Birbirinden kopamayan iki insan en karanlık sırlarıyla yüzleşirse ne olur?
Bailey, toksik bir ilişkiye hapsolmuş, acı dolu bir geçmişi olan bir yazardır. Spencer ise hatalarını geride bırakmaya çalışan yola gelmiş bir serseri. İkilinin yolları kesiştiğinde aralarındaki çekim kaçınılmazdır ama ikisi de bu karmaşık ve duygusal bağa hazır değildir.
Arzu, ihanet ve kendi şeytanları arasında sıkışıp kalan Bailey ve Spencer, aşk ve kendini yok etme arasındaki ince çizgide yürürler. Günaha teslim olurken kim oldukları ve birbirlerinden ne istedikleri hakkındaki gerçeklerle karşı karşıya kalırlar.
Aramızda Kalsın, yasak aşkların, ikinci şansların ve bizi birbirimizden ayıran ya da bir araya getiren sırların sürükleyici ve duygusal hikâyesi. Geçmiş unutulamayacak kadar ağır olduğunda aşk gerçekten ayakta kalabilir mi?
BAILEY
Soğuk hava içeri dolduğunda Bailey’nin sırtından bir ürperti geçti. Üstünü giyip kravatını takan Eric’i izliyordu. Kendini sıcak tutmak için beyaz çarşafları vücuduna doladı.
“Gidiyor musun?” diye usulca sordu Bailey, çenesini dizlerine dayayarak.
Eric kol düğmelerini düzeltip aynaya baktıktan sonra ona döndü.
“Evet Hailey.”
Bailey bu defa ismini yanlış söylediği için onu uyarmadı. Sadece kendini örtmek için nafile bir çabayla çarşaflara daha sıkı sarındı.
“Beni ne zaman ailenle tanıştıracaksın Eric?”
Eric ona alaycı bir gülümsemeyle baktı.
“Yakında tatlım. Çok yakında,” diye yanıtladı, küçümseyen bir ses tonuyla.
Bailey üzgün bir hâlde derin bir iç çekti.
İki yıldır aynı sözü verip duruyordu.
“Görüşürüz Hailey!” diye seslendi Eric, kapı arkasından kapanırken.
“Adım Bailey!” dedi Bailey ama kapı çoktan kapanmıştı.
Yüzünü dizlerinin arasına koyup yanmaya başlayan gözlerini kapattı.
Ardından derin bir iç çekip yataktan kalktı. Duşa girdi ve cildi kıpkırmızı olana kadar sertçe liflendi. O, resmen Eric’in kimsenin bilmemesi gereken kirli sırrıydı. Ve kendini gerçekten de kirli hissediyordu.
İyice temizlenip giyindikten sonra dışarı çıkmaya karar verdi. Çoğu zaman olduğu gibi merdivenleri kullandı ve lobiden başını eğerek geçti.
Başını kaldırırsa ne göreceğini biliyordu: ona acıma, tiksinti ve hayal kırıklığıyla bakan insanlar.
Onları nasıl suçlayabilirdi ki? İki yıldır aynı şeyi tekrar tekrar yaptığına şahit oluyorlardı. Kendini bile hayal kırıklığına uğratmıştı.
Öğretmenleri ona hep şöyle derdi:
Sende çok potansiyel var Bailey.
Sen parlak bir geleceği olan zeki bir çocuksun.
Aklına koyduğun her şeyi başarabilirsin.
Ki başarmıştı da. Sevdiği şeyi yaparak –yazarak– zengin olmuştu. İsim yapmış, ödüller kazanmış ve adına binalar yapılmıştı.
Ama bu insanlar, Eric’in ona nasıl davranmasına izin verdiğini biliyorlardı.
Ve bu gerçek, bütün başarılarını gölgede bırakıyordu. Her başarısı alay konusu hâline geliyordu.
New York’un dondurucu soğuğu onu kendine getirdi. Burnu kızarmış, tüyleri diken diken olmuştu ama ciğerlerine dolan soğuk hava iyi gelmişti. Kendini yenilenmiş gibi hissediyordu.
Bailey küçüklüğünden beri sevdiği bir şeyi yaparak, insanları izleyerek, sokaklarda yürümeye başladı. Ona göre başarılı bir yazar olmasının sebeplerinden biri de buydu.
Sürekli başkalarını gözlemlemek, gerçek hayatı sayfalara aktarmasına yardımcı oluyordu.
Çocukken saatlerce pencere kenarında oturup sokaktaki insanları izlerdi. Onlara isimler verir, hayatları hakkında hikâyeler uydururdu. Âşık olup asla bilmeyecekleri maceralara atıldıklarını hayal ederdi.
O maceralardan bazıları daha sonra kitaplara dönüşmüş, çok satan bir yazar olmasını sağlamıştı.
Hava soğuk olduğu için sokaklar tenhaydı. İnsanlar mekânlara doluşmuştu. Starbucks tıklım tıklımdı, yakındaki başka bir kafe de aynı şekilde.
Eve dönerken uzun boylu ve yapılı bir adam dikkatini çekti. Bailey, gömleğinin yakasının kapattığı kabile dövmelerinin sadece ucunu görebiliyordu.
Öfkeli bir yüz ifadesiyle eski bir kafenin önünde dikilmiş, telefonda konuşuyor ve yüksek sesle küfrediyordu.
Görünüşe göre “kancık Vince” bir şey kaybetmişti ve bu adam bir şeyleri son derece rahatsız edici yerlere sokmak istiyordu.
Bailey kendi kendine güldü. Konuşurken ellerini çok kullanıyordu. Telefonda bağırırken kollarını abartılı jestlerle savurduğu için dövmeleri âdeta canlanıyor gibi görünüyordu.
Birdenbire konuşmayı kesip başını kaldırdığında Bailey’yle göz göze geldi. Ağzı hafif açık bir hâlde merakla onu süzüyordu.
Dövmeleri boynuna kadar yükseliyor, deri ceketinin altında kayboluyordu.
Bailey keskin bir nefes aldı ve hemen başını eğip adımlarını sıklaştırdı.
Attığı her adımda, adamın alaycı gülümsemesini ve delici bakışlarını sırtında hissedebiliyordu.
Onu görmezden gelmeye karar verip evine ulaşmak için üç kat merdiven çıktı.
Bailey mümkün olduğunca çok yürümeye çalışıyordu çünkü bir yazar olarak zamanının çoğunu, rahat koltuğunda “ilham verici” abur cuburlar yiyerek geçiriyordu.
Kapıyı kapatıp kilitledi ve kendini koltuğa bıraktı.
Bailey’nin aklına yazacak bir şey gelmiyordu çünkü ne yazık ki yazar tıkanıklığı yaşıyordu. Ancak böyle bir lüksü yoktu çünkü onun işi yazmaktı. İçinde bulunduğu durumu düşünerek kendi kendine sızlandı.
Ardından, kendini daha iyi hissetmek için yiyecek bir şeyler bulma umuduyla mutfağa gitti ama dolap tamtakırdı.
Uzun süredir markete gitmemişti çünkü üzerinde bir market laneti var gibiydi. Her markete gittiğinde menajeri onu ya arıyor ya da civardaki bir sokakta karşısına çıkıyordu. New York kocaman bir şehirdi. Bu kadar sık karşılaşmalarına anlam veremiyordu.
İç çekerek ne yapacağını düşündü. Tam pes edip biraz kestirmek üzereyken telefonu çaldı.
Arayan annesiydi. Bir bu eksikti, diye sızlandı içinden.
“Alo?”
“Selam canım,” diye mırıldandı annesi, kelimeleri uzatarak.
Bailey annesinin sesindeki hoşnutsuzluğu sezebiliyordu. Her zamanki gibi…
“Efendim anne?”
“Koltuğunda pineklemekten hangi gün olduğunu unuttun sanırım?”
Bailey annesinin iğneleyici yorumu karşısında yüzünü ekşitti. Annesi cevap vermesine bile fırsat vermeden devam etti.
“Ben de öyle düşünmüştüm. Bugün cuma günü. Kardeşlerin seni bekliyor.”
Bailey dişlerini sıkarak oflamamak için kendini zor tuttu.
“Anne, ben bugün geleme…”
“Saat altıda görüşürüz.”
Annesi bu sözlerle birlikte telefonu yüzüne kapattığında Bailey telefonu kulağından uzaklaştırdı ve aramanın bittiğini gösteren ekrana bakakaldı.
Sinirden homurdanarak telefonu koltuğun diğer ucuna fırlattı ve başını sertçe mindere sertçe bıraktı.
Annesi, Portia Williams, aslında zeki bir kadındı ama çok bilgili biri sayılmazdı. Sadece son derece kibirli bir tipti. Ben senden üstünüm. Neden benimle aynı havayı soluyorsun? ~diye bağıran bir havası vardı.~
Elbette onun dünyaya getirdiği çocuklar en iyisi olmalıydı. Beklentisi de bu yöndeydi. Her şeyin sadece en iyisini kabul eder, en iyisine katlanırdı.
Portia Williams herkesin en iyisi olamayacağını idrak edemiyordu.
Ama Bailey hayatının büyük bölümünde annesiyle yaşamıştı ve artık annesinin en iyi ~derken ~mükemmel~ ~demek istediğini biliyordu.
Bailey mükemmel değildi. Fazla şişman, fazla kısa boylu, fazla zeki ve fazla garip biriydi. Fazla Bailey’ydi yani.
“Kimse mükemmel olamaz,” dedi Bailey kendi kendine, sevmediği hâlde makyaj yaparken.
“Kimse mükemmel değildir,” diye mırıldandı, gülünç derecede yüksek topuklu ayakkabılarını giyerken.
“Normal olan kusurlarının olması. Tamamen kusursuz olmak imkânsız bir şey,” dedi, elbisesini giyerken.
Bu sözleri kendine üçüncü sınıftan beri tekrar tekrar söylemesine rağmen annesinin zihnindeki mükemmel tanımına uymak için elinden geleni yapıyordu.
Ve tabii ki başarısız oluyordu.
“Bailey canım, o elbise… Senin vücut tipinde biri için çok dar değil mi?” Annesi onu gördüğünde ilk sözleri bunlar oldu.
Bailey, ailesi için satın aldığı eve girerken resmen arkasını dönüp kaçmak istedi.
Kız kardeşi Lorelei, yirmi beş yaşında olmasına rağmen beş yaşındaki bir çocuk gibi kıs kıs güldü.
Yemek odası girişin hemen ilerisinde olduğu için doğal olarak içeri adım atmaz dikkat çekiyordu. Bu her şeyiyle mükemmel yer, âdeta ailesinin gösteri yaptığı bir sahne gibiydi. Erkek kardeşi, iki kız kardeşi ve annesiyle babası hepsi oradaydı.
Ailedeki kişi sayısı bile çiftti. Bir an için bir kardeşleri daha olsaydı nasıl olurdu diye düşündü.
“Prensesim!” dedi babası, ayağa kalkıp ona sımsıkı sarılırken.
Bailey de ona sarılıp tanıdık kokusunu içine çekti.
“Selam abla!” dedi erkek kardeşi Peter, Bailey’ye gülümseyip sarılarak.
“Resmen beni geçmişsin!” dedi Bailey, hayretle erkek kardeşine bakarak.
“Evet. Bu yaz boy attım,” dedi gür bir sesle. Peter on altı yaşındaydı. “Ama sen burada değildin…”
Bailey hüzünlü bir gülümsemeyle Peter’ın saçlarını karıştırdı.
“Biliyorum. Üzgünüm Pete.”
Üzgünüm ama geri dönmeyeceğim.
“Abla!” En küçük kız kardeşi Lia daha yedi yaşındaydı. Bailey’ye doğru koşarak ona sıkıca sarıldı.
Elindeki kot pantolonu Bailey’nin yüzüne sallayarak, “Beni elbiselerden kurtar Bailey. Bana sürekli elbise giydiriyor,” dedi.
Bailey gülerek kardeşinin alnından öptü. “Keşke yapabilsem.”
Lia geri çekildiğinde odaya yeniden gergin bir sessizlik çöktü.
Lorelei’yla annesi orada durmuş, memnuniyetsiz ve aşağılayıcı bakışlarla onu izliyorlardı.
Bailey dudağını ısırıp ağlamamak için gözlerini kapattı. Annesi sırf, “ben demiştim” diyebilmek için onun başarısız olmasını istiyordu.
“Hadi. Yemeğe geçmiyor muyuz?” diye sordu Peter. Bailey ona teşekkür eder gibi bir bakış attı.
Asıl eğlence şimdi başlıyor.
Bailey çatalın ucuyla salatasını didikledi. Salata yemekten nefret ediyordu. Onun dışında herkes soslu köfte, patates püresi ve ekmek yiyordu.
“Kilona dikkat etmelisin,” demişti annesi, Bailey’nin önüne salatayı koyarken.
“Üzerindeki ne öyle?” diye sordu Lorelei, tiksinti dolu bir sesle.
“Elbise,” diye cevap verdi Bailey usulca, Lorelei’ın eline koz vermemeye çalışarak.
“Aşırı demode,” dedi Lorelei sinsi bir gülümsemeyle. “Benim üstümdeki Prada. Bu sıralar çok revaçta. Herkes bunu giyiyor. Yoksa sen mağarada falan mı yaşıyorsun?”
Bailey, karşılık vermemeye çalışarak tabağındaki pörsümüş marul parçasını itti.
“Benim paramla,” dedi sessizce tabağına doğru.
Ancak düşündüğü kadar kısık sesle söylememişti. Öfkeden deliye dönen Lorelei hızla ona döndü. Annesi hariç herkes kıs kıs gülüyordu.
“Anne ya,” diye sızlandı Lorelei, timsah gözyaşlarıyla.
Harika. Bizim sulu göz şovuna başlıyor.
“Neden kardeşini bu kadar kıskanıyorsun?” diye azarladı onu annesi. “Daha zayıf olduğu için mi? Yoksa daha güzel olduğu için mi?”
“Anne!”
“Portia!”
Bailey, Peter ve babasının itirazlarını görmezden geldi çünkü annesi onlara meşhur bakışını attığı an geri basacaklarını biliyordu.
“Bir tanecik Lorelei’ıma sataşmasından bıktım!” diye karşılık verdi annesi.
Bailey annesinin dediklerini duymamaya, zihnini oradan uzaklaştırmaya çalıştı. Romanındaki karakterlerin hayatını düşünmeye çalıştı.
Cynthia şu anda ne yapıyor acaba? diye düşündü, sonra içinden güldü~. “Hiçbir şey. Çünkü ne yazacağımı bulamadığım için Cynthia kocasıyla bir tartışmanın ortasında sıkışıp kaldı.~
Of ya. Bunu bile beceremiyorum.
Başarısızlık… Boğazını sıkan bir demir yumruk gibiydi. Midesi bulanmaya başladı.
“Portia, o bizim kızımız!”
“Umurumda değil.”
“Bailey sizi sonsuza kadar çekmez yalnız,” dedi Peter usulca, öfkeyle annesine ve kız kardeşine bakarak.
Ardından, “Eninde sonunda size aldığı ev de dahil her şeyi pedikürlü ayaklarınızın altından çekip alacak. İşte o zaman çok eğleneceğim,” diye devam etti.
Portia, Lorelei ve babasının rengi attı.
Bailey ayağa kalkıp tek tek masadaki herkesin yüzüne baktı. Erkek kardeşiyle en küçük kız kardeşine teşekkür eder gibi gülümsedi.
“Sanırım eve gitme zamanı geldi. Yazmam gereken… Bir kitap var.”
***
Bailey eve vardığında Eric kapının yanında duruyordu.
“Neredesin kaç saattir ya? Bu gece buluşacaktık.”
Bailey kaşlarını çatarak, “Ailemin evinde akşam yemeğindeydim, mesajımı almadın mı?” diye sordu.
“Aldım da benimle plan yapmıştın,” dedi, o anahtarlarını bulmaya çalışırken.
Neden içeri girmek için bu kadar hevesliydi ki?
Eric birden arkasından yaklaşıp ellerini kalçalarına koydu.
“Seni bekliyordum,” dedi alçak sesle.
Bailey gözlerini devirerek kapıdan uzaklaştı.
“Tek derdin buydu değil mi?”
Her şey zaten apaçık ortadaydı: Tek derdi seksti. Yani her zamanki gibi…
“Ne demek istiyorsun?”
“Evine git Eric.”
Bailey iç geçirdi, kendini çok bitkin hissediyordu. Ailesinin evinde olanlar yetmezmiş gibi bir de bununla uğraşacak hâli yoktu.
“Hayır, bugün takılacağımızı söylemiştin. Hadi kapıyı aç. Senin nazınla hiç uğraşamam şimdi!”
Bailey kaşlarını çattı. Çantasını omzuna atarak, “Nazlanmak mı? Ciddi misin?” dedi.
“Hailey, şu kahrolası kapıyı aç da beni…”
Eric’in üzerine cüsseli birinin gölgesi düştüğünde Bailey’nin gözleri kocaman oldu. Bu adamı bir yerden gözü ısırıyordu. Burnuna parfüm ve sigara karışımı bir koku çarptı.
Eric, başını çevirip ona dik dik bakan iri adamı görünce sustu.
Bailey keskin bir nefes aldı. Hatırlamıştı. Kafenin önündeki adamdı bu. İyi de burada ne işi vardı?
“Bir sorun mu var?” diye sordu sakin bir ses tonuyla. Sesi koridorda yankılandı.
Eric başını sallayarak, “Hayır, ben sadece… Ben sadece…” diye kekeledi.
Adam başını yana eğerek açıklama yapmasını bekledi. Kollarındaki kaslar gerilmişti.
“Gidiyor muydun yoksa? Bana öyle geldi de,” dedi heybetli adam.
Eric arkasına bile bakmadan uzaklaşarak Bailey’yle yabancı adamı yalnız bıraktı. Adam elini uzattığında Bailey taş gibi kıpırdamadan duran eline baktı.
“Ben Spencer. Karşı dairede oturuyorum. Senin adın ne?”
Bailey gülümseyerek elini sıktı. “Bailey. Bu arada şey için teşekkürler…” dedi, demin Eric’in durduğu yeri göstererek. Utançtan yüzü kızarmıştı. Ne hoş bir tanışma ama, hele de onun gibi biriyle.
Spencer şakacı bir tavırla gülerek, “Pislik herif. Tekrar gelirse kapımı çalman yeterli,” dedi.
Bailey sırıtarak, “Çalarım,” diye karşılık verdi.