
Emet’in büyük final günü gelip çatmıştı. Büyük zaferine bugün kavuşacaktı.
İşçilere aylardır zorlu bir parkur inşa ettiriyordu. Parkur o kadar uzundu ki bir ucundan öteki ucunu görmek zordu.
Dağlardan altı büyük ayı getirtmişti. Her bir talibimin bir ayıyı öldürmesi gerekecekti.
Emet şaşaalı bir gösteri yaparak saray halkını eğlendirmek istiyordu.
Taliplerin zarar görmeyeceğini, kendi yöntemleriyle zafer kazanacakları biliyorduk.
Yine de bu yarışma onlara üstünlük sağlama, rekabet güçlerini gösterme ve özellikle savaş lordlarına Tanrı vergisi kuvvetlerini sunma fırsatı verecekti.
Parkura ilk giren Okini oldu. Gayet iyi gidiyordu. Çeşitli parkur engellerinin ve havaya sabitlenmiş nesnelerin üzerinden atlayıp zıplıyordu. Ayı büyük bir direğe zincirlenmiş olmasına rağmen, Okini’nin ayıyı katletmesi epey uzun sürecek gibiydi.
Ama daha fazla izleyemeyecektim. Buna tahammül edemiyordum.
Nihayet zavallı hayvan öldüğünde, Okini eğilerek selamını verdi.
Sırada Kelgar vardı. O da benzer bir performans sergileyerek parkurun yarısına geldiğinde ilgimi kaybettiğimi fark ettim.
Ne kimin kazandığı ne de kimin kaybettiği önemliydi. Emet’in nihai kararını çoktan verdiğini biliyordum. Dün yapması gereken anlaşmayı yapmıştı ve o an yalnızca bir zırvalığı seyrediyorduk.
Bu akşam kimin kazandığını öğrenecektim ve yarın kaderim mühürlenecekti. Emet beni evlendirmesi karşılığında, ona nasıl bir çeyiz ya da nasıl büyük bir hediye teklif edilirse edilsin kabul edecekti.
Böylelikle resmen satılacaktım.
İpler kesilecek ve her şey bitecekti.
Dişlerimi sıkarak kısaca iç çektikten sonra ne yaptığımın farkına vardım.
Emet, “Ne o, sıkıldın mı Arbella?” diye sorunca mideme kramp girdiğini hissettim.
Daha dikkatli olmalıydım.
Hızlıca, “Hayır ağabey. Sadece yorgunum,” diye cevap verdim.
“Buraya gel. Otur,” dedi.
Herkes beni izlerken hızla dediğini yaptım.
Yalnızca benim duyabileceğim bir tonda sessizce, “Şimdiye kadar gayet iyi iş çıkardın kardeşim,” dedi.
Başımı onaylarcasına salladım.
“Bu turnuvadan sonra ziyafete geçtiğimizde, kazananı açıklayacağım,” dedi. “Uslu duracaksın. Tepki vermeyeceksin. Ağzımdan kimin adı çıkarsa çıksın, bundan mutlu olacaksın, duydun mu?”
Başımı tekrar salladım.
“Cevap ver, Arbella.”
“Duydum ağabey.”
Bir anlığına gözlerini kıstı. “Yarın olacakların farkında mısın?”
Es vermeden, “Evet,” dedim.
Tek kaşını kaldırınca kaşlarımı çatarak karşılık verdim.
Kelimeler boğazımda düğümlenmesine rağmen, “Düğün olacak,” dedim.
Güldü. “Ben düğünden sonrasını kastetmiştim.”
İçimde kabaran utancı hissedince gözlerimi kaçırdım.
“Neler olacağını bilecek kadar erkekleri tanıyorsun,” diye mırıldandı.
“Emet, lütfen…” diye mırıldandım.
“Üzerine düşeni yapacaksın, anladın mı?”
Bu korkunç konuşmayı bitireceğini umarak hızla başımı salladım.
“Ne isterse…”
Avludan yükselen bir çığlıkla Emet’in lafı yarım kalınca, bu fırsattan yararlanarak neler olduğunu görmek için yanımdaki canavardan kaçmak adına yerimden sıçradım.
Kelgar yerdeydi. Ağır yaralı olmasa da derin bir yarası vardı ve bir anlığına onun için ve ağabeyimin yarattığı ağa takılan herkes için üzüldüğümü hissettim.
Tonath ayağa kalktı. Bize doğru bakarken gözlerini üzerime diktiğine yemin edebilirdim.
Onun için asla üzülmüyordum.
Nasıl bir oyuna bulaştığını çok iyi bilmesine rağmen yine de oynuyor gibiydi.
Parkuru hızla aşıyordu. Devasa cüssesine rağmen oldukça çevik hareket ediyordu.
Her ne kadar bunu itiraf etmek istemesem de parkurun sonuna ulaşıp ayıyı öldürme görevine geldiğinde, görevi herkesten hızlı tamamladığını görünce onu izlerken etkilendiğimi hissettim.
Kılıcını hızlı bir hamleyle ayıya saplayarak onu bir anda öldürdü ve tüm bu gösterinin anlamsız vahşiliği karşısında ürpersem de zavallı hayvanın acısı daha da uzamadığı için minnettardım.
Sırada Gariss, sonra da Vesak vardı.
Diğerleri gibi onlar da koşma, zıplama ve dövüşme üçgenine dâhil oluverdi.
İkisi de ayıları öldürse de Vesak’ın gösterisi üzerine yüzümü kapatmamak için kendimi zor dizginleyip orada öylece durarak hayvanın feryat dolu acı çığlığını dinledim.
Luxley sona kalmıştı. Tıpkı geçen seferki gibi.
Bunun bir alamet olduğunu umuyordum.
Bir işaret olduğunu.
Onun galip gelemeyeceğini, dün bana söylediği korkunç laflardan sonra ağabeyimin müttefiki olmayacağını. Ona satılmayacağımı.
Parkurda, çeviklikte ve dövüşte diğerleri kadar iyiydi.
En az onlar kadar çevik, onlar kadar vahşiydi. Ayıyla yüz yüze geldiğinde o kadar hareketsiz duruyordu ki korkudan donup kalmış olabileceğini bile düşündüm.
Ardından saldırıya geçip bıçağını zavallı yaratığın boğazına sapladıktan sonra kafasını gövdesinden ayırarak bir kupa misali havaya kaldırdı.
Kalabalık tezahürata başladı. Tüm arena alkış tutarken ben de gözlerimin önündeki manzara karşısında kusmamaya çalışıyordum.
Emet de ayağa kalkıp onu alkışladı.
Parlayan tacı ve güzel peleriniyle dönüp ağabeyime baktım.
O anda gerçekten de bir krala benziyordu. Gerçek bir krala.
Benimle göz göze geldiğinde aklımdan geçeni okumuş gibi sırıttı.
“Ziyafetten önce bir ara vereceğiz,” dediğinde herkes gülümsedi.
Beni yanına çağırdığında attığım her adımdan nefret ederek yavaşça ona doğru yürüdüm.
Sessizce, “Gel,” dedikten sonra hazırlattığı gösterişli kürsüden inip karanlık kuytulara doğru adım attık.
Kaleye doğru sessizlik içinde yürümeye başladık.
Birkaç saat içinde kaderimi öğrenecektim. Altı adamdan hangisiyle zorla evlendirileceğimi öğrenecektim.
Emet durup yüzünü bana döndü.
Gözleri arkaya kayınca, ben de kaşlarımı çatarak arkama baktığımda gölgelerin arasında duran bir figür fark ettim.
Emet bir işaret verircesine başını yavaşça eğdikten sonra dönüp uzaklaşınca ben de onu takip etmek üzere adım atsam da biri kolumdan tutup beni kendine çekti.
Beni kendine çeken kişinin Luxley olduğunu görünce çığlığı bastım.
Üzerinde hâlâ turnuvadan kalma kan ve pislik vardı.
“Bırak beni,” diye bağırdım.
Başını iki yana salladı. “Hayır Prenses, ağabeyin seninle biraz daha zaman geçirmem için bana müsaade etti.”
Başımı iki yana sallayarak elinden kurtulmaya çalışırken, o da sinirlenip homurdanarak beni duvara yapıştırdı.
“Sana itaat edilmesinden hoşlandığımı söylediğimi sanıyordum,” dedi.
“Umurumda değil. Bırak beni,” dedim.
Gözlerini kısarak bana baktı.
“Çok yakında umurunda olacak Prenses, tüm günlerini benim hoşlandığım ve hoşlanmadığım şeylerle geçirmeni sağlayacağım.”
Kaşlarımı çattım. Ne demek istediğini anlamasam da neler olduğunun farkına vardım.
Hem ağabeyimin ona neden ikinci görüşme hakkı verdiğini hem de neden burada, refakatsiz, hatta korumasız olduğumu anladım.
Luxley beni ellemeye başlarken elbisemin eteklerinin havaya kalktığını hissettim.
Nefes nefese, “Dur,” diye bağırıp onu üzerimden itmeye çalıştım.
Nafile çabalarıma güldükten sonra saniyeler içinde beni yere yapıştırdığında elbisemin eteği belime kadar açıldı.
Çığlık atmaya başladım. Avazım çıktığı kadar bağırıyordum.
Ben muhafızlara ya da herhangi birine seslenmeye çalışırken, sinirlenip hırlayarak beni susturmak için ağzıma bir şeyler tıktıktan sonra, tek eliyle iki kolumu başımın üzerine sabitleyip diğer elini külotumun içine soktu.
“Sadece bir tadına bakacağım, Prenses. Yarınki ana yemekten önce istersen buna başlangıç diyebilirsin,” diye mırıldanıp parmaklarını içime sokarken, ağzımdaki kumaşın ardından boğuk bir sesle inledim.
Tırnakları içimi kazırken ve parmaklarını daha hızlı hareket ettirirken, hissedebildiğim tek şey keskin, sıcak bir acıydı.
Debelenerek elinden kurtulmaya çalışsam da beni tek eliyle sıkıca tutuyordu.
Çığlık atmama rağmen sesim dışarı ulaşmıyordu.
Ama şansıma ayak sesleri koridorda yankılanmaya başlayınca, Luxley tüm muhafızlar ortaya çıkarken üzerimden indi. Muhafızlar önce bana sonra da ona baktı.
Ben hâlâ yerde yatıyordum.
Yukarı çıkan elbisemin bir kısmı yüzümü kapatıyordu. Ağzımdaki kumaşı çektiğimde, muhafızların burada Luxley’nin bana bir şey yaptığını anladığını gördüm.
Ama Luxley yarattığı kargaşayla gurur duyuyormuş gibi keyifle bana bakarken parmaklarını kaldırıp emdi.
Midemin kalktığını hissederek ürperince, ondan ve oradaki herkesten var gücümle kaçtım.
O akşam için Emet bana koyu gece mavisi bir elbise seçmişti. Bu renk ailemizin rengiydi. Ten rengime bu kadar yakışmasından nefret ediyordum.
Parlayarak güzellik saçıyormuşum gibi görünsem de içim resmen ölüydü.
Saçlarım bukleler hâline getirilmişti. Uzun altın sarısı buklelerim koyu renk elbisemin üzerine dökülerek belirgin bir kontrast oluşturuyordu.
Tek bir kişiyle bile göz teması kurmadan, hiçbir şeyle ilgilenmeden, kaybolup gitmeyi ve yeryüzünden silinmeyi dilerken yalnızca tabağıma bakarak oturuyordum.
Etrafımdakiler şakalaşıp gülerek sohbet ediyordu.
Bu onlar için neşeli bir akşamdı.
Emet konuklarının iyi ağırladığından emin olmak için şarapları sürekli tazelettiriyordu.
Yanımdaki Manox, “Bir şeyler yiyin Prenses,” dese de iştahım yoktu. Berbat hissediyordum. Yemek yemeyi deneyecek mecalim bile yoktu.
Yapabildiğim tek şey, yarın sabaha kadar kaçmak için elime geçebilecek tüm şansları gözden geçirmekti ama hiçbir fırsatım olmadığını biliyordum.
Yemek biter bitmez odama geri götürülecektim.
Pencerem kilitli olduğu için dışarı çıkamayacaktım ve muhafızlar her zamanki gibi kapımda nöbet tutacaktı.
Yine her zamanki gibi köşeye sıkıştırılmış, kapana kısılmış ve hapsedilmiş olacaktım.
Bir yanım beynimi kapatabilmeyi, zihnimin eriyip yok olmasını, Emet, Luxley ve diğerlerinin bedenimle istediklerini yapabilmesini ama tüm bunlardan habersiz olmayı diliyordu. Bir zombi olmak istiyordum.
Var olacaktım ama acı çekmeyecektim. Böylelikle kimse bana zarar veremezdi.
Yüksek bir zil sesiyle sersemliğimden ayıldığımda etrafıma bakınıp ağabeyimin ayakta durduğunu gördüm.
Buraya kadardı. O an gelmişti. Hâlihazırda bildiğim bir gerçeği doğrulayacaktı. Tüm saray halkına kaderimi açıklayacaktı.
Ellerimi kucağıma koyup yumruklarımı sıkarak, yere bakarken tırnaklarımı avucuma geçirdim.
Herhangi biriyle göz göze gelirsem mental çöküş yaşayabileceğimi düşündüğüm için kimseyle göz göze gelemiyordum.
Ağabeyim konuşmaya başladı. Ne kadar harika bir yarışma olduğunu anlatıyordu. Gözlerin üzerimde olduğunu hissedebiliyordum. İnsanlar beni izliyordu.
Tonath ve diğer taliplerimin de beni izlediğinden oldukça emindim.
Ağabeyim, “Lord Luxley,” diye anons etti.
Omuzlarım çaresizlik içinde çökerken gözlerimi kapattım.
Elim kolum bağlıydı. Ona karşı bile koyamıyordum.
Saray halkı ise alkış tutuyordu.
Belli ki duydukları sonuçtan, kocam olarak seçilen bu savaş lordundan memnunlardı.
Onun içimdeki ve üzerimdeki ellerini hâlâ üzerimde hissedebiliyordum.
Tabağımdaki bıçağı kapıp masalarından üzerinden atlayarak onun bağırsaklarını deşmek istiyordum.
Ne kadar keskin olduğunu ve şu anda elime alıp boğazıma dayarsam kendime ne kadar zarar verebileceğimi düşünerek bıçağa bakıyordum. Bu bir kaçış olabilirdi. İntikam da.
Ben gidersem ağabeyim ne yapardı?
Ölü bir bedeni, bir prensesin cansız bedenini kimseyle evlendiremezdi.
Manox, “Prenses?” diye seslenince ona baktım. Sessizce, “Ziyafet bitti,” dedi.
Etrafıma bakınınca haklı olduğunu fark ettim. Salonun yarısı boşalmıştı. Ağabeyim ise keyifle gülerek kutlama yapıyordu.
Onun koluna girmiş Cali öyle derin dekolteli bir elbise giymişti ki, elbisesinin yakasından meme uçlarının koyu çerçeveleri görünüyordu.
Ağabeyimle göz göze geldiğimde bana attığı bakış kusma isteği uyandırdı.
Manox, “Sana odana kadar eşlik etmemi ister misin?” diye sordu.
Kelimeleri bir araya getiremeyeceğim için başımı onaylarcasına salladım.
Ayağa kalkıp kolunu uzattığında, çok fazla titrediğim için ayakta durabilmek adına koluna girdim.
Emet biz salondan çıkarken attığımız her adımı izliyordu.
Odama girip kapıyı kapatır kapatmaz olduğum yere yığıldım. Hareket edemiyordum. Doğru dürüst nefes alamıyordum.
Bahtıma yazılmış tüm kaderler arasında, en beteri bu olmalıydı, değil mi?
Beni böylesi bir kadere mahkûm edecek kadar Tanrıları kızdıracak ne yapmış olabilirdim?
Ölmek istiyordum.
Kendimi en yüksek kaleden atarak bu işi bitirmek istesem de odamda kendi canımı almanın bir yolunu ararken, kaçışın bu olmadığını fark ettim.
Benim kurtuluşum ölüm değildi.
Hayır, savaşacaktım. Kaçacaktım. Yaşamaya devam edecektim.
O herifle evlenip gerekirse beni becermesine göz yumacaktım. Ona itaatkâr olduğumu ve onun deyimiyle mükemmel bir eş olduğumu göstererek gözünü boyadıktan sonra doğru anı kollayarak kaçacaktım.
Arkama bile bakmadan kaçacaktım.
Ondan, ağabeyimden ve muhtemelen satıldığımdan haberdar olup vereceği cevabı planlamakta olan Savaş Lordu Kral Kaldan’dan kaçacaktım.
Ayağa kalkıp doğrularak elbiseyi üzerimden çıkardım.
Kendime acıyarak bunlara mecbur kalmayacaktım. Artık uysal prensesi oynamayacaktım.
Buraya kadardı. Kuralları değiştirmemin zamanı gelmişti.
Bu artık benim oyunumdu. Ve kuralları ben koyacaktım.