Kimi L Davis
CECE
Maslow rezidansına girer girmez, görünüşümü değiştirme vakti geldiğini düşündüm.
Brenton'a hakkımda herhangi bir bilgi vermek istemiyordum ve burası büyük ve ıssız bir yer olduğu için kocaman bir vazonun arkasına saklanmaya ve kıyafetlerimi değiştirmeye karar verdim.
Siyah gömleğimi ve pantolonumu çıkarıp altına giydiğim mavi elbiseyi ortaya çıkarmam uzun sürmedi.
Siyah kıyafetimin altında ezildiği için hafifçe buruşmuştu ama aldırış etmedim.
Büyük sarayı gezmeden önce, gömleği ve pantolonu vazonun içine sakladım. Demek yaşadığı yer burasıydı, üzücü.
Böyle mükemmel bir evi varken neden hayatımı mahvetmek zorundaydı ki? Dünyanın herhangi bir yerinde on fırın alabilecekken neden fırınımı yok etmek zorundaydı?
Düşündükçe öfkem artıyordu. Brenton Maslow bana büyük bir yanlış yapmıştı ve bundan öylece paçayı sıyırıp kurtulmasına izin veremezdim.
Eğer böyle bir sarayda yaşamaya gücü yetiyorsa fırınımı da pekâlâ geri verebilirdi. Bu kadarını borçluydu bana.
Eğer kabul etmezse bu evi ateşe verirdim. Gerekirse onun hayatını mahvederdim.
Başa çıkamadığım öfkemi bastırmaya çalışırken, bu evde yaşayan insanları, özellikle de Brenton Maslow’u, aramaya koyuldum.
Kendi bu sıcacık ve rahat yerde yaşarken bana soğukta acı çektirmişti, daha ne kadar bencil olabilirdi ki?
Onu bulur bulmaz, tekme tokat girişecektim çünkü hak etmişti.
Görünmediğimden emin bir şekilde, sarayın etrafında gizlice dolandım, sesler duymaya çalıştım. Ama burası garip bir şekilde sessizdi, tıpkı bulmak için burada olduğum adam gibi.
Yanılmış mıydım? Burada kimse yok muydu? Brenton burada yaşamıyorsa, nerede yaşıyordu?
Korumaları kolayca kandırmış olsam da çalıların arkasında saklanmak hiç de kolay olmamıştı, hele ki soğuktan donmak üzere ve mesanem dakika başı haykırırken.
Bütün koridorları gezdim ama bu korkunç derecede güzel yerde tek bir ruh bile yoktu sanki.
Eğer bu ziyaretim de boşa giderse, Brenton'ın sabah göreceği ilk şey yüzüm olurdu.
İş o noktaya gelirse, gerekirse ofisinin önünde beklerdim ama beni görmezden gelmesine hayatta izin vermezdim.
Zengin olduğu ve ailesi bu devasa saraya sahip olduğu için, satın aldığı araziye gerçekten ihtiyacı olmadığını biliyordum, bu yüzden benden aldıklarını bana geri vermek zorundaydı.
İnsan her gün yeni iş fikirleri ortaya atamaz; çok çalışmak ve yatırım gerektirir bu.
Öfkeden patlamak üzereyken, sesler duydum, birden fazla ses, sanki küçük bir toplantı yapılıyormuş gibi.
Sesler garip oymaları olan çift kapılardan geliyor gibiydi.
Brenton'ın orada olması için Tanrı'ya dua ederek, öfkeyle çift kapılara doğru yöneldim. Ve sertçe açıp içeri girdim.
Gördüğüm şey içimde patlamakta olan volkanların ateşini körükledi.
Gördüğüm kadarıyla bu bir aile yemeğiydi. Üç çift uzun bir yemek masasının etrafında oturuyordu.
Masanın başında yaşlıca bir adam oturuyordu. On dört yaşlarında genç bir çocuk ve oldukça genç birkaç kişi daha vardı yemek salonunda.
Keşke ellerimde pençeler olsaydı da o güzel yüzünü çizseydim diye düşündüğüm kişi, kaşları çatık oturmakta olan adamdı.
Brenton Maslow sanki birinin hayatını mahvetmemiş ve sanki geçim kaynağımı alıp ayaklarının ve buldozerlerinin altında ezmemiş gibi ailesiyle oturmuş, gülüp konuşuyordu.
Bütün bunları ödemek zorundaydı. Bunların bedelini ödemeliydi.
Öfkeden o kadar kör olmuştum ki keskin bir ses öfkemin bulutlarını dağıtana kadar ne yaptığımı fark edememiştim. Brenton'ın suratına okkalı bir tokat atmıştım.
Bunu hak etmişti.
Şerefsizin evladı! Bunu nasıl yapabildin?! Ne cüretle hayatımı mahvedersin?!" Bağırarak ona baktım, yanağının rengi değiştikçe mutluluğum arttı.
Güzel, o nasıl hayatımda çirkin bir iz bıraktıysa ben onun yüzünde bir iz bırakmalıydım. Ailesi onun nasıl bir pislik olduğunu biliyor muydu acaba? Onu böyle mi yetiştirmişlerdi?
"Affedersiniz, genç bayan," dedi masanın başında oturan yaşlı adam, sesi odadaki gerilimi yarıp geçmişti.
"Siz kimsiniz ve ne cüretle mülküme izinsiz girip mükemmel bir aile yemeğini mahvediyorsunuz? Sizi kim içeri aldı?"
Brenton'ın babası olduğunu düşündüğüm adama baktım. "Bir yere girmek için kimsenin iznine ihtiyacım yok; Özellikle de"— Brenton'a bir bakış daha attım —"bu kalpsiz yaratığın bana yaptıklarından sonra."
Oda tümüyle sessizliğe gömülmüştü ama aldırış etmedim. Tek bir amaç için buradaydım ve ona ulaşmadan da gitmeyecektim.
"Burada ne yaptığını sanıyorsun? Dersini almadın mı hala?" Brenton sonunda konuşmuştu.
Vay, konuşma yeteneği olduğunu tamamen unutmuşum.
Dalga geçer gibi güldüm. Beni kim zannediyordu, zor durumdaki bir kadın mı?
"Eğer arkama yaslanıp yaptığın şey için ağlayacağımı sanıyorsan fena halde yanılıyorsun. Bana yanlış yapanları affetmem. Her zaman intikamımı alırım,” dedim öfkeyle.
Bana saldıracakmış gibi üzerime doğru yürümeye başladığında kalbim hızla atmaya başladı.
"Evimden defol. Derhal çık git, sana bıraktığım azıcık haysiyetini de al git, yoksa onu da alır ve seni dışarı attırırım."
Önünde korkudan diz çökeceğimi düşünüyorsa yanılıyordu. Brenton elimden her şeyimi aldığının farkında değildi.
Bana bıraktığını iddia ettiği haysiyet kırıntısı yok olmuştu, fırınımla birlikte o da gitmişti. Artık kaybedecek hiçbir şeyim yoktu.
Geri çekilmek bir yana, daha da yaklaştım. Bu zenginler tüm gücü ellerinde tuttuklarını sanırlar ama kararlı ve adalet bekleyen insanlar hakkında hiçbir şey bilmezler.
"Elinden geleni ardına koyma, Brenton Maslow. Senden korkmuyorum. Geri adım atıp beni daha da ezmene izin vermeyeceğim,” dedim.
Dişlerini gıcırdatıyormuş gibi çenesini sıktığı görebiliyordum. Vücudundaki kaslar sanki dövüşe hazırlanıyormuş gibi gerildi.
Dövüş sanatları hakkında pek bir şey bilmiyordum ama hayatım sokaklarda geçmişti, bu yüzden biri üzerime gelmeye cesaret ederse kendimi savunabilirdim.
"Uşak! Uşak!" Uşağını çağırdığında çok şaşırdım. Ne yapacaktı ki?
"Evet efendim? Beni mi çağırdınız?" Yaklaşık 1.70 boylarında klasik uşak üniforması giymiş bir adam hızlıca Brenton'ın yanına geldi.
Harika, Brenton'ın her yerde kuklaları vardı.
"Uşak, bu … şeyi kim içeri aldı? Kuralları bilmiyor musunuz? Aileden olmayan herkes dışarda, yani istenmeyen insanların ve eşyaların olduğu yerde kalmalı."
Brenton tüm bunları söylerken bana baktı. Bu kadar kızgın olmasam gülebilirdim.
Eğer önünde küçük düşüp ağlayacağımı düşünüyorsa biraz aklını başına getirmeliydim.
En ufak şeylere kırılıp ağlayan kadınlardan biri olmadığımı ne zaman anlayacaktı? Ömrüm boyunca çok ağlamıştım zaten… Ama artık değil.
"Maslow mülküne girdiğini fark etmediğim için beni affedin, efendim. Onunla derhal ilgileneceğim."
Uşak beni uzaklaştırmak için kolumu tuttu fakat kolumu sertçe geri çekerek engel oldum.
"Bana dokunma, seni akılsız kukla! Patronunla konuşmak için buradayım ve işim bitene kadar da gitmiyorum,” dedim.
Brenton, "Zamanımı senin gibi biriyle harcamayacağım,” dedi.
"Başka seçeneğin yok, tabi itibarını önemsemiyorsan o başka,” dedim. Onu mahvedemeyeceğimi nasıl düşünebilir?
Bir kaşını indirdi. "Bana meydan mı okuyorsun?"
"Dediğim gibi, asla geri adım atmam." Pes etmesini umarak gözlerinin içine baktım. Neden benimle kavga etmek zorundaydı ki?
Onun gibi insanlar bir savaşın ne zaman kaybedildiğini anlayacak kadar zeki olmalıydılar. Oysaki o bir aptaldı.
Brenton konuşmaya başlamadan önce bir dakika kadar suskun kaldı. "Uşak, fikrimi değiştirdim. Onu malikaneden çıkarmayın, zindana götürün. Kendisiyle orada ilgileneceğim."
Sonra bana sırtını döndü ve uşağı emirleriyle baş başa bıraktı.
Uşak bu defa kolumu demir bir kementle sarmış gibi tutuyordu, çekip kurtulmamın imkânı yoktu.
Hayır, bana bunu yapmasına izin veremezdim. Brenton'ın benimle konuşması gerekiyordu ve bunu hemen şimdi yapmak zorundaydı.
Aptal kukla tarafından yemek salonundan çıkarılırken, "Bırakın gideyim! Brenton, benimle konuşacaksın!" diye ciğerlerim sökülene bağırdım.
"Yemin ederim, beni hemen bırakmazsan seni öldürürüm! Beni nereye götürüyorsun?!"
Uşak beni merdivenlerden aşağı indirirken "Bay Maslow sizi zindana götürmemi emretti, bu yüzden ben de bunu yapıyorum,” diye cevapladı.
"Keşke kıymetli Bay Maslow'unuz size uçurumdan atlamanızı söylese de siz de beni rahat bıraksanız. Onun her dediğini nasıl yaparsın? Senin kendi aklın yok mu? Kendi kararlarını nasıl vereceğini bilmiyor musun? Doğru ile yanlış arasındaki farkı ayırt edemiyor musun?"
Bu kadar bağırmaktan boğazım ağrımaya başlamıştı ama umurumda değildi. Brenton nasıl benim huzurlu hayatımı mahvettiyse ben de onun aile huzurunu mahvedecektim. Ben ona bir şey bile yapmamıştım ki.
Merdivenlerden indikçe dünyam daha da kararmaya başladı. Bir uçurumda gibiydim, merdivenler in in bitmiyordu.
En alta indiğimde neyle karşılaşacaktım? Sonsuza kadar burada kilitli mi kalacaktım? Brenton'ın yapmayı planladığı şey bu muydu?
Eğer zindana atılırsam onun dikkatini çekemez ve söz verdiğim gibi hayatını mahvedemezdim. Hayır, hayır, bu adamın beni içeri atmasına izin veremezdim.
Uşak, "Bay Maslow emirlerine uymam için bana cömertçe para ödüyor,” diye cevap verdi.
"Ne yani sırf para kazanacaksın diye yanlış şeyler yapmaya razı mısın? Boşuna demiyorlar para zehirlidir diye. İnsana en akıl almaz şeyleri bile yaptırabilir,” diye mırıldandım nihayet merdivenlerin sonuna gelip de ayaklarım sert zemine değdiğinde.
“Bakılması gereken bir eş ve iki çocuk olduğunda, pek çok insan en adice şeyleri bile yapmaya istekli olur, hanımefendi,” diye yanıtladı.
Demir parmaklı kapı pahalı pirinçten yapılmış gibi görünüyordu, yoksa bakır mıydı ya da başka bir şey? Kimyam pek iyi değildi, bu nedenle metaller hakkında fazla bilgim yoktu.
Uşak kapıyı açtı ve kapatıp kilitlemeden önce beni nazikçe içeri itti ve içeriye hapsetti.
Tam beni dışarıya çıkarmasını söyleyecektim ki Brenton merdivenlerden öfkeyle indi.
Buraya nasıl bu kadar hızlı geldi ki? Merdivenler hiç bitmeyecek kadar uzundu.
Yine de burada olmasına sevindim çünkü şimdi onunla konuşabilirdim ve onu burada tutmak için hakaret etmek zorunda kalsaydım da ederdim.
"Uşak gidebilirsin. Ben bunu hallederim,” diye emretti. Uşak tek kelime bile etmeden eğilip gitti. Uşağa üzülmüştüm çünkü Maslowlar tarafından beyni yıkanmıştı.
"Bu ne anlama geliyor?! Beni hemen dışarı çıkar!" Parmaklıkları salladım. Kapı biraz eskiydi, belki kaçmam mümkün olur diye düşünüyordum ama nafile, aptal şey kıpırdamadı bile.
Doğrudan yüzüme bakarak, "Senin sorunun ne? Benim için bir hiç olduğunu anlamıyor musun?" diye sordu.
"Fırınımı yıktın, sorunum bu! Ve benim hakkımda ne düşündüğün umurumda bile değil çünkü ister inan ister inanma, hislerimiz karşılıklı. Elimden gelse senin gibi bir ahmakla konuşarak bir saniye bile harcamazdım,” diye karşılık verdim.
"Beni buradan çıkar!"
"Aptal bir fırın için sızlanıp vaktimi boşa harcadığına inanamıyorum. Senin gibi insanlara ve onların küçük dertlerine zamanım var mı sanıyorsun? Ben bir iş adamıyım ve senden çok daha önemli insanlarla uğraşıyorum. Fırınına gelince, onu yıktım çünkü en az senin kadar değersizdi,” dedi.
Ne cüretle fırınıma değersiz der? Buna nasıl cüret eder?
"Brent Maslow, sözlerimi iyi dinle. Kariyerini mahvettiğimde, ki edeceğim, benim nasıl hissettiğimi çok daha iyi anlayacaksın. Çok uluslu bir işin ve saray gibi bir evin var, çok çalışmanın ne demek olduğunu nereden bileceksin sen.
Sen çok çalışmanın ne demek olduğunu bilmeyen şımarık bir veletsin çünkü her şey önüne gümüş tepside sunulmuş. Senin için üzülüyorum çünkü sahip olduklarının değerini asla bilemeyeceksin. Yine de sana insaflı davranacağım ve uğruna emek harcadığın her şey hiç edildiğinde nasıl hissedildiğini göstereceğim.
"Seni yok edeceğim Brenton Maslow. Ahtım olsun" dedim, bu uzun konuşmadan sonra nefes nefese kalmıştım.
Brenton sanki sözlerim onu hiç korkutmamış gibi sırıttı ama ben tersi olduğunu biliyordum. Gözlerinde öfke vardı ve oralarda bir yerlerde bam teline dokunmuştum.
"Havai fişek, sözlerin benim için en az fırının kadar değersiz ve beni tehdit ederek sadece kendi kendine savaş açmış oluyorsun. Bunu gerçekten istediğinden emin misin?" diye sordu iyice yaklaşarak.
"Eğer savaş açılırsa onu ben kazanırım,” dedim.
Brenton omuz silkti. "Peki, istediğin şey savaşsa onu alacaksın. Ve unutma ki tatlım, ben asla savaş kaybetmem."
Bana cevap verme şansı bile vermedi, arkasını döndü ve merdivenleri çıkmaya başladı.
Beni bu zindanda yapayalnız bırakmıştı.