış buraya taşındığımda, karda yürüyüş yaptık. Bazen sadece içeride oturup şöminenin yanında kitap okuyoruz...”
Şömineye bakarken gözlerinde yaramaz bir bakış belirdi.
Uzun ve soğuk kış gecelerinde kitap okumaktan çok daha fazlasını yaptıklarını tahmin edebiliyordum.
“Dışarı falan çıkıyor musunuz?” Konuyu değiştirmek için sordum. Yaramaz ifade annemin yüzünden kayboldu.
“Oh, ah...,” ne diyeceğini bilemedi. “Hayır, evden pek çıkmıyoruz. Jack bir şeye ihtiyacımız olduğunda şehre iniyor. Ben her zaman iş, mutfak veya ev işleriyle çok meşgulüm...”
“İşleri sana mı yaptırıyor?” diye sordum. Bu hiç hoşuma gitmedi. Annemin hizmetçi olmasını istemezdim.
Ev kuşu olabilirdi ama ev kadını değildi.
“Öyle değil. Ev işlerini paylaşıyoruz. Sadece...” Doğru kelimeleri ararken duraksadı. “Bu evi gerçekten seviyorum.”
Bu kesinlikle mantıklıydı. Burası lanet bir saraydı.
“Sam’i gerçekten seveceksin,” dedi annem içkisinden bir yudum daha aldıktan sonra. “Burada bizimle yaşıyor. Jack’in mobilya yapmasına yardım ediyor.”
“Harika” dedim. “Üniversiteyi nerede okudu?”
“Liseden hemen sonra Jack’le çalışmaya başlamış.”
“Ah, ne kadar güzel. Bu da... iyi.”
Hmmmm...
“O her zaman istediğin ağabey olacak”, dedi.
“Hmmm”
Annem ve ben o gece Smirnoff’un dibini gördük. Onu Noel’den beri görmemiştim ve o zamandan beri hayatında çok fazla şey olmuştu.
Gecenin sonunda, ona uzun zamandır olmadığım kadar yakın hissettim.
Ama sabaha karşı kendimi ölüme daha yakın hissediyordum.
Korkunç derecede akşamdan kalmaydım.
Misafir odasından tökezleyerek çıktım. Sabah güneşi gözlerimi kör etti. Üzerimde sadece büyük, kirli bir tişört ve önceki gün giydiğim iç çamaşırım vardı ama umrumda değildi. Sadece su içmek istiyordum.
Aşağıdaki mutfağa kadar sendeledim ve bir bardak su doldurdum. Su çok saf ve ferahlatıcıydı - muhtemelen dağlardaki buzullardan falan geliyordu. Yeniden dirilmiş hissettim.
Bardağımı tekrar doldurdum ve duvara yapıştırılmış bir not gördüm.
Bal alacağız. Yakında döneriz. Sevgiler, Ellie + Jack
Bunu düşünemeyecek kadar sersem hissediyordum. Kahvaltıda ne yiyebileceğimi görmek için buzdolabına doğru yürüdüm. Akşam çok içince sabah hep çok acıkırdım.
Ne zaman aç değildim ki?
Camila Cabello şarkısı mırıldandım, yumurta ve domuz pastırması çıkarırken kıçımı salladım.
Tam da ihtiyacım olan şey.
“Günaydın, senyorita” dedi derin bir ses.
Dondum kaldım.
Jack’e benzemiyordu.
Bu yüzden o olmak zorundaydı...
Buzdolabının kapısını kapattım.
Karın kaslarına bakmadan duramadım... Göğsü...
Yeni üvey kardeşim...
... Seks tanrısıydı!