Riley I.
Ona bakmak için başımı geriye yatırmam gerekti.
“Tuvalete,” diye cevap verdim.
Tam hareket edecektim ki Graham beni yine büyük elleriyle durdurdu. Yüzünde keyifli bir gülümseme vardı. “Tuvaletin nerede olduğunu biliyor musun?”
Güzel soru. Bilmiyorum.
“Hayır.”
Kıkırdayarak başını iki yana salladı. Ellerini belimden çekip bir elimi tutarak parmaklarımızı birbirine kenetledikten sonra beni peşinden çekince kalbim tekledi. “Hadi, Miller. Tuvalet bu tarafta.”
Kalabalığın içinde kaybolacağımı hissedeceğim için elimi geri çekmedim. Ayrıca, küçük elimin onun elinde kaybolmasına ve son derece güzel hissettirmesine şaşırdım.
Böyle hissetmemin sebebi muhtemelen alkoldü. Başka şartlar altında St. Claire’in dokunuşu ya da gülümsemesi hoşuma gitmezdi.
Birinci kattaki kalabalığın arasından geçtik. Ben pek bir şey göremiyordum ama St. Claire uzun olduğu için ileriye bakarak kaşlarını çattı.
Başını çevirdi. “Uzun bir sıra var. Jackson üst kata sadece birkaç kişinin çıkmasına izin veriyor, orada boş bir tuvalet olmalı.”
Beni farklı bir tarafa yönlendirdi.
Bir sürü kişi St. Claire’i durdursa da o hiç duraksamadan onları es geçti. Takılmak, sohbet etmek, kızlarla dans etmek ve bira yarışmasına katılmak için yapılan davetleri reddetti.
Merdivenlere ulaştığımızda nihayet nefes alabildim. Kalabalığı arkamızda bırakmış olsak da St. Claire elimi bırakmadı ve ben de elimi çekmedim. Merdivenlerden çıkabilmek için desteğe ihtiyacım vardı.
Üst kata çıktığımızda koridorun sonundaki odaya girdi. İçeride banyo olduğunu söylediğinde ben de etrafı incelemeden hızla banyoya yöneldim.
Ne yazık ki kendimi toparlamak için onu meraklandırmadan uzun süre burada kalamazdım. Kızaran yanaklarıma su vurup hızlı nefesler aldım.
St. Claire’in iyi bir adam olmadığını ve ondan hoşlanmadığımı kendime hatırlatmalıydım.
Banyodan çıkınca yatak odasını inceledim.
Duvara dayalı bir sehpanın üzerinde kupalar, orta büyüklükte bir yatak ve duvarda fotoğraflar vardı. Her şey futbolla ilgiliydi. Burası Jackson’ın odasıydı.
St. Claire ile Jackson’ın bir fotoğrafına takıldım. Onların kaslı gövdelerini görünce kalbim tekledi.
Arkamda duran Graham’ın omzumun üzerinden bana baktığını hissettim. “Geçen yılın şampiyonluğu,” diye bilgi verdi. Yakınımda olduğu için nefesi saçlarımla boynuma çarpınca ensemdeki tüyler diken diken oldu.
Sakinleşip kendime gelmeliydim. Fotoğrafa odaklandım. “Yenemediniz, değil mi?”
Gülerek, “Şampiyon olduk, Miller,” diye cevap verdi.
Kendi kendime mırıldandım. Bunu hâlihazırda biliyordum ama sorarak dikkatimi dağıtmayı başaramamıştım. Kalbimin hızlandığını ve vücudumun ısındığını hissediyordum.
Duvardaki diğer fotoğraflara baktım. Aile gezileri, futbol maçları ve anlamadığım başka etkinlikler vardı. Ayrıca Oliver’ın ve arabanın çamur içinde kalmış fotoğrafını görünce gülmemek için kendimi zor tuttum.
Parmağımla fotoğrafı işaret ettiğimde Graham kulağımın dibinde kıkırdadı.
Gözlerim istemsizce kapandı. Boğuk ve yumuşak kahkahası harikaydı. Neden korkunç insanların harika kahkahaları oluyordu? Neden korkunç insanların komik hikâyeleri vardı? Neden korkunç insanlar sadece korkunç değildi? Neden aynı zamanda sabırlılardı? Neden başkası için partiyi görmezden geliyorlardı? Neden nazik davranıp insanın kafasını karıştırıyorlardı? Neden göz alıcı derecede çekicilerdi?
Tüm bunlar haksızlıktı.
Ama beynim vücuduma söz geçiremiyordu. Graham St. Claire’in korkunç bir adam olması vücudumun umurunda değildi. Normal şartlar altında ondan hoşlanmıyor olmam da.
Vücudum onun ve varlığının üzerimdeki etkisinin farkındaydı. Melodik kahkahasının. Büyük ve güçlü ellerinin hoş hissinin. Gülümsediğinde ne kadar yakışıklı olduğunun. Parlak ve hülyalı gözlerinin.
Bunları düşünürken sertçe yutkundum.
Beynim bana hemen harekete geçip buradan ayrılmam gerektiğini haykırıyordu. Melissa’yı aramanın zamanı gelmişti. Bir saatten fazla zaman geçmişti. Kafamı dağıtacağım kadar dağıtmıştım. Artık acımı çekmeye dönmeliydim.
Ama o karanlık düşüncelere geri dönmek istemiyordum. Bunu itiraf etmek ne kadar acı verici olsa da Graham’la vakit geçirmekten keyif alıyordum. Onun yanında hafiflemiş ve rahatlamış hissetmek hoşuma gidiyordu.
Ne yapacağımı bilmiyordum.
Sessiz odadaki gerilim yoğundu. İkimiz de hareket etmiyorduk. Sırtım onun göğsüne değerken bir anlığına gözümü karartıp ona yaslanmayı düşündüm.
Göğsü de sert ve güçlü müydü?
Durumun içinden çıkamıyordum.
Kararsızlık içinde öylece dikiliyordum.
İkimiz de hareket edecek kadar cesur değildik, her ne oluyorsa bozmaktan korkuyorduk.
Gitmekle kalmak arasında bir yerde olduğumu düşünsem de emin değildim.
Birden çekip gidebileceğimi düşündüğümde parmaklarını tenime değdirerek saçlarımı yana aldığı anda nefesim kesildi.
Saniyeler sonra sıcak nefesini boynumda hissetmemin ardından yumuşak bir dokunuş geldi. Burnunu boynuma sürttüğünde gıdıklandım.
Sonra omzumla ensemin birleştiği noktayı öptüğünde kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başladı. Onu durdurmalı mıydım? Onu durdurmak istiyor muydum?
Durdurmalıydım. Bu iş tahmin ettiğimden daha ileri gitmişti.
Yine de hareket etmedim.
Boynuma kondurduğu öpücükler hoşuma gidince dahasını istedim.
Acaba onu öpmek nasıl bir histi? Parmaklarımı dalgalı saçlarında gezdirmek? Onun tadına bakmak?
Dudaklarım aralansa da sesim çıkmadı. Graham boynumu emerken başım döndü.
Ellerini belime dolayarak kulağıma, “Arkan dön, Miller,” diye fısıldadı.