
Ertesi gün kitapçıya geldi, bir rafa bazı kitapları yerleştirmek için dar koridorlardan birinde yürürken, aniden karşıma çıktı.
Onu görünce şaşkınlıkla duraksadım.
“Seni yemeğe götürmek istiyorum,” dedi, bir selamlama ile bölmeden.
Gözleri inanılmaz çekiciydi ve neredeyse kabul ediyordum ama sonra, kendimi durdurdum.
Onun arkasındaki bir noktaya odaklanarak kendimi, başka yere bakmaya zorladım.
“Üzgünüm, yapabileceğimi sanmıyorum,” dedim.
“Neden?” dedi.
“Seni tanımıyorum. Demek istediğim, o gece beni kurtardın ve adını biliyorum ama...” Çenemi tutup bakışlarımı onunkiyle buluştururken cümlemi bitiremeden beni susturdu.
Dokunuşu nazikti, ama tamamen yabancıydı ve bugünkü tepkim, dün parktaki olandan daha normaldi.
“Ne yapıyorsun?” diye sordum, telaşlanmıştım.
Sanki derim, onu yakmış gibi birden beni bıraktı.
“Üzgünüm,” yüzündeki karışıklık onu, şaşırtıcı derecede savunmasız gösteriyordu.
“Davranışların biraz garip ve yoğun,” diye açıkladım.
“Tekrar özür dilerim. Daha fazla temkinli yaklaşmalıyım. Yine de seninle konuşmak, seni daha iyi tanımak istiyorum ve bunu bir yemekte yapmanın işleri kolaylaştıracağını düşündüm.”
İçimdeki her bir mantıklı yanın, yapmamamı söylemesine rağmen davetini kabul etmemi gerektiren bir şey vardı.
“Sadece akşam yemeği,” kelimelerin dudaklarımın arasından kaçmasını engelleyemeden kendimi onları söylerken buldum.
“Evet, hatta mekânı sen seç.”
“Tamam” dedim.
“Bugün işten sonra seni buradan alabilir miyim?”
“Olur,” dedim.
Dönüp uzaklaşmadan önce zafer kazanmış bir edayla bana bakıp gülümsedi ve ben yine onun ardından bir kafa karışıklığı duygusuyla bakakalmıştım.
O gittiğinde sağduyum, sonunda geri döndü ve az önce yaptıklarım beni çileden çıkardı. O kişi seni, tenha bir sokaktaki ürpertici adamlardan kurtarmış dahi olsa bir yabancıyla yemeğe çıkmak, iyi bir fikir değildi.
Ayrıca, benim hakkımda bilmesi gerekenden daha fazla şey biliyor gibiydi, mesela nerede çalıştığımı veya o gün için işimi ne zaman bitirdiğimi.
“Bu gizemli adam da kim?” Crystal, Seth'ten sonra kapı kapanırken fısıldayarak sordu.
Kahverengi gözleri dedikodu beklentisiyle parlıyordu.
Crystal'ı seviyordum, harika bir arkadaştı, ama bazen işlere biraz fazla burnunu sokma meyili vardı.
“O sadece, öylesine biri. Çok da önemli değil,” dedim.
“Hadi ama. Öylesine biri mi?” Belli ki daha fazlası olduğunu düşünmüştü.
“Evet” dedim. Onun hakkında konuşmaya henüz hazır değildim.
Beni kurtardığı gerçeği dışında anlatacak pek bir şey yoktu ama o gece, onun hakkında konuşmak istemedim. Anneme bundan bahsetmiştim ve ondan sonra onun hakkında bir daha konuşmayacağıma dair kendime söz vermiştim.
Hiçbir şey olmamış olabilirdi evet ama yine de, travmatik bir deneyim olmuştu.
“Bir an yaşıyormuşsunuz gibi görünüyordu. ''Sadece bir erkek'' olamayacak kadar yoğun bir andaymışsınız gibiydi,” diye belirtti karamel buklelerini omzunun arkasına atarak.
Cevap vermedim.
Kitaplarının parasını ödemeye hazır olan bazı müşterilerle ilgilenmek için tezgaha doğru yürürken sabırsızlıkla “Peki ne istiyormuş?” diye sordu.
“Yemeğe çıkmayı teklif etti,” diye cevapladım, müşteriler ayrılırken ve tekrar yalnız kaldığımızda.
“Ve?”
“Ve... Teklifini kabul ettim,’’ dedim iç geçirerek.
Crystal gülümseyerek “Bana onun hakkında daha fazla şey anlatmaya hazır olduğunda, tüm detayları istiyorum,” dedi.
“Her neyse.” Ona gülümsemeden edemedim.
Crystal, yüzünde düşünceli bir ifadeyle itiraf eder gibi: “Gerçekten çok yakışıklı, biraz korkutucu görünse de.”
Yara izlerini kastetmişti, bundan emindim. Ve bu doğruydu, oldukça korkutucu görünüyordu.
“Sanırım” dedim.
Konuyu kapamak üzere olduğumun farkındaydı, bu yüzden daha fazla bir şey sormadı. Tüm o nostaljikliğine rağmen bilgi almak için fazla çabalayan biri olmadığı için minnettardım.
İş günüm boyunca dikkatim dağınıktı, bu da beni sakar biri haline getirmişti. Tüm gün, bir şeylere çarpıp durdum ya da az kalsın bir şeyleri devirecektim. Günün sonunda Seth'e kızgındım, çünkü bunların hepsi onun suçuydu.
Gitmek üzereyken, bir parçam benim için beklemesini umuyordu, ve dükkandan çıktığımda, zaten orada beni bekliyordu.
Yine siyah bir kot pantolon giymişti ama bugün süveteri lacivertti ve ceketini taşımak yerine giyiyordu.
Ütülenmiş kıyafetleri, kaba görünümüyle çok zıttı, ama iyi görünüyordu ve renklerin ona ne kadar uygun olduğunu fark etmeden edemedim. Onu görünce kalbimin atışı biraz hızlandı...
Bana kaçamak bir gülümsemeyle bakıyordu.
Bu sadece sıradan bir akşam yemeğiydi, bitiminde ona beni rahat bırakmasını söyleyeceğim bir akşam yemeği.
Vücudumun garip tepkiler vermesini sebep olan ve anlamadığım şeyler söyleyen bu adamın, hayatımın bir parçası olmasına ihtiyacım olmadığında net bir şekilde karar kıldım.
Ona yaklaştığımda gülümsemesi büyüdü ve sonunda önünde durduğumda neredeyse bana doğru ışınlandı diyebilirim.
“Nerede yemek istediğine karar verdin mi?” diye sordu.
“Pek değil, düşünecek zamanım olmadı,” diye yanıtladım.
Aslında onun, daha önce aniden ortaya çıkmasıyla düşünme yetim biraz bozulduğu için herhangi bir yerde karar kılamamıştım ama yine de tabii bunu ona söylemeyecektim.
“O zaman bir önerim var. Kulağa biraz hızlı gelebilir ve bir tür numara ya da öncesinden kararlaştırdığım bir şey de değil ama seni evime götürmek istiyorum.”
Bir an için nutkum tutuldu. “Kesinlikle hayır.”
Seth cevabıma kaşlarını çattı ama umurumda bile değildi. Beni evine götürmesine kesinlikle izin vermiyordum.
Ne derse desin, bu birçok kez duyduğum bir cümleydi ve her zaman bir numaradan ibaretti. Bu sadece akşam yemeği, sadece konuşmak ya da sadece takılmak anlamına gelmezdi. Hayır, kesinlikle yaşanmayacaktı.
“Bilmeni isterim ki, ben harika bir aşçıyım, ama tamam, senin kaybın,” dedi.
Bir an düşündü. “Buradan çok uzak olmayan bir lokanta var. Bunun yerine seni oraya götüreceğim.”
Açıkçası hoşnutsuzdu, ama umurumda değildi. Onunla eve gitmiyordum.
“İyi” dedim.
Lokanta, birkaç kez yanından geçtiğim bir lokantaydı, ama aslında hiç girmemiştim. Kızarmış yemek ve kahve gibi kokuyordu. Midem yemek yeme ihtimaliyle gümbür gümbür bir gurultudaydı...
Seth beni köşedeki bir masaya götürdü, herkesten uzakta olan bir masaya.
Duvara dayalı iki sandalyeden birine oturmamı işaret etti, karşımdaki iki sandalyeden birine oturdu ve benimle diğer müşterilerin arasına yerleşti.
“Bu Seth King'in kendisi ta kendisi,” garson - küçük, tombul, yaşlı bir kadındı - masamıza geldiğinde mutlu bir şekilde haykırdı.
Seth onun yaklaşımına biraz gerildi, ama sonra, kadının sesini duyunca tekrar rahatladı.
“Merhaba June,” dedi kadına sıcak bir şekilde gülümseyerek.
“Haftalardır ortalarda yoktun,” koluna vurdu ve ona sert bir bakış attı, ama kısa sürede eriyip şefkatli bir şeye döndü.
“Özür dilerim. Ben meşguldüm... işle ilgili,” dedi.
Söyleme şekli oldukça garip olsa da June, ne demek istediğinin anlamını aynı şekilde anlıyor gibiydi ve sempatik bir sesle yanıtladı.
Bana döndü ve dikkatini Seth'e vermeden önce bana ilginç bir bakış attı.
“O halde senin için her zamankini getiriyorum?” diye sordu.
“Kesinlikle.”
“Ve sen, canım?” diye sordu, tekrar bana dönerek.
“Ne önerirsiniz?” Menüde neyin iyi olduğu hakkında hiçbir fikrim olmadığı için sordum.
“Krepler benim favorim. Şehirdeki en iyileri. Eğer o kadar da kahvaltılık olmayan bir şeyler istiyorsan Pinewood burgeri ya da ay yahnisi için oyumu verirdim.”
Bir yemek için garip bir isimdi.
Krep almaya karar verdim çünkü kulağa hoş geliyordu.
June, mutfağa giden bir dizi kapıdan geçip gözden kaybolmadan önce “Sadece bir dakika içinde burada olacağım,” dedi.
Kısa bir süre sonra garson, kabarık, altın krepler ve benim için küçük bir şişe akçaağaç şurubu ile istiflenmiş bir tabak ve Seth için çırpılmış yumurta, domuz pastırması ve taze kızarmış ekmek dolu büyük bir tabakla birlikte masamıza geri geldi.
Çok fazla yiyecek vardı, ama o büyük bir adamdı ve tüm bu kütle ve kasları çalıştırabilmek için bunlara ihtiyacının olmasını bekliyordum.
Ayrıca iki bardak ve suyla dolu bir sürahi de getirdi - dışını kaplayan buğu tabakasına bakılırsa buz gibi soğuktu.
“Teşekkürler June,” dedi Seth, koluna elini koydu ve hafifçe sıktı.
Tekrar yalnız kaldığımızda, ilk ısırığımı almak üzereyken Seth bana beklentiyle baktı. İlgi beni biraz rahatsız etti ama çok acıkmıştım ve krepler çok güzel kokuyordu.
İlk lokmayı ağzıma koyduğumda neden şehirdeki en iyi krepler olarak adlandırıldığını anlayabiliyordum. Hayatımda yediğim en iyi kreplerdi ve ben de memnun bir şekilde iç çektim.
Seth kendi yemeğine başlamadan önce gülümsedi ve onaylayarak başını salladı.
“Bence tüm akşam yemeklerinde bile kahvaltı menüsü olmalı,” diye yorum yaptım, lezzetli kreplerden birkaç lokma daha ağzıma atarken.
“Buna tamamen katılıyorum,” Seth kıkırdadı.
Onun yanında, kendimi düşündüğümden çok daha rahat hissettim.
Seth'i yerken bana işimi, hobilerimi, ailemi sordu ve o kadar büyük bir ilgiyle dinledi ki, neredeyse sinir bozucuydu diyebilirim. Söylediğim her şey, sanki onun için dünyadaki en önemli şeydi.
Üzerimdeki ilginin çok fazla olduğunu hissettiğimde ona, kendi sorularımı da sormaya başladım.
Her zaman bir ağabeyi olmasını dilemesine rağmen, onun tek çocuk olduğunu öğrendim. Bunu söylerken yüzündeki ifade kafamı karıştırmıştı.
O da benim gibi Pinewood Vadisi'nde büyümüştü ama söylediğini göre evde eğitim görmüş.
Benden sadece iki yaş büyüktü, ama bazen daha da yaşlı görünüyordu. Üzerinde bir ağırlık vardı, ne olduğunu tam olarak çözemedim.
Onunla yemek yeme konusundaki önceki şüphelerime ve bizden birkaç masa ötede oturan iki adama gerilmiş ve gözlerini dikmiş olduğu garip ana rağmen Seth'le, gerçekten de çok eğlendim.
O gece yatağa girdiğimde, beraber eve kadar yürüdükten sonra, yüzümde bir gülümsemeyle uyuyakaldım.