
Düğünümün olduğu gece, balayı süitinden elimden geldiğince hızlı kaçtım. Gelin süitinde tek başıma uyudum.
Xavier’in evlendiğimiz gün başka biriyle yatması yetmezmiş gibi bir de tanıdığım bir kadınla, tüm günü kendisiyle geçirdiğim biriyle sevişmeyi seçmişti. Gözeneklerimi yakından görmüş bir kadınla. Xavier’in onunla evlendiğim için beni incitmek ve cezalandırmak istiyormuş gibi bir hali vardı.
Dün sabah otelden olabildiğince hızlı çıktıktan sonra Brooklyn'deki yatak odama geri dönmüştüm. Em, annesini ziyaret etmek için Heller'a gitmişti, bu yüzden ev bana kalmıştı.
Yirmi dört saat boyunca yemek sipariş edip Netflix izlemiştim ama bu sabah uyandığımda kendimi hâlâ iyi hissetmiyordum. Çünkü kendimi gerçek olmadığına ikna etmeye çalışsam da bugün…
Bugün her şeyin tam anlamıyla gerçek olduğu gündü.
Geçen hafta Brad, balayımızı Xavier şirket için üzerinde çalıştığı anlaşmayı bitirene kadar ertelememizi önermişti, böylece tatile odaklanabilir ve balayının tadını çıkarabilirdi. Hemen kabul etmiştim. Xavier Knight’la kaliteli zaman geçirme fikri midemi bulandırmaya yetmişti.
Ama bugün yeni evimize taşınmam gerekiyordu. Kocamla kaliteli ya da değil, çok daha fazla zaman geçirecektim.
Brad bana adresi gönderir göndermez Google’da arattım. Central Park South'daki en seçkin binadaydı ve teras katıydı. Yani üst katın tümü bize aitti. Google’da yazana göre park ve şehir manzaralı, özel asansörü ve saunalı bir spası olan, altı odalı bir daireydi.
Altı odalı mı? Hem de New York’ta.
Em’le paylaştığımız yirmi yedi metre karelik apartmana baktım. Sıkış tıkıştı ama buraya ait hissediyordum. Bir saat içinde bavulumu hazırladım ve kendime fıstık ezmeli ve reçelli sandviç yaptım. Sandviçten bir lokma aldım ama zar zor yuttum, kusmak istiyordum. Çok endişeli olduğumda midem kendini kapatıyordu sanki.
Sandviçi çöpe atıp bavulumu dışarı çıkardım ve önümden geçen ilk taksiye atladım.
Manhattan’a girdik ve göz açıp kapayıncaya kadar yeni binama vardık. Arabanın kapısını açtım ve içeri giremeden üniformalı bir kapıcı koşturarak yanıma geldi. Arabanın kapısını açmasına izin vermediğim için endişelenmiş gibi görünüyordu.
“Günaydın Bayan Knight.”
Bana böyle seslendiğini duyunca huzursuz oldum ama adımın bu olması, onun suçu değildi.
“Günaydın,” dedim. “Adın ne?” Yine yanlış bir şey yapmışım gibi bana baktı.
“Pete.”
“Merhaba Pete,” dedim. Belli ki bu insanların kurallarının hiçbirini bilmiyordum ama sık sık etkileşimde bulunacağım birinin adını bilmemenin aptalca olduğunu düşünüyordum.
Pete bavulumu aldı ve devasa lobiden PH etiketli özel asansöre kadar bana eşlik etti.
“Bavulunuzu getirmemi ister misiniz?”
“Sorun değil, ben götürebilirim.”
“Nasıl isterseniz, Bayan Knight.” Yine aynı şey olmuştu.
“Ben alırım,” deyince Pete bavulumu asansöre koyup kapının kapanmasını bekledi. Ardından koltuğa oturdum – evet, asansörde koltuk vardı – ve nefesime odaklandım. Nefes al, üçe kadar say, ver, üçe kadar say. Bir, iki, üç, bir, iki—
Kapılar açıldı ve önümde bir saray belirdi. Nefes egzersizimi unutmuştum. Yeni evimin girişine adımımı atarken nefes nefese kalmıştım.
Duvarı kaplayan boydan boya pencerelerden içeri güneş ışığı giriyordu. Burası açık konsepte sahip bir yaşam alanıydı, bu da oturma odasını, kütüphaneyi ve mutfağı durduğum yerden görebileceğim anlamına geliyordu.
Geniş oturma odası bej ve krem tonlarında dekore edilmişti ve burada iki adet dört kişilik kanepe, birkaç adet krem rengi deri koltuk ve sinema perdesi büyüklüğünde kocaman bir televizyon vardı.
Mutfak ise şeflerin hayalini kurduğu türden bir mutfaktı. Buzdolabı, fırınlar ve ocakların hepsi son modeldi, paranın satın alabileceği en iyi mutfak aletleriydi.
Kütüphaneye hayran hayran bakarken koridorun sonundan, “Merhaba,” diyen bir ses işittim.
Arkamı döndüm ve aşağı yukarı ellilerinde olan, hizmetçi kıyafeti giyen sevimli bir kadının bana doğru yürüdüğünü gördüm. Seri ve düzenli hareket ediyordu, onu izlemek insanı büyülüyordu.
“Merhaba,” dedi tekrardan. Ona henüz cevap vermediğimi fark ettim.
“Merhaba,” dedim. “Pardon. Ben Angela… Knight. Buraya taşınıyorum.”
“Evet, evet,” dedi ve arkasını dönüp koridorda yürümeye koyuldu. “Ben Lucille. Bu taraftan. Sana oda göstereyim.” Avrupalı aksanı vardı ama nereli olduğunu çıkaramadım.
Bavulumu çekerek onu takip ettim.
“Nerelisin?” diye sordum muhabbet açmaya çalışarak. Burada kendime dost edinsem iyi olurdu.
“Burada yaşıyorum. New York’ta.” Bunları söylerken bana bakmadı bile. Konuşmak istemediği belliydi. Yani benimle.
Birkaç tane odayı geçtikten sonra nihayet doğru kapıya geldik. Lucille kapıyı açtı ve odaya önden girmeme izin verdim. İçerisi çok güzeldi, beğenmiştim.
Döşemeler ahşaptı ve üzerinde beyaz halılar vardı, duvarlar krem rengiydi ve duvarda farklı şekillerde aynalar asılıydı. Yatak bir bulutu andırıyordu, çok pofuduk ve beyazdı.
Gerçekten güzel, dedim tekrar kendi kendime.
Ama dairenin geri kalanı gibi değildi. Şimdiye kadar gördüğüm her oda, kraliyet ailesi, bir iç mimarlık dergisinin kapağı ya da bir Knight üyesi mensubu için hazırlanmış gibi görünüyordu. Bu oda… sanki sonradan ilave edilmişti. Durdum. Ben ne diyordum ya? Şikâyet ediyordum resmen. Kime dönüşmüştüm? Babam beni duysa ne derdi?
Lucille’e dönüp, “Çok güzel,” dedim. Lucille homurdanıp hızlı adımlarla koridora döndü.
Asansörün sesini duydum. Başka biri daha üst kata çıkıyordu. Ortalıkta hiç görünmemesine rağmen gün boyunca Lucille’le baş başaydık. Eşyalarımı bavuldan çıkarmakla meşguldüm ama arada bir bardak su almaya mutfağa geldiğimde bile Lucille’i ne gördüm ne de duydum.
Gelen kimdi acaba?
Kulağımı kapıya yasladım, asansörün kapısının açıldığını duydum. Nefesimi tuttum, kim olduğunu anlamamı sağlayacak bir ses duymayı umut ediyordum.
“Sana daha kaç defa söyleyeceğim? Koltuk ısıtıcılarını aç, normal ısıtıcıyı açma,” diye gürledi bir erkek sesi. Kim olduğunu anlamak zor olmamıştı. Kocam eve gelmişti.
“Elbette. Özür dilerim efendim.”
Sinirliyken yoluna çıkmak istemiyordum, odamda kalmayı düşündüm ama eninde sonunda ona selam vermem gerektiğini biliyordum. Belki de bunu şimdi yapmak daha iyi olurdu, ona medeni bir ilişkiye başlamak istediğimi göstermiş olurdum. Ne de olsa artık birlikte yaşıyorduk. Bu yüzden odadan çıktım ve ateş saçan Xavier’in telefonunda mesaj yazmakta olduğunu gördüm.
Azatladığı adamın üzerindeki her şey siyahtı, keldi ve elinde güneş gözlüğü vardı. Hem havalı hem de korkutucu görünüyordu. Adam bana baktı ve boğazını temizleyip gözlerini Xavier’e çevirdi. Xavier başını kaldırdı ve beni gördü. Yüzünde hiçbir ifade yoktu.
“Marco, bu benim karım.” Sanki bana “karım” değil de “beni rahat bırakmayan sivrisinek” diyordu. Ardından odasına girdi ve kapıyı kapattı.
Marco’ya döndüm. “Merhaba Marco. Tanıştığımıza memnun oldum. Ben Angela…”
“Merhaba,” dedi, sesi buz gibiydi. Arkasını dönüp başka bir odaya girdi. Anlaşılan o da benim tarafımda değildi.
Burası bir kızın isteyebileceği her şeye sahipti ama kendimi daha önce hiç bu kadar yalnız hissetmemiştim.
Em’i aramanın fayda edeceğini düşündüm. Mesajlarıma cevap vermemişti, bu çok garipti ama belki de mesajları henüz görmemişti. Odama dönünce hızlı arama tuşuna bastım ve üçünce çalışta telefonu açınca rahatladım.
“Alo.”
“EM!”
“Selam Angie.” Dikkati başka yerdeymiş gibiydi.
“Neredesin? Her şey yolunda mı?”
“Dükkândayım. Ne istiyorsun?” Ne mi istiyorum?
“Hiçbir şey. Ben yalnızca…seni özlüyorum. Ve de apartmanı.”
“Oraya daha yeni gittin. Yeni daire kulağa harika geliyor.” Mesajları görmüştü yani.
“Öyle. Yani güzel. Tarif etmesi çok zor ama harika bir yer.”
“Hım,” dedi. Gerçekten de mesafeli bir ton kullanıyordu.
“Ama seninle paylaştığımız o küçük daireyle yarışamaz, Em. Ne kadar da sıcak bir ortam vardı. Beraber ne kadar çok eğlendik.”
“Angela, daha beş dakikadır oradasın. Diğer her şeye olduğu gibi alışırsın,” dedi.
“Ne demek oluyor bu?”
“Yani… Bak, mutlu olmana sevindim, tamam mı?” Sürekli aynı şeyi söylüyordu – gelin süitinde hazırlanırken, düğünden sonra bana veda ederken ve şimdi. Bu nazik kelimelerin altında bir tür hoşnutsuzluk yattığını düşünmeye başlamıştım.
“Teşekkürler,” dedim.
“Gitmem gerek, işler yoğun.” Yalan söylediğini biliyordum. Bugün pazartesiydi ve saat altıydı.
“Seninle dürüst konuşabilir miyim?” diye sordum.
“Tabii,” dedi. Bu sefer sesi daha yumuşaktı.
“Buraya uygun olduğumu düşünmüyorum, Em. Onlarınki çok tuhaf bir dünya. Herkes… soğuk davranıyor. Bir de hiç kimsenin bana anlatmadığı kurallar var. Senin bu kuralları bilmeni bekliyor—“
“Angie. Beni dinle. Bu hayatı sen seçtin. Onunla evlenmeye karar verdim. Sürekli elini tutup duymak istediğin şeyleri söyleyemem sana. Seçtiğin yol bu ve bulut yatak, son moda ayakkabılar, hepsine alışacaksın. Gitmem gerek.” Telefonu kapadı.
Em daha önce telefonu yüzüme hiç kapatmamış ve hiç bu kadar sert konuşmamıştı. Daha önce kavga etmiştik elbette ama kavgalarımız bu tarz önemli kararlar hakkında değildi. Hem onları hep konuşarak çözerdik.
Onu tekrar aradım, sesli mesaja yönlendirdi. Benimle konuşmak istemediği açıktı. Hayatım altüst olmuştu ve tek suçlusu bendim.
Bulut yatağın içine gömüldüm, ellerimle yüzümü kapadım. Gözlerim açıldı, kapandı. Tekrar açıldı. Kapandı. Bulut yatağın beni yutmasını diledim.