Ivy White
REBECCA
“Lütfen hanımefendi, onu bekletmek istemezsiniz.”
Doğru, ~diyedüşündüm. Mark’ı bekletemezdim çünkü yapmam gereken bir işim vardı. Başımı salladım ve mermer basamakları gülümseyerek çıkmaya başladım.
Sıcak hava Arlington’da soluduğum havadan çok daha iyiydi. Şehirdeki arabalar gün boyu havaya duman üflüyordu.
Beni yönlendiren adama bir kez daha bakmaya karar verdim. Ne de olsa bekârdım ve istediğime bakabilirdim, değil mi?
Takım elbisesi vücuduna mükemmel bir şekilde oturuyordu. Güzel ve sıkı, diyedüşündüm, alt dudağımı yalayarak. Evet, bakireydim ve hayır, bu karşımdaki manzaraya hayran kalmama engel değildi.
Siyah takım elbisesi gıcır gıcırdı, beyaz gömleğinin düğmeleri ilikliydi ve düğmelerin üzeri bir kumaş tabakasıyla örtülüydü. Kravatı sanki metalden yapılmıştı ve ayakkabılarında herhangi bir aşınma yoktu.
Çimlerin üzerinde yürürken ayakkabılarının üzerlerine tek bir kir zerresi bile bulaşmamıştı. Adamın kıyafetlerine bakarken, Çimler yapay olabilir mi? ~diye merak ediyordum.
Neyse ki lacivert ceketimi giymiştim. Gerçi siyah değildi ama yine de şık ve profesyonel görünüyordum. Topuklu ayakkabılarıma baktığımda, Evet, çimler yapay, ~diye düşündüm.
Toprağa girdiklerine dair herhangi bir iz yoktu. Her ne kadar zeki bir kız olsam da bir milyarderin mülküne girmeyi beklemiyordum. Burası bir iş adamının cennetiydi.
Birden kapı açılınca gülümsedim ve başımı topuklu ayakkabılarımdan kaldırıp kapının ortasında duran adama baktım.
Şaşkınlıkla geri adım atarken ağzım açık kalmıştı. Adam dimdik karşımda duruyordu, boyu 1.80 civarındaydı. Kollarını kavuşturmuş, dik dik bana bakıyordu.
Yine siyah bir takım elbise. Bu adamın da üzerinde siyah bir kravat ve gövdesini kaplayan beyaz yerine siyah bir gömlek vardı. Ayakkabıları da ayna gibiydi.
Ayaklarını omuz genişliğinde açmış, her iki ayağını da yere sağlam basıyordu.
Adamın sağındaki duvara bakıp kahverengi saçlarımı kulağımın arkasına iterken adam gözlerini bana dikti.
Göz teması kurma konusunda hiçbir zaman iyi olmamışımdır, özellikle de başkalarının yanında kendimi garip hissettiğimde. Özellikle de erkeklerin.
“Vay, vay, vay. Kimler gelmiş? Rebecca Ferez, değil mi?”
Başımı sallayarak gözlerimi mermer zemine çevirdiğimde adam bana doğru yürümeye başlamıştı. Tam önümde durduğunda kişisel alanımı işgal ediyordu.
Adamın bir santim uzaktaki göğsü yüzünden nefes alamıyormuşum gibi hissediyordum.
“Mark anlaşma hakkında seninle iletişime geçti mi?” diye sorduğunda başımı salladım. Doğruyu söylemek gerekirse küçük, basit bir cümleyi bile bir araya getiremiyordum.
“Mark gelemedi. Sana ne yapman gerektiğini ben göstereceğim. Birkaç günlüğüne rezerve edildin. Merak etme, buradaki işin bittiğinde seni geri göndereceğim.”
Birkaç gün, ~diyedüşündüm.
Bu adamın varlığından ve Mark’ın gelmemesinden rahatsız olmam yetmiyormuş gibi, bir de birkaç gün boyunca bu malikânede uyumak zorunda kalacaktım.
Üstüne bir de bilmediğim ve anlamadığım bir dünyada yalnız kalmıştım.
“Birkaç gün mü?” diye mırıldandığımda adam derin bir nefes aldı.
Henüz neye benzediğini anlamak için yüzüne bile bakmamıştım. Adam vücut diliyle bile beni o kadar korkutuyordu ki.
“Evet. Bu sizin için bir sorun olur mu Bayan Ferez?”
“Hayır. Hem de hiç.” Kollarımı göğsümde kavuşturdum ve adamın takım elbise ceketine baktım. Tepemde yükselen bu adama bakmak istemiyordum.
Aradaki boy farkı bana kendimi çocukmuşum gibi hissettiriyordu.
Adam kolumu tuttuğunda gözlerimi gözlerine diktim. Görebildiğim tek şey karanlıktı. Adamın göz bebeklerinde karanlıktan başka bir şey yoktu.
Gri olduklarını algılayabiliyordum ama gözlerindeki gölgeler dışında hiçbir şey göremiyordum.
Adam sırıttığında mükemmel, bembeyaz dişleri ortaya çıktı. Güneşin altında güzel, bronz teni parlıyordu. Siyah saçları geriye doğru atılmıştı.
Saçlarının yan tarafları daha kısaydı, sıfıra vurulmuştu. Başının etrafında kabile dövmesine benzer bir desen vardı. İpeksi, yumuşak ve parlak saçları tepede uzuyordu.
Adam sessiz ve soğuk bir ses tonuyla, “Rebecca,” dediğinde şaşkınlığımı üzerimden atıp tekrar adamın ceketine baktım.
“Benim adım Rebecca değil. Lütfen, bana Becca diyebilir misiniz?” Kolumu kurtarmaya çalışmadım. Adam konuşmadan hayır anlamında başını sallarken tekrar ona baktım.
Bu şehvet mi? ~Ruhumun derinliklerini görebildiğinden emin olduğum gri gözlü, kusursuz güzellikteki adama bakmaktan kendimi alıkoyamıyordum.
“Adım Kenzo. Kenzo Robernero.” Ofisteki anılar zihnimde canlanıp Kenzo’nun kim olduğunu anlayınca gözlerim kocaman açılmıştı.
Bir adamı soğukkanlılıkla vuran adam. Hiçbir şey söylemeden yüzüme bir gülümseme yerleştirdim ve başımı salladım.
Kenzo’nun telefonu çaldığında telefonu açıp sol tarafa doğru yürümeye başladı. Bir adım geri çekilmiştim, kolumu tutana kadar Kenzo’nun arkadaşının arkamda durduğundan habersizdim.
“İyi misiniz Bayan Ferez?” diye sordu adam. Başımı sallarken boğazımdaki yumruyu yuttum. İyi falan değildim. Aslında tüm bunlardan çok korkuyordum.
Prentonville’de, bir tanesi bir adamı vurmuş, dünyanın en azılı suçlusu olan iki adamla sıkışıp kalmıştım. O adamı tanıyordum, işinin ne olduğunu biliyordum.
Societa Oscura’nın ~patronu. İstediği kişiyi elinin altında tutmak için kullanabileceği yüzlerce adamı vardı. Bu birkaç gün uzun olacaktı.
Kenzo’nun konuşmalarını duyamıyordum ama içimden adamlarından bazılarını ayıkladığına ya da yasa dışı bir şey yapmaya hazırlandığına dair bir his vardı.
Kenzo telefonunu göğsüne dayarken sarı saçlı adam omzuma dokundu. Kenzo’nun elindeki telefon eski, kullan at telefonlarına benziyordu.
“İçeri girebilirsiniz. Ben birazdan geleceğim.”
“Buyurun hanımefendi,” dedi adam. Umarım önümüzdeki birkaç günü sağ salim atlatabilirdim. İçten içe Kenzo’nun hiçbir yerde karşıma çıkmamasını umut ediyordum.