
Gece boyunca banyoda saklandım.
Onunla aynı odada olmaya dayanamadığım için horlamalarını duyar duymaz banyoya kaçmıştım.
Ama gözümü kapamaya cesaret edemiyordum.
Uyursam olabileceklerden ödüm kopuyordu.
Yüzüm öyle kötü zonkluyordu ki canım yandığı için ağlayamıyordum bile.
Odadan bir hareket duyunca kalbim hızla atmaya başlarken kapının arkasında top gibi kıvrıldım.
Luxley banyoya girip etrafa bakınarak gözleriyle beni bulunca sızlandım. Beni yakalayıp ayağa kaldırdığında boğazımdan tutarak fayanslara yapıştırdı.
“Eğer dün gece olanlarla ilgili tek kelime edersen,” diye hırladı.
“Eğer birine seni becermediğimi söylersen…”
Kesilen nefesimle, “Söylemeyeceğim,” dedim.
Boğazımı bıraktığı anda yere yığıldım.
“İçeri geç. Hizmetçi seni bekliyor,” dedikten sonra banyodan çıktı.
Tekrar dayak yemek istemediğim için hızla peşinden çıktım. Çarşafların değiştirildiğini ve kanımın bulaştığı çarşafı görmek zorunda olmadığımı görünce rahatladım.
Hizmetçi beni giydirip saçlarımı yaparken Luxley beni izliyordu.
Hizmetçi yüzümdeki morlukları kapatmaya yeltendiğinde onu durdurdu.
“O dayağı hak etti. Kimin gördüğü umurumda değil,” dedi.
Bakışlarımı yere indirdim.
O da en az Emet kadar kötüydü ama artık onunla evli olduğum için durumum daha da vahimdi. Kaçışım yoktu. Ağabeyimin onu bu kadar zalim olduğunu fark ettiği için seçtiğini düşünüyordum.
Tam onluk bir hareketti.
Luxley beni kahvaltı için yemek salonuna indirdiğinde herkes bana baktı. Kesilen nefeslerini ve yüzüme doğru fısıldaşmalarını duyabiliyor ama onlara bakmıyordum.
Attığım her adımda ayak tabanıma açtığı kesik acısa da yüzümü buruşturmamak için elimden geleni yapıyordum.
Geçerken avludaki çarşaf gözüme çarptı.
Herkesin görmesi için bir ödül gibi orta yere asılmıştı.
Çarşaftaki kan lekem öyle canlı ve kırmızı görünüyordu ki, bunu böyle sergilemesi bile tecavüze uğramış gibi hissetmem için yeterliydi.
Bekâretim onun elde ettiği bir ödülmüş gibiydi.
Beni bir sandalyeye doğru ittikten sonra yanıma oturdu. Emet hemen yanımıza gelip yüzümü ilgiyle inceledi.
“Lord Luxley,” dedi.
“Düğün gecesinin tatmin edici geçtiğini umuyorum.”
Luxley, “Çok daha fazlasıydı,” diye yanıtladı.
Emet sırıtarak, “Galiba kız kardeşimden memnun kaldın?” diye sordu.
Luxley, “Kral Emet, o artık senin kız kardeşin değil, benim karım ve ondan memnun kalıp kalmadığım seni hiç ilgilendirmez,” diye cevap verince, başımı kaldırıp ağabeyimin tepkisine bakmaktan kendimi alamadım.
Yüz ifadesi öfke ve şaşkınlık arasında gidip geliyordu. Daha önce herhangi birinin ona böyle haddini bildirdiğini sanmıyordum. Bu savaş lorduna bu denli ihtiyacı olmasaydı, bir şey yapacağından, ona karşılık vereceğinden veya ona çıkışmanın ne demek olduğunu göstereceğinden hiç şüphem yoktu.
Ağabeyim bana bakar bakmaz bakışlarımı indirdim. Çünkü fırsatını bulduğunda bana zarar vereceğini biliyordum.
Hızlıca kahvaltımı bitirdim.
Emet ile Luxley sohbete dalınca, onları dinlerken Luxley’nin ordusundan bahsettiklerini fark ettim.
Luxley, “Birliklerin yarısı yola çıktı bile,” dedi.
Emet etkilenmiş bir ses tonuyla, “Gerçekten mi?” diye cevap verdi.
Luxley, “Bir karar verirsem asla tereddüt etmem,” dedi. “Bir anlaşma yaptık ve ben de üzerime düşeni yaptım.”
Emet bana bakarak, “Ve karşılığını aldın,” dediğinde Luxley de bana döndü.
Başımı hızla yere eğdim. İkisiyle de göz göze gelmek istemiyordum.
Luxley elini enseme koyup başımı kabaca havaya kaldırdığında yüzümü buruşturdum.
Bana bakarak sırıttı.
“Evet, Kral Emet. Anlaşmanın en iyi karşılığını aldım.”
İkisi de gülerken gözlerimi kapattım.
Luxley iğrenç elini üzerimden çekerken, “Arbella, odana geri dön,” dedi. “Hizmetçilerim eşyalarını toplayacak.”
Gözlerim kocaman açıldı. “Nereye gidiyoruz?” diye sordum. Bu adamla bir yere gitmek istemiyordum. Gidersem tamamen onun merhametine kalacaktım ve şimdiden merhametsiz olduğunu görmüştüm.
İfadesi sertleşti. “Seni ilgilendirmez. Sana söyleneni yap,” diye çıkıştığında o ya da Emet başka bir şey söyleyemeden ayağa kalktım.
Odama dönüş yolunda muhafızların yanımda olmadığını fark edince duraksadım. Luxley kaçmaya kalkışabileceğimden bile endişe etmiyor olmalıydı.
Üzerimde şimdiden o kadar gücü, o kadar kontrolü olduğunu düşünüyordu.
Etrafıma bakındım. Acaba kaçabilir miydim? Etrafta birkaç kişi olsa da hızlı olursam başarabilirdim.
Tek sorunum, ince elbisemden başka üzerimde ne bir pelerin ne de bir ceket olmasıydı.
Kaçarsam yardım almadan uzun süre hayatta kalabileceğimi sanmıyordum ve bu topraklarda bana yardım edecek kimse yoktu.
Ya yakalanıp ağabeyimle yeni kocamın yanına atılırdım ya da Kral Kaldan’a götürülürdüm.
Hangi sonucun daha kötü olduğundan emin olmasam da içimden bir ses Kaldan’ın daha beter olduğunu söylüyordu, çünkü Emet ya da Luxley ne kadar zalim, ne kadar canavar olursa olsun Kaldan’ın eline su dökemezdi.
Uzaktaki dağlara pencereden dışarı özlemle baktım. Beni âdeta yanına çağıran dağlar çok uzağımdaydı.
Onlara bakmak bile içimi burktuğundan manzaraya sırtımı dönerek başımı öne eğdim.
Odaya hızla geri döndüm.
Luxley’nin odaya döndüğünde beni orada bulamamasını istemiyordum çünkü bunun için tekrar beni döveceğinden hiç şüphem yoktu.
Kapıyı açtığımda beni bekleyenin bir kadın hizmetçi değil, bir adam olduğunu gördüm.
Beni görünce ayağa kalkmasıyla, göz göze geldiğimizde bir süredir burada beklediğini anladım.
Belirli bir amaçla bekliyordu.
“Kimsin sen?” diye sordum.
Arkamdan biri, “Endişelenmen gereken asıl kişi o değil Prenses,” deyince hafifçe sıçrayarak arkamı döndüğümde Tonath’la yüz yüze geldim.
Kekeleyerek, “Ne?” diye sorsam da arkamdaki adam bağırmama fırsat tanımadan ağzımla burnuma keskin kokulu bir bez bastırdığında karanlığa gömüldüm.
Kafa karışıklığıyla uyandığımda kendimi bir çadırda buldum.
Çadırın ortasındaki direğe bağlıydım. Bacaklarım birbirine bağlanmış, kollarım ise arkamda direğe sabitlenmişti. Bacaklarımı sertçe sallasam da nafileydi.
Tonath etrafımda dolaşarak, “Hiç kendini yorma Prenses,” dediğinde ona ters ters baktım.
“Ne istiyorsun?” diye sordum.
Hafifçe gülümsedi. “İstediğim birkaç şey var Prenses ve hepsi de seni içeriyor.”
“Bundan paçayı kurtaracağına inanıyor olamazsın. Ağabeyimin peşime düşmeyeceğine.”
Bunun üzerine güldü.
“Ağabeyin istediğini yapsın, hiçbir şey fark etmeyecek.”
Bunun doğru olduğunu bilerek sızlandım.
“Neden?” diye fısıldadım.
“Ne neden?” diye sordu.
“Bunu neden yapıyorsun? Hâlihazırda nişanlım olduğunu söylemene rağmen beni kaçırdın.”
“Bir düşün bakalım,” dedi. “Seni kaçırmak bana ne kazandırır?”
Bilmiyordum. Bu yüzden başımı iki yana salladım.
“Benim için çok değerlisin Prenses. Senin üzerinden nasıl bir ittifak kurabileceğimi biliyor musun?”
“Ağabeyim asla…” diye lafa girsem de gülerek beni böldü.
“Ağabeyin umurumda değil,” dedi. “O tam anlamıyla bir ahmak. Gerçek bir gücü ya da itibarı yok, kendi yavan sarayı dışında kimse onu Kral olarak kabul etmiyor.”
“O hâlde kiminle ittifak…” diye başlarken gözlerim fal taşı gibi açıldı. Korkum beni ele geçirirken kesilen nefesimle, “Hayır,” dedim.
“Evet, Prenses,” dedi.
“Sen, sen o yarışmaya sırf…”
Başını onaylarcasına salladı. “Haberinin olmayacağını mı düşündün? Seni öylece bırakıp gideceğini mi sandın?”
Gözlerimin dolduğunu hissedince ağlamak istemediğim için gözlerimi sıkıca kapattım. Bu adamın ağladığımı görmesini istemiyordum.
Yüzümdeki morluğu unutarak ifademi gizlemeye çalışırken canımın daha da yanmasıyla yüzümü buruşturdum.
Tonath, “Sanırım bunu Luxley yaptı?” diye sorunca ona dik dik baktım.
“Sana ne bundan?” diye çıkıştım.
“Zaten umurumda değil. O adamla evlendiğin için dayaktan fazlasını hak ediyorsun.”
“Başka seçeneğim varmış gibi konuşuyorsun,” dedim.
Güldü. “Esas sen seçeneğin yokmuş gibi konuşuyorsun. Kendi ağzınla söylediğini hatırlamıyor musun? Ağabeyinin dediklerini yaptığını söylemiştin.”
“Neden onun dediklerini yaptığımı zannediyorsun?” diye karşılık verdim.
Bana öylece baktı. “Yalvarışlarını Kral Kaldan’a sakla. O zaman ihtiyacın olacak,” dedi.
Söyledikleri karşısında ağlamamaya çalışıyordum. Artık daha kötü bir tehlikenin içinde olduğumu bilerek başımı öne eğdim.
“Yüzün için askerlerden biriyle buz gönderteceğim,” diye mırıldandı.
Başımı kaldırıp ona bir kez daha bakarak, “Gerek yok,” diye tısladım.
Gözlerini kısarak bana baktıktan sonra çadırdan çıktı. Neredeyse bir dakika sonra bir asker elinde kovayla içeri girdi.
İnatçılık ettiğimi bilsem de başımı iki yana sallayarak itaat etmeyi reddediyordum. Çünkü askerin buzu morluğa bastırması için başımı direğe sabit bir açıyla tutması gerekiyordu.
Buz erirken yüzüm uyuşmaya başladığında acımın dinmesiyle, iplerimi kesip beni bir atın arkasına bağladılar.
Saatlerce atın üzerinde seyahat ettik.
Ses çıkarmamam içinse ağzıma bir kumaş parçası tıkadılar.
Dişlerimi kumaşa geçirmekten ve ulaşmayı çok istediğim dağlarda ilerlerken her sarsıntıya, her harekete katlanmaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu.
Akşam karanlığı çökünce bir şeyler yemek ve atları dinlendirmek için birkaç saatliğine mola verdik.
Tonath ağzımdaki bez parçasını çıkarıp bana zorla yemek yedirdi.
Askerlerinden birine yüzüme tekrar buz koymasını emrettikten sonra sanki gözüme uyku girebilecekmiş gibi bana uyumamı söyledi.
Bana günler geçmiş gibi hissettiren yolculuğa devam etsek de aslında zaman ve mekân kavramımı yitirdiğim noktaya gelmiştim.
Ata bağlı olduğum için her uzvum ağrıyordu ama varış noktasına ulaştığımızda çok daha kötü bir akıbetin beni beklediğini biliyordum.
Tonath bana zorla bir şeyler yedirmeye devam ediyordu.
Elini ısırdığımda bana tokat atmak istediğini anlasam da bunu yapmamak için kendini tutunca, işin sonunda beni neyin beklediğini merak etmeye başladım. Bundan kaçındığını fark edince gerçekten ciddi bir meselenin içinde olduğumu fark ettim.
Ayak bileklerim hâlâ bağlıyken beni ayağa kaldırıp bez parçası tekrar ağzıma tepiştirdi.
Ona bir şeyler mırıldansam da kelimelerim bez parçasının içinde kayboluyordu.
Bunu fark edince ağzımdaki bezi çıkardı.
“Ne diyorsun?” diye sordu.
“Yaptıkların için tanrıların gazabı üzerine olsun,” dedim.
Güldü. “Tanrıların benim için ne planladığı konusunda endişelenmen gerektiğini sanmıyorum,” dedi.
“Yerinde olsam Kral Kaldan’ın senin için ne planladığı konusunda daha çok endişelenirdim, Prenses.”
Bunun üzerine hırladım. Kelimeleri bile bir araya getiremedim. Korkum, paniğim ve öfkem beni ele geçirdi.
Ona vurmaya çalıştım. Tekme atmaya çalıştım.
Önümde bağlanmış ellerimle ona birkaç defa sağlam vurduktan sonra, yüzüme tekrar keskin kokulu bir kumaş parçasının bastırılmasıyla bir kez daha kendimi karanlığın kollarında buluverdim.
Yere yığılmadan önce Tonath beni yakaladı.