Karanlık Zevkler - Kitap kapağı

Karanlık Zevkler

Raven Flanagan

Bölüm İki

LILLY

Elleslan krallığını neredeyse üç gün boyunca şiddetli fırtınalar vurdu.

Vahşi bahar yağmurları dağları döverken ağaçları parçaladı geçti. Fırtına her yeri kasıp kavurmuş, gökyüzü kasvetli bir griye bürünmüştü. Gökyüzü toprağın üzerine ağlıyordu.

Tanrılardan gelen işaretlere inansaydım hava durumunu bir mesaj olarak görebilirdim. Ama bu sadece bulutlardan düşen suydu. Sıradan bir yağmurdu.

Tufan geçtiğinde hayvanlarımı ve ıslak bahçemi kontrol etmek için üzerime kalın giysiler giydim. Her bahar olduğu gibi yine yağmurlar başlamıştı. Endişelenecek olağandışı bir şey, görünürde herhangi bir tehlike yoktu.

Evimde ölümden dönen garip bir adamın tehdit oluşturması hariç.

Bir yabancı.

Bir adam.

Belki de Kasap’ın şövalyelerinden biri.

En tehlikeli üç şey.

Beni temkinli olmaya itmesi gereken her şey mevcuttu.

Yine de her gün onunla ilgileniyordum. Yaralarını sarmış, ateşini düşürmüştüm. Günlerimi ona çorba içirip ona babamın en sevdiği kitaplardan okuyarak geçiriyordum.

Beni duyup duymadığını bilmiyordum çünkü hastalığı geçerken ve yaraları iyileşirken fırtınalar boyunca derin uykudaydı.

Uykudayken bile, hatta ölüm eşiğindeyken bile, adamda yadsınamaz bir çekicilik vardı.

Vaktimi ballı kekimi kemirip saatlerce onu izleyerek geçiriyordum.

Acı çektiğinde kaşlarının acıyla nasıl çatıldığını, rüya gördüğünde dudaklarının nasıl büzüldüğünü ve kaslı göğsünün her nefeste nasıl inip kalktığını biliyordum.

İtiraf etmeliyim ki, ona bakmak hoşuma gidiyordu. Hafif dalgalı siyah saçlarını ve alnına düşen dağınık bukleleri seviyordum. Dudaklarının şekli beni büyülüyordu. Birçok kez parmaklarımla dudaklarına dokunmak istemiştim.

Evimde, yatağımda olmasına alışmıştım. Birinin sağlığına kavuşmasına yardım etmek ya da en azından bunu denemeye çalışmak alışkın olduğum bir şeydi. Çok değil, kısa bir süre önce son aylarında babama bakmıştım.

Bunu hatırlamak içimi acıtsa da güçlü kalmaya çalıştım.

Üçüncü günün öğleden sonrasında fırtınanın içinden gökyüzünün ilk mavi ışıkları süzüldü. Kulübemde sıkışıp kalmış her zerrem dışarıya koşup ıslak toprağı ayak parmaklarımda, rüzgârı saçlarımda hissetmek istiyordu.

İçeride sürekli tetikte bekleyerek geçirdiğim hapis hayatından sonra, doğayı içime çekmek ve yüzümde güneşi hissetmek istiyordum.

Onu hiç tanımamış olsam da, bu özellikleri annemden aldığımı biliyordum. Varlığımın her bir zerresi çiçekler ve bitkilerle şarkı söylüyordu.

Kaslarımda kökleri, kemiklerimde toprağı ve damarlarımda yağmuru hissediyordum. Bu mirasımın yarısı, annemin bana kanla bahşettiği hediyeydi. Ya da mevcut siyasi sorunları göz önünde bulunduracak olursak bir lanetti.

Annemi tanımıyordum. Babam onun hakkında ufak tefek şeyler anlatırdı. Bunlar daha fazlasını öğrenmeye çalıştığımda aklımdan uçup giden küçük ayrıntılardı.

Annem çocukluğum ve gençliğim boyunca bir kavramdan ibaretti. Anlaşılması zor bir kavramdı ama her daim oradaydı. Annemin konusu genelde babam beni uyarırken açılırdı.

Bana hiç adını söylememişti. Bunun yerine, tesadüfen karşılaşıp birbirlerine âşık olan bir çiçek perisi ve sıradan bir çiftçi hakkında bir hikâye anlatmıştı.

Bazen babam anlattığı hikâyede kaybolur, gördüğü en güzel kadından ve kalplerinin nasıl birlikte attığından bahsederdi.

Ve bana, ben doğduğumda hiç bu kadar mutlu olmadığını söylerdi.

“Sen doğduğun gün Lilliana, çayırdaki tüm çiçekler erken açtı,” derdi bana. “Sen doğduğundan beri çiçek açmaya devam ediyorlar. O çiçekler annenin sana hediyesiydi. Seni sevdiği sürece asla solmayacaklar.”

Annem bizimle değildi. Beni babamla bıraktıktan sonra hiç geri dönmedi. Babam aralarındaki sorunlar yüzünden bir insanla bir perinin birlikte olmasının güvenli olmadığını, benim gibi yarı peri insanların nadir olduğunu söylemişti.

Annem beni geride bırakıp kendi dünyasına, Peri Diyarı’na dönmek zorunda kalmıştı. Ama çiçekleri kalmıştı. Her daim çiçek açıyorlardı.

Son kara bulutlar da dağılırken, şövalyenin hâlâ uyuduğundan emin oldum. Saçlarımı topladım ve kapıdan dışarıya fırladım.

Yeni yağmış yağmurun ve toprağın kokusuyla dolu hoş bir esinti burnuma dolarken tenimi ürpertti.

Ahır kapılarını ardına kadar açtığımda hayvanlar temiz havaya, öğleden sonra açan güneşe doğru koştular.

Çınlayan çanın sesini duyunca gülümsedim. Millie ağır adımlarla bana doğru yürüyordu. Mutlu ve yenilenmiş bir şekilde kollarımı boynuna sardım.

“Millie-Moo!”

Moo!

“Ben de dışarıda olmaktan çok mutluyum. Temiz havaya ne kadar ihtiyacım olduğunu bilmiyordum,” dedim. O adamla küçük bir alanda sıkışıp kalmak beni içten içe bunaltmıştı.

Tavuklar bahçede yağmurdan sonra ortaya çıkan böcekleri ve solucanları gagalıyorlardı. Keçilerin çimenleri ve aşırı büyümüş yabani otları yedikleri tarlaya doğru yürürken Millie de beni takip ediyordu.

Dereden geçip yağmur sonrası coşan çayıra adım attım. Canlı renklerle parıldayan çiçekler ve yağmur damlaları yapraklarında mücevher gibi parıldıyordu. Rüzgârda sallanırken birbirlerine fısıldayıp mırıldanıyorlardı.

Yabani çiçeklerin arasında sağlam bir şekilde yere basarak, ayak parmaklarımı ıslak toprağa gömdüm, toprağın parmaklarımın üzerinden yuvarlanmasının tadını çıkardım.

Kollarımı geri dönen güneşe doğru açtım ve altın rengi ışığın yaydığı gücü içime çektim. Varlığımdan ve kanımdaki minik peri gücü kırıntılarından etkilenen çiçekler titredi ve daha da açıldı. Eskisinden daha da büyüdüler ve çiçek açtılar.

Çiçeklerin arasında dans ettim, sarı kasımpatılarına, mor yıldız çiçeklerine, kırmızı kardinal çiçeklerine, pembe-sarı yabani hasekiküpelerine ve farklı renklerdeki gelinciklere dokundum.

Yanlarında dönerken taç yaprakları heyecanla titredi, benimle birlikte mutlulukla dans ettiler. Renkli yüzleriyle sanki başlarını eğiyormuş gibi sapları bana doğru eğdi. Bu tıpkı birinin kraliyet ailesine saygı göstermek için yapacağı bir şeydi.

Doğanın büyüsüne kapılmış bir hâldeyken Millie-Moo’nun çayıra girdiğini ancak fark ettim. Sesler çıkararak yanımda koşarken benim hissettiğim kadar enerji doluydu.

Nefesim kesilmiş, dönmekten başım dönmüştü. Kasvetli havadan kurtulmanın mutluluğuyla gülerek yere düştüm ve Millie-Moo’nun boynuna yaslandım.

Burnunu okşamak için ona uzandım ama Millie kocaman kafasını yana çevirirken kulakları dimdik oldu. Millie’nin tepkisi yakındaki bir avcıdan endişe duyan bir hayvan gibiydi.

Kalbim yerinden hoplarken sırtım dikleşti. “Ne oldu Millie?”

Bir ses çıkardı ve başını arkamı işaret edecek şekilde hareket ettirdi.

Hızla ayağa kalkıp arkamı dönerken dirseğim sert bir yüzeye çarptı. İçgüdüsel olarak bir çığlık attım.

Yüzüm pamuksu bandajlarla kaplı sert bir göğse çarptı. Kaslı bir kol beni sardı, tutmayan dizlerimi desteklerken tenime sıcaklık yayıldı.

Kanyonlardan daha derin ve dağlardan daha güçlü bir ses kulaklarımı doldurup içimden geçti. “Özür dilerim hanımefendi. Sizi korkutmak istemedim. Lütfen, beni bağışlayın.”

Şövalye.

Bir nefesle kendimi adamın kollarından kurtardım. Kalbim göğsümde zıplıyordu, yanaklarım kızarmıştı.

Geri çekilip başımı yukarıya kaldırdığım saatlerce üzerine düşündüğüm en parlak mavi, kocaman gözlerle karşılaştım. Mavi Ayı Pençesi çiçekleri kadar çarpıcı gözler merakla bana bakıyordu.

“Ah. Sorun değil. Sizi uyanık görmek çok güzel,” diye cevap verdim. Sesim ince ve nefes nefese çıkıyordu. Sonunda hayatta ve uyanıktı! Ama bu kadar çabuk ayağa kalkıp etrafta dolaşmamalıydı.

“Hayatımı kurtardınız, değil mi?” Dudaklarına yayılan kocaman, heyecan verici gülümsemeyle midemde bir şeyler çırpındı. Kalbimin çarpıntısını duyabiliyor muydu?

“Ben… Ben… Sanırım öyle yaptım. Sizi ormanda bulduğumda çok kan kaybetmiştiniz.” Titreyen parmaklarımla ormanın kenarını işaret ettim.

Uzun, güçlü parmaklar elimi yakaladı ve parmakları bileğimi sardı.

“Bu durumda, size sonsuza kadar borçluyum. Beni kurtardığınız için size teşekkür etmeme izin verin hanımefendi.” Elimi yüzüne götürdüğünde nefesim kesildi.

Sert, yumuşak ve çok sıcak dudaklarını elimin üstüne bastırdı. Dudaklarının değdiği yerde, tenimin üzerinde kıvılcımlar dolaştı.

Başını elimden kaldırdığında gözlerimiz buluştu. İçimden geçen sıcaklığın neden olduğu garip sesi bastırmak için dişlerimi sıktım.

Bakışlarında minnet duygusu vardı ama adlandıramadığım başka bir şey daha vardı.

“Teşekkür etmenize gerek yok efendim. Ben doğru olanı yaptım.” Elimi geri çektim ama dokunuşunun sıcaklığı hâlâ tenimdeydi.

Bir soyluyla karşılaşırsam diye babamın bana çocukken öğrettiği gibi, kısa bir reverans yaptım. Ya da en azından reverans yaptığımı düşünüyordum.

Başka bir sıcak dokunuş nefesimi kesti. Nazik ama yönlendirici parmağıyla çenemi yukarıya kaldırdı. Doğrulduğumda yoğun bakışlarıyla buluştum.

“Buna gerek yok… Affedersiniz, adınızı bilmiyorum.”

Çenemdeki eli bildiğim her kelimeyi bana unutturmuştu. Cevap vermek üzere olan dudaklarım titrerken şövalye bunu fark etti. Dışarıya çıkan diliyle alt dudağını yaladı.

“Adım Lilliana ama bana Lilly diyebilirsiniz,” dedim sonunda. Geri çekilmek istesem de, nazik dokunuşu yerimde kalmamı emrediyordu. “Ya siz, şövalye bey?”

“Şövalye mi?” Üstüne başına bakarak kıkırdadı. Boğazını temizleyerek tekrar bana döndü. “Evet, ben bir şövalyeyim. Ama bana Ren diyebilirsin.”

“Ah, tanıştığımıza memnun oldum Ren. Hayata tutunduğun için mutluyum.” Sevincimi göstererek ona parlak bir şekilde gülümsedim.

Ren sanki güneşe bakıyormuş gibi birkaç kez gözlerini kırpıştırdı. Bana bakarken gözleri büyüdü ve bir sonraki nefesi titredi.

“Ben de sizin gibi güzel bir hanım tarafından kurtarıldığım için minnettarım Lilliana.” Sesi öncekinden daha alçaktı. Birden sesi boğuklaşmıştı.

“Ah, lütfen. Büyütülecek bir şey değil. Dedim ya, ben doğru olanı yaptım. Bütün hayatlar kutsaldır. Kimseyi öyle yalnız acı çekerken bırakmazdım…” diye gevelerken Millie burnunu sırtıma sürterek konuşmamı kesti.

“Sizi uyanık görmek ne kadar güzel olsa da, dinlenmeye devam etmeniz gerektiğini söylemeliyim. Yaralarınız neredeyse ölümcüldü efendim.”

“Nazik ilginiz için çok minnettarım Lilliana…”

“Lilly.”

“Lilly.” Tanrılar aşkına! Gülümsemesi öyle ışıl ışıldı ki neredeyse gözlerimi kapatmak zorunda kalacaktım. “Sağlığıma kavuştuğumu hissediyorum. Sizi daha fazla rahatsız etmekten nefret ediyorum, ancak üstümü değiştirmek ve yıkanmak için biraz su isteyebilir miyim?”

Eliyle bandajlı göğsünü okşarken gözlerim büyüdü. “Evet, tabii ki! Sizin için banyoyu hazırlayacağım ve giyecek bir şeyler bulacağım.”

Sonra Millie’ye döndüm. “Lütfen diğerlerine göz kulak ol.”

Kulübeye doğru yürürken Ren’in gözleri beni takip ediyordu. Bakışları sanki ensemi gıdıklıyordu. Neyse ki kulübeden çok uzaklaşmamıştım. Yaraları yürüyüş sırasında sorun çıkarmış gibi görünmüyordu.

Dilimde yüzlerce soru kabarcıklanıyordu ama onları bastırdım. Şövalyenin sıcak bir banyoya, kıyafetlere ve sıcak bir yemeğe ihtiyacı vardı. Sohbet etmek için can atan bir çiftlik kızından gelecek bir sürü soruya değil.

Eve girdiğimizde ortamda tuhaf bir gerilim vardı. Ren aramıza saygılı bir mesafe koydu, ancak bakışları vücudumdaki her siniri karıncalandırıyordu.

İlk kez görüyormuş gibi kulübeyi incelemesini ve alt kattaki yatak odası ile çatı katına çıkan dar merdiven arasındaki küçük banyoya aceleyle girmemi izlemesini fark etmemiş gibi yaptım.

Bir sandıktan babamın eski kıyafetlerinden kalanları çıkardığımda boğazında bir ses yankılandı. “Bunlar erkek kıyafetleri ama burada hiç erkek görmüyorum.” Omurgamdan bir ürperti geçti. “Acaba... Evli misiniz?”

Dik durarak sıkıca elimdeki gömleği tuttum. “Hayır, evli değilim. Bunlar babamın kıyafetleri.”

“Ah, buna sevindim.” Ren neredeyse rahatlamış gibiydi. “Babanız yakınlarda mı? Misafirperverliği için ona da teşekkür etmek isterim.”

Göğsümde yeniden bir karanlık büyüdü ve kaburgalarımın arasında dolaştı. “Hayır, o burada değil. Babam geçen kış öldü efendim.”

“Çok üzgünüm Lilly. Sizi üzmek istememiştim. Lütfen beni affedin ve başsağlığı dileklerimi kabul edin.” Ren öne doğru bir adım atarken sanki beni teselli edecekmiş gibi bana uzandı.

Nefesimi tutarken tüm vücudum kaskatı kesilmişti. Birden durdu ve eli yana düşerken gözlerinden anlayamadığım bir ifade geçti.

“Başsağlığı dilekleriniz için teşekkür ederim efendim. Banyo hazır. Ben gidip yemek hazırlayayım. İşinizi bitirdiğinizde yaralarınızı kontrol ederim.” Dikkatimi dudaklarımdan hızla dökülen kelimelere vermiştim.

Başını sallamadan önce yakışıklı yüzüne duygusuz bir maske yerleştirdi. Aklından geçen düşünceleri iyi saklıyordu. Belli ki bu bir askerin veya soylu birinin aldığı bir eğitimdi.

Bununla birlikte, hızla arkamı dönüp oradan çıktım. Kapı biraz sert kapanınca ürkmüştüm. Diğer tarafta durdum ve hafif bir su sesi duyana kadar içeriyi dinledim.

Ren’in kendi başına idare edebildiğinden memnun bir şekilde dikkatimi akşam yemeğine verdim. Misafirim yıkanmayı bitirmeden önce bahçeden topladığım taze sebzelerle doyurucu bir sebze çorbası pişirmeye koyuldum.

Yemek işi bittiğinde hayvanlarımın yanına geri döndüm. Batmakta olan güneş gökyüzünü mor, kırmızı, turuncu ve pembenin farklı tonlarıyla boyarken hayvanlarımı topladım.

Tavuklar tüneğe geri döndü. Millie keçileri ağıllarına geri götürmeme yardım etti. Sallanan kapıyı kilitlerken kapı yüksek sesle gıcırdadı, neredeyse dağılacaktı.

Dengesiz ahşap direği iterken derin bir iç çektim. Kapıyı kendi başıma tamir edecek aletlerim vardı ama ben bahçeyle ilgilenirken çiftliğin bakımını hep babam yapardı.

Keşke fırsatım varken onun marangozluk becerilerine daha çok dikkat etseydim. Bitkilerin ve çiçeklerin büyümesine yardımcı olma konusundaki doğal yeteneğim, çürüyen çiftlikle başa çıkmama yardımcı olmuyordu.

Yirmi üç yıl boyunca bahçede veya çayırda iyi iş çıkarmıştım çünkü bu işler biyolojik doğama sesleniyordu. Babam, annemin kanının bana bahşettiği güçleri biliyordu. Bu güçler köydeki insanların beni dışlamasına neden olsa da onları kullanmam konusunda beni teşvik ederdi.

Ben doğmadan önce babama ne kadar saygı duysalar da, bana şüpheyle ve yan gözle bakıyorlardı. İnsanlar perilere karşı temkinliydi.

İşler her zaman barış ve savaş arasında hassas bir şekilde dengelenmişti. Ancak artık bir savaş vardı, bunun için yeni krala bir teşekkür borçluyduk.

Peri Kasabı tahtta otururken, bir yanım artık çiftliğimde eskisi kadar güvende olmayabileceğimden endişe ediyordu. Belki de eşyalarımı toplayıp soyum hakkında bilgisi olmayan uzak bir köye taşınsam daha iyi olurdu.

Yarı insan babam sayesinde, kulaklarımın hafif kıvrımı dışında çoğunlukla insan gibi görünüyordum. Uzun dalgalı saçlarım kulaklarımı örttüğü için bunu fark etmek çok zordu.

Kimse beni çiçekleri büyütürken görmezse, başka bir şekilde anlaşılmazdı. Düşünlerimi yarıda kestim.

Bildiğim tek dünyayı geride bırakma fikri, babamı yeniden kaybediyormuşum gibi hissettirmişti. Babam daha yeni ölmüştü. Şu anda beni büyüttüğü, yıllarca mutlu ve güzel anılar paylaştığımız evi terk etmeyi düşünemezdim.

Hem öylece perilere gidip beni korumalarını isteyemezdim. Peri Diyarı’nın nerede olduğunu bilmemem bir yana, annem gittikten ve bir daha geri dönmedikten sonra hiç başka bir periyle tanışmamıştım.

Ondan geriye kalan tek şey garip kulaklarım, çilek sarısı saçlarım ve ona özgü yokluğuyla beni sevdiğine dair kalbimdeki garip bir histi. Bunu rüzgârda ve tenime değen çiçek yapraklarında hissediyordum.

Tüm bunlar olmasaydı, babamın hastalığında kendimi kaybedebilirdim. Sonra Ren vardı.

Evimdeki şövalye hayatını kurtardığım için bana borçlu olduğunu söylemişti ama eğer Peri Kasabı için çalışıyorsa ona güvenemezdim. Belki de benim türümden bazılarını öldürmüştü.

Peri avlamak için herhangi bir eğitimi varsa kanımdaki peri büyüsünü fark etme olasılığı neydi?

“Lilly?” Ren’in pürüzsüz derin sesi beni düşüncelerimden çekip çıkardı. Şaşırarak bir çığlık atarken dengesiz direkten uzaklaştım.

Elim kırık kapıda donup kaldığımı fark etmemiştim. “Üzgünüm. Seni korkutmak istemedim.” Elini göğsüne koydu.

Bu hareket, geniş omuzlarına ve kaslı göğsüne sıkıca oturan gömleğe bakmama neden oldu. “Bir asker gibi sessizsin,” derken titrek bir şekilde güldüm. Aniden ortaya çıkması ve son düşüncelerim yüzünden rahatsız olmuştum.

“Öyle.” Ren’in dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi. Konuşmaya devam etmeden önce bu ifademi onaylayan tek şeydi. “Çitin kırılmış,” dedi.

“Sorun değil. Yakında tamir edeceğim,” diye cevapladım. Dikkat dağıtıcı bir şeyler bulduğu için minnettardım. Ren etrafında dönerek çiftliğin durumuna ve hayvanlara baktı.

Akşam güneşinin çarptığı geniş sırtını hayranlıkla izledim. Batmakta olan güneş ışığının soluk renkleri dalgalı saçlarına vuruyor, bronz tenini vurguluyordu.

Yeni yıkanmış bir şekilde temiz kıyafetlerinin içinde bakmaya değerdi. Teninden taze, odunsu bir koku yayılıyordu, keskin ve oldukça erkeksiydi.

Sanki toprak, rüzgâr ve ateşten yapılmıştı. Bu elementler içimdeki temel bir içgüdüyü harekete geçiriyordu. “Ahırın da biraz bakıma ihtiyacı var,” dedi, kollarını göğsünde kavuşturup çenesini okşayarak. Bir şeyler düşünüyordu ama ne düşündüğünü bilemiyordum.

“Ah, evet. Yaz bitmeden hallederim,” diye temin ettim onu. Çiftliğimde ne yapıp yapmayacağım onun için önemli değildi. O zamana kadar çoktan gitmiş olacaktı.

Bana baktığında kalbim göğsümde çırpındı. “Yemek muhtemelen hazırdır. Bandajlarınızı kontrol edeyim. Sonra yemek yiyebiliriz,” diye teklif ettim ellerimi ovuşturarak.

“Bandajları bulup kendim hallettim. Benim için zaten çok şey yaptınız. Tekrar size rahatsızlık vermek istemedim,” dedi Ren. Karnının etrafındaki yeni beyaz bandajları göstermek için gömleğini kaldırdı.

Karın kasları her nefeste gerilip gevşiyordu. Göbek deliğindeki koyu tüylerin, siyah pantolonunun düğmesine doğru uzandığını görünce gözlerim büyüdü.

Kalbimden bacaklarımın arasındaki yumuşak merkezde garip bir nabız yankılandı. “Pekâlâ. Çok güzel. Çok iyi,” diye kekeledim. Sesim çok ince ve tiz çıkıyordu.

Yanaklarıma yayılan kızarıklığı gizlemek için Ren’den uzaklaştım. Beni kulübeye kadar takip ederken arkamdan sessizce kıkırdadığını duyabiliyordum.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok