Lily erkek arkadaşını silahlı bir çatışmada kaybedeli iki yıl olmuştur. Prestijli bir üniversite ona bir iş teklifi sunduğunda, korkularını yenip yeniden başlama şansına sahip olur, en azından okulun karşı konulmaz başkanıyla tanışana kadar. Lily aşık olup yeni bir adama güvenebilecek mi, yoksa onun karanlık sırları sadece daha fazla kalp kırıklığına mı yol açacak?
Yaş sınırı: 18+
LILY
“Benim için çok geç, beni boş ver, Lily. Kaçıp kendini kurtarmalısın.”
En yakın arkadaşım, en sevdiğim müzisyen, hayatımın aşkı Connor’ın gözlerine baktım. Başında iki adam kafasına silah dayamışlardı.
Yüzlerini seçmeye çalıştım ama karanlıkta belli olmuyordu. Sadece mafya gibi kıyafetleri, uzun trençkotları ve parlak siyah güneş gözlükleri göze çarpıyordu.
Onu sevdiğimi söylemek… Gitmesine asla izin vermeyeceğimi söylemek için, uzanıp ona ulaşmaya çalıştım.
Ama artık çok geçti.
Bir saniye sonra bir çıt sesi ve ardından silahın patlama sesi duydum. Connor önüme yığıldı. Ölmüştü.
Onu öldürmüşlerdi.
Yine.
Mafya tipli adamlardan biri, güneş gözlüklerini çıkarıp hafif İtalyan aksanıyla bağırdı. “Her gece bunu göreceksin! Seni öldüreceğim güne kadar her gece bu anı tekrar yaşayacaksın.”
Sonra döndü ve silahını bana doğrulttu.
Bir an için saldırganın yüzünü görebildiğimden emindim.
Kaba çenesi... deniz mavisi gözleri… ve yakıcı bakışları ile... Biraz önce erkek arkadaşımı öldüren ve hatta beni de öldürmek üzere olan bu adamı nasıl çekici bulabiliyordum?
“Tatlı rüyalar, Fiorella,” diye fısıldadı.
Parmağıyla tetiğin etrafını kavradı.
Duyduğum son şey bir silahın patlama sesi oldu ve...
***
Çığlık çığlığa uyandım. Aynı anıyla tekrar uyanmıştım. Her şeyimi kaybettiğim, hayatımın o en kötü gecesinin anısıyla...
Çarşaflarım terden sırılsıklam olmuştu. Son iki yıldır, Connor öldürüldüğünden beri bu kabusu kaç kez gördüm?
Sayılamayacak kadar çok kez.
Çıplak dizlerimi göğsüme bastırdım, öne doğru eğilip gözyaşlarımı kollarımla sildim.
Tabii ki, gerçek hayatta böyle olmamıştı. Küçük bir barda sahnedeydik, Connor gitar çalıyordu, ben de şarkı söylüyordum. Sonra bir anda ışıklar söndü ve silah sesleri duyuldu.
Neden hep bu iki mafya tipli adamla konuştuğumu ve beni tehdit ettiklerini canlandırıyorum zihnimde, bilmiyorum. Belki de zihnim tüm bu saçmalıkları böyle anlamlandırmaya çalışıyordu.
Sevdiğin biri senden çalındığında, dünyanın sonu gelmiş gibi hissediyorsun.
En zor kısmı da Connor'ı kimin ve neden vurduğunu bilmemekti. Bir insan neden bu kadar saf ve iyi birine zarar vermek ister ki?
Tek düşünebildiğim trençkotları ve ruhsuz bakışlarıyla bu karanlık adamlardı. Mafyaya benzeyen o adamlar.
Connor'ı neden öldürmek istedikleri hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Ama bir şekilde, sorumlu oldukları hissini üzerimden atamıyordum.
Gerçi artık hiçbirinin bir önemi yoktu. Telefondaki saate baktım, gece 12:03.
Dağınık odama bakındım. Her yere saçılmış kıyafetler, yemek artıklarıyla dolu tabaklar, ruj lekeli şarap bardakları vardı… Tam bir ahıra dönmüştü.
Bugünlerde kendimi yataktan çıkarabilmek için tek yapabildiğim şey buydu.
Ne yazık ki sevdiğin biri ölünce bile hayat devam ediyor ve sen de devam etmek zorunda kalıyorsun.
Bacaklarımı yatağın kenarından sarkıttım ve yatak odasının kapısına doğru yürüdüm. Bacaklarım kendine gelirken dizlerim ve ayak bileklerim çatırdadı.
Merdivenlere doğru ilerledim ve mutfağa indim. Her nedense ben uyurken mutfağın temizlendiği ve yatak odasıyla aynı durumda olmayacağı beklentisi içindeydim.
Yanılmıştım. Burası daha da kötüydü. En azından kokusu daha kötüydü.
Çilekli pop-tart’ın yanmış hali gibi kokuyordu. Hatta büyük ihtimalle tam olarak öyleydi.
En yakın arkadaşım ve Connor'ın üvey kız kardeşi, Elisa, yakında gelip temizlik konusunda bana yardım edeceğini söylemişti.
Elisa Rhodes her kızın sahip olmak isteyeceği, iyi bir arkadaştı. Çılgın, tutkulu ve sadık. Gerçek bir dost.
Sarı dalgalı saçları, ceylan gibi gözleri ve her zaman şarap rengi ruj sürdüğü dolgun dudakları ile Elisa, çoğu erkeğin hayalindeki seksi kadındı. Çoğu erkeğin şanssızlığı ise Elisa'nın bir erkek arkadaşı olmasıydı.
Şimdilik.
Elisa, erkekleri elinde tutmakta pek iyi değildi.
Connor'ın ölümünden sonra Elisa ile çok yakınlaştık. Birbirimizin neler yaşadığını biliyorduk.
Yine de, bazı günler, bugün olduğu gibi, bunu hatırlamak zor oluyordu.
Üzerimde yıllar önce çöpe atmış olmam gereken Hello Kitty pijama üstü dışında bir şey yoktu. Musluktan bir bardak su doldurdum, lavabonun içi kirli bulaşıklarla dolup taştı.
Kafamı toparlamayı umarak, biraz su içtim.
“Günaydın, canım!” diye seslendi annem, parlak turuncu sabahlığıyla yanımdan geçip oturma odasına girdi. “O bulaşıklar bugün yıkanabilir mi acaba?”
“Evet, üzgünüm anne, bugün öğleden sonra halletmiş olacağım.”
Tam o anda, ben şansıma küfrederken, posta yuvasından bir mektup geçip içeriye düştü.
Zarfı almak için yöneldiğim sırada üzerindeki amblem dikkatimi çekti.
Santoro Court College! Her genç kızın hayallerini süsleyen prestijli ve seçkin bir özel okul.
Ama neden bana mektup gönderiyorlardı?
“Anne?” diye seslenip elimdeki mektupla onu oturma odasına kadar takip ettim.
“Evet, canım?”
“Bana bir zarf geldi...”
“Bugünlerde bu biraz sıra dışı, değil mi?” diye alay etti annem.
Hâlâ afallamış ve gözlerim zarfın üzerindeki ambleme takılmış halde: “Santoro Court College'dan gelmiş,” diye cevap verdim.
Tiz sesiyle şaşkınlığımı taklit ederek “Santoro mu, gerçekten mi?” diye sordu annem, “Oraya başvurduğunu söylemedin!”
“Çünkü başvurmadım,” diye mırıldandım. Mektubu yırtıp hızlı bir şekilde okurken kafam karıştı. “Çok garip. Bu okula kayıt için değil. Orada staj için yapılan bir görüşme daveti.”
Sonra daha çok şaşırmış bir şekilde “Staj mı?” diye sordu annem, “İş aradığını bilmiyordum.”
“Sana söyledim, aramıyorum! Ben başvurmadım! Ben...”
Neler olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Silahlı saldırı olayından beri çoğunlukla yalnız takılıyordum. Evin güvenine sığınıp uzaktan çalışıyordum ve dijital tuhaf işler alıp yapıyordum.
Gerçek dünyaya geri dönme fikri… Korkunçtu. Ama aynı zamanda heyecan vericiydi.
Santoro Court College başvurmadığım bir staj için beni neden görüşmeye davet ediyordu? Öğrenecektim.
“Merhaba, saat ikideki mülakat için geldim.” Resepsiyonistle konuşurken sesim biraz titredi. Görüşme daha başlamadan bir sahtekar gibi hissetmeye başladım.
Acaba beni başka biriyle mi karıştırmışlardı?
Neden ben, Lily James, başvurmadığım halde Amerika'nın en prestijli okullarından birinde staj için mülakata davet edildim ki?
Ve bina! Koyu ahşap desenleri, Rönesans tabloları ve heybetli heykelleriyle, şüphesiz şimdiye kadar içinde bulunma zevkini yaşadığım en lüks yerlerden biriydi.
En son ne zaman yıkadığımı merak ettiğim eteğimi gergin bir şekilde düzelttim.
“Mükemmel! Tam zamanında geldin. Asansör şu köşede, Bay Santoro'nun ofisi on birinci katta, hemen görürsün.”
Muhteşem görünen resepsiyonist bana mükemmel gülümsemesiyle baktı. Asansör kapılarına doğru yürüdüm.
Bay Santoro... Benimle mülakat yapmak üzere olan adamın adı buydu.
Ama neden ben? Hâlâ bilmiyordum.
İçeri girdim ve on bir numaralı butona bastım. En üst kat.
Kapılar kapandığı an kaderim mühürlendi gibi hissettim.
Gergin bir nefes aldım ve aynada kendimi kontrol ettim.
Hakkını vermek lazım, Elisa harika bir iş çıkarmıştı. Saçlarım çok güzel görünüyordu, ciddi bir topuzla bağlanmıştı ve göğüs dekoltem...
Bay Santoro heteroseksüel olduğu sürece şansım oldukça yüksekti.
Tiz bir ding sesi asansörün hedefine ulaştığını duyurdu.
Son bir derin nefes aldım ve dışarı çıktım, topuklarıma takılmamak için elimden geleni yaptım.
Keşke çıkmadan önce daha düz bir ayakkabı giyseydim.
Bana işi bana fazladan sekiz santimetre vermeyecekti!
Resepsiyonist haklıydı, Bay Santoro'nun ofisini hemen görünüyordu. Üniversitenin saçakları altındaydık ve on birinci katta sadece bir kapı vardı.
Kapıdaki altın bir plakette şöyle yazıyordu:
Elliot Santoro, Başkan.
Kapıyı çaldım, eklemlerimin çıkardığı ses boş koridorda yankılanıyordu.
Hiç ses gelmedi. Cevap yok, sadece sessizlik vardı.
Tam doğru kata çıkıp çıkmadığımı kontrol etmek üzereyken, bir cevap geldi:
“Öyle dışarıda mı bekleyeceksin?” Adamın sesi kapalı kapıdan bir aslanın kükremesi gibi yankılandı.
Nasıl bir adam böyle bir ses çıkarır ki?
Buraya gelmenin büyük bir hata olduğu hissine kapılmıştım.
Yine de kendime güvenli ve dik bir şekilde ve aslanın inine girdim.
Karşımda duran adamı görünce ağzım açık kalakaldım.
Aşırı maskülen görünüyordu, bir sürü dövmesi vardı ve tam bir kas yığınıydı. Boyu 1.85 vardı. Saçları koyu kahverengi ve gözleri koyu maviydi.
Bana kabusumu hatırlatan gözleri vardı...
Sanki karşımdaki adam Connor'ı öldüren, kabuslarıma giren, kalbimi milyonlarca parçaya ayıran adammış gibi...
Ve garip bir şekilde aynı anda, beni ıslatan...
Kişiydi bu adam.
Ama bu mümkün olamazdı, değil mi?
Karşımda duran adam üniversite başkanından çok mafya babasına benziyordu!
Belli ki spordan yeni çıkmıştı. Gri Adidas eşofmanı ter lekeleri olmuştu ve kasları şişmişti. Adamın şeklinden ürkmemek elde değildi.
“Merhaba, Bay Santoro, ben Lily.” Kelimeleri ağzımdan zar zor çıkarabildim.
Önümde duran Adonis kaslarının inanılmaz güzel görüntüsü karşısında hâlâ şoktaydım.
“Adını hatırlayamayacağım,” diye cevap verdi, güçlü bir İtalyan aksanı ve küçümseyici bir el hareketiyle. “Neden buradasın?”
Gücenmem gerekirdi. Arkama bakmadan kapıdan çıkıp gitmeliydim. Ama olduğum yerde donup kalmıştım.
Adam beni gözleriyle ele geçirmiş gibi, tepeden tırnağa her santimetremi kontrol ediyordu.
Mavi gözleri göğüslerimde o uzun süre kadar kaldı ki sonsuzluk gibiydi.
Elisa sütyen konusunda haklı çıkmıştı.
Normal şartlarda böyle mükemmel çenesi, geniş omuzları ve ağır bedeniyle bana bu kadar uzun süre bakan bir adam beni heyecanlandırırdı.
Ama bu adam?
Bu adamla rahat hissetmek imkansızdı. Gözleriyle gözlerimi bir yangın gibi büyülüyordu.
“Röportaj için buradayım,” dedim aptalca.
Dudakları sırıtarak gerildi.
“İyi,” dedi, kaşlarını çatarak, tehlikeli ama aynı zamanda inanılmaz derecede seksi görünüyordu. “Hadi başlayalım.”
Ve bunu söyleyip, Elliot Santoro ayağa kalktı, gömleğini çıkardı ve bana doğru adım atmaya başladı.