Mühürlü Yaralar - Kitap kapağı

Mühürlü Yaralar

Sapir Englard

Üçüncü Bölüm

DAISY

Etraf koşuşturan insanlarla doluyken Sürü Evi’nden gizlice çıkmak zordu.

Neyse ki, kimsenin aklına gelmeyecek bir çıkış olan Milenyumun Alfasının ona özel tahsis edilmiş odasından çıkmayı akıl edecek kadar zekiydim.

Raphael’in süiti en üst kattaydı. Şangay’dan döndüğü anda, keskin burnunun öncesinde bu odaya girdiğimin kokusunu alacağını biliyordum.

Elbette bunun bedelini bir yolla ödeyecektim ama aynı zamanda düzenli olarak kızının kanını çalıp bilgi karşılığında ödeme olarak bir vampyre’e verdiğim için, artık ondan korkmamın nafile olacağını biliyordum.

Eve ile onun odalarına girdiğimde fazla oyalanmadım. Oturma odalarının penceresine gidip camı açarak dışarı baktım.

Pencereye yeterince yakın bir ağaç vardı, bu yüzden kendime küçük bir moral konuşması yapıp pencerenin pervazının üzerine çömeldim.

Kurt adam reflekslerimin yeterince iyi olduğunu umarak derin bir nefes alıp ağaca doğru sıçradım.

Dalın etrafına tutunmayı başardım. İçinde ilk yardım çantası olan sırt çantam hâlâ sırtımda duruyordu. Rahat bir nefes aldım.

Daldan yukarı çıkıp, ağacın gövdesinden aşağı çimenli zemine doğru kaydım. Sonra motosikletimi sakladığım otoparka koştum.

Motosiklete atlayıp motoru çalıştırdıktan sonra otoparktan, şehirden ve nihayet ormandan hızla geçtim.

Kalbim alfamın emrine itaatsizlik ettiğim gerçeğiyle hızla atıyordu.

Ama her şeyden çok daha fazla önemsediğim şifacı yanım kararımda bana tamamen katılıyordu.

En çok da hâlâ sınırda savunmasız halde savaşanlar için korktuğumdan ve heyecanımdan nefes nefese kalmıştım.

Gabe ile Zavier’in neden savaşa katılmadığını merak ediyordum ama askeri bir deha olmadığımdan bunu çözebilmem mümkün değildi.

Ama generallerin, geri çekilip savaşın sonuçlarını düşünmek yerine doğrudan savaşçılarına liderlik etmesi gerektiğine inanıyordum.

Yirmi dakika sonra silah seslerini, patlamaları ve etraftaki hırıltıları duydum.

Savaş alanından dumanlar yükselirken, uzaklarda ateşlerin saçtığı ışık parlıyordu. Alan cehenneme dönmüştü ve bu hiç hoşuma gitmemişti. Hem de hiç.

Motosikletimi durdurup üzerinden inerek yere atladım. Alana doğru yürürken, ateş edilmeden önce bağırışlar duydum.

Kalp atışlarım hızlanınca sertçe yutkundum. Önceden gözlerimin önünde herhangi bir ölüme tanıklık etmemiştim ama içimden bir his bunun yakında değişeceğini söylüyordu.

Zeminden daha farklı bir yüzeye bastığımda, yerde ne gördüğümü ilk bakışta anlayamadım.

Sonra onun birkaç yerinden kanların aktığı Miles olduğunu gördüm.

Gözlerini gökyüzüne dikmiş öylece yatıyordu.

Boğazım düğümlendi. “Miles,” diye fısıldayıp onun yanına çökerek ilk yardım çantamı karıştırdım.

Beni duymamış gibi dönüp bana bakmadı bile. Yaşlarla dolan gözleriyle, “Chloe beni bekliyor,” dedi usulca, “O yukarıda beni bekliyor. Onu görmek istiyorum.”

Gövdesini iyileştirmeye başlarken, “Chloe’nin yanına şimdilik gitmiyorsun,” dedim sertçe. “Yaşamak için hâlâ bir şansın var ve bunu boşa harcamana müsaade etmeyeceğim.”

Karşılığında hiçbir şey söylemese de cevabını gözlerinde görebiliyordum.

Onunla çiftleşemeden ölen Chloe’den beri, ki şu anda hayatta olmasının tek nedeni buydu, Miles keder ve üzüntüye gömülmüş vaziyetteydi.

Miles, Gabriel’in danışmanıydı ve Gabe ona göz kulak oluyordu.

Durup onun elektrik mavisi gözlerine baktığımda, hayatını nasıl yaşamayı seçerse seçsin, onu asla doyasıya yaşayamayacağını biliyordum.

O ölmek istiyordu.

Ama ben onun ölmesine izin vermek istemiyordum.

İyileştirme enerjimi ellerimde toplayıp ona aktararak, tekrar eskisi kadar iyi olduğundan emin olurken hırladım.

Tüm yaralarının kapanması yaklaşık on dakikamı aldıktan sonra vücudunda yalnızca dizleriyle dirseklerinde morluklar kalmıştı.

İşim bittiğinde öfkeli gözleriyle bana baktı. “Senden nefret ediyorum.”

Ayağa kalkarken ifadesiz bir tonda, “Ben de seni seviyorum,” dedim. “Savaştan uzak dur Miles ve ulaşabildiğin her türlü desteği alana çağır. Gerekirse Doğu Yakası Sürüsü’nü çağır.”

“Sen benim alfam değilsin. Özellikle de savaş alanında emir veremezdin,” diye hırladı.

“Kapa çeneni,” diye karşılık verip devam ettim. “Gabe şu anda bununla ilgili bir şey yapamayacak kadar aptal, bu yüzden birinin ~sorumluluğu üstlenmesi gerekiyor. Dediğimi yap.”

Gabe’in kendi başına destek bulmaya çalıştığından, hatta savaşa katılmaya hazırlandığından eminken onu küçümsemem aslında adil değildi.

Ama Miles kendini kaybetmiş ve acı çekiyor gibiydi. Ama bireysel düşünmemesi gerektiğini ona hatırlatmam gerekiyordu.

Gabriel'in ona ihtiyacı vardı. Zavier'in bile ona ihtiyacı vardı. Benim de ona ihtiyacım vardı. Sürünün ona ihtiyacı vardı.

Eşini kaybetmesi ne denli zor olursa olsun, onun yaşamından vazgeçmesine izin veremezdik.

Miles'ı orada bırakıp alanda daha fazla yaralı asker olup olmadığına bakmak üzere aramaya çıktım. Düşmanın askeri düzende istikrarlı bir şekilde hareket ettiğini görebiliyordum, hepsi koyu renkli pelerinler ve maskeler takıyordu.

Teçhizatları ağır silahlardan oluşuyordu; baktığımda ellerinde bir M16, bir Uzi ve en fenası bir Bazuka olduğunu fark ettim.

Dağınık halde nöbetçi askerlerimize saldıran bazı Avcılar vardı.

Sayıca az olmasak da onlarla aynı silahlara sahip olmadığımız açıktı.

Kurt adamlar çoğunlukla insanüstü güçlerine güvendiğinden, onların silahlarla pek işi olmazdı.

Ama bu sefer, insanüstü güçlerimiz galip gelmemiz için yeterli olmayacaktı.

Derin bir nefes alıp görünmeden ilerlemeye özen gösterirken, düşmandan saklanarak yerde yaralanmış askerleri aramaya devam ettim.

Sonra kalbimi yerinden oynatan bir şey gördüm.

Bir Avcı savaş safını bozup silahını önündeki birine doğrultmak için kaldırdı. Kim olduğunu anlamak için başımı çevirdiğim anda mideme kramp girdi.

Bu Shade idi. Avcı, yerde yatan Shade’e doğrudan nişan almıştı.

Onu çok iyi tanımıyordum ama diğerlerinin de tanıdığını sanmıyordum.

Daphne bana ekibin bir parçası olmasına rağmen kimseyle yakın olmadığını söylemişti. Onu ekibe alan Rafe’le bile.

Shade'le öncesinde taş çatlasın bir iki kelime konuşmuştuk, yani yakın değildik.

Yine de, ölümünün karşısında durmasıyla ya da yerde öylece yatıyor olmasıyla ilgili bir şey beni derinden sarstı.

Shade'in öldüğünü görmek istemiyordum.

İnanılmaz ilkel bir içgüdü beni harekete geçirdi.

Avcı yerde kıpırdamadan yatan, ağır ağır nefes alan ve yaralanmış olan Shade’in üzerine tetiği çekmek üzereydi.

Ona doğru atıldığım anda kurt formuma dönüştüm.

Bedenimdeki tüm uzuvlarım uzadı. Sırtım yeni şeklime uyum sağlayacak şekilde bükülürken, derimden tüylerim çıktı. Sonrasında bildiğim tek şey, içimdeki her şeyle Avcı’yı pençelediğimdi.

Diğer Avcılar diğer askerlerle bir savaşın ortasındayken, onlara küfrederek ateş edip yumruklarını askerlere savuruyordu.

Bu yüzden altımda hayatıyla cebelleşen Avcı’yı parçalarken kimse beni fark etmedi.

Kurt dişlerimi Avcı'nın boğazına geçirip kısa bir sürede damarını yırtarak dişlerimi gırtlağında kapattım.

Sonra üzerinden atlayıp insan formuma dönerken, çırılçıplak halde Shade’in olduğu yere gittim.

Hiç düşünmeden, dönüşürken yere düşen sırt çantamı yakınımda bir yerden kaptım. Bandaj bulmak için içini karıştırdım.

Çoğunu Miles’ın üzerinde kullandığımdan yalnızca iki bandajım kalmıştı.

Yırtılmış kıyafetleriyle öylece yatan, gözleri kapalı Shade’in yanına doğru giderken, “Siktir,” diye hırladım.

Gömleği lime lime olmuşken, kot pantolonunda delikler açılmıştı. Ortaya çıkan kaslarını düşünmemek için kendimi zorlasam da bunu yapmakta zorlandım.

Herhangi bir kadın, Shade’in gördüğü en yakışıklı erkek olduğunu rahatlıkla söyleyebilirdi.

Ve haksız da sayılmazdı.

Genelden daha uzun açık kahverengi saçları ve hipnotize edici yeşil gözleriyle, yeryüzündeki en ateşli erkeklerden biriydi.

Güçlü, kare bir çenesi ve çıkık, zarif elmacık kemikleri vardı. Uzun ve zayıf vücudu sıkı, güçlü kaslarla sarılmıştı.

Muhtemelen Akdeniz kökenli olduğunu gösteren pürüzsüz bronz bir teni vardı.

Kaslı göğsü ortada öylece sergileniyordu. Bir savaş alanının ortasında bile, yakışıklı oluşunun hakkı verilmesi gereken biriydi.

Shade, onu tanıdığım kadarıyla asla üstsüz dolaşmazdı.

O anda karnının ortasına isabet eden bir kurşun yarasından kanaması olduğunu fark ettim. Küfredip bandajları bir kenara attım.

Üzerine çıkıp ellerimi yaranın iki yanına sabitlerken, “Shade,” dedim usulca. “Kurşunu çıkaracağım ve sen de bana izin vereceksin.”

Sesimi duyunca kıpırdandı. Gözleri hâlâ kapalıydı. “Luxford?” dedi zorlukla.

Rahatlayarak gülümsedim. Hâlâ beni duyup bana cevap verebilecek kadar bilinci yerindeydi.

“Diğer Luxford,” diye karşılık verdim. Daphne ile seslerimiz benzerdi.

“Şimdi dediğimi yap. Üçe kadar saydığımda nefesini tutmanı istiyorum. Kurşunun bir akciğeri delmediğinden emin olmalıyım. Tamam mı?”

Başını kısaca salladığında ben de üçe kadar saydım. Yarasının etrafını ellerimle sıkarken vücudunun gerildiğini hissettim.

Kurşun yarasından kan sızarken dişlerini sıktığını görebiliyordum. Yüzümü buruşturdum. Bu canını fazlasıyla yakmış olmalıydı.

Ama büyüm işe yaramıyordu. Kurşun çok derindeydi.

“Nefes ver,” diye emrettiğimde nefesini verdi. “Kurşun bu işe yaramayacak kadar derinde. Akciğere isabet ettiğini sanmıyorum ama risk de almak istemiyorum.”

Ona baktım. “Şimdi iç yaralarını iyileştirip en azından hareket edebilmen için onları kapatacağım. Sonra seni Sürü Evi’ne geri götürüp kurşunu çıkarmak için ameliyat edeceğim. Anlaştık mı?”

Shade cevap vermeyip sadece hafifçe başını salladı.

Endişeli olsam da elimdeki göreve odaklanmak zorundaydım.

Bu, normal şartlardan daha fazla iyileştirme enerjisi gerektirecekti. Hayat kurtaracak miktarda enerjiye ihtiyacım vardı.

Ama birkaç saattir iyileştirme gücümü kullandığım için, olağanüstü yoğunluktaki büyü gücümün bile önünde sonunda tükeneceğini hissediyordum.

Ama bunun için endişelenecek zamanım yoktu.

Ellerimi kurşun yarasının üzerine koyarak gözlerimi kapatıp, içimdeki özümden iyileştirme büyümü çekmeye odaklandım.

Teorik olarak özüm, midemin derinliklerindeydi. Ne zaman daha büyük yaraları iyileştirmek için özümden güç çeksem, midemin huzursuzlukla sıkıştığını hissedebiliyordum.

Yine de önemi yoktu. Shade'in durumu oldukça vahimdi.

Özümden gücümü çekerken, büyünün kanımda dolaşıp kollarımdan avuçlarıma doğru akarken elektriklendiğini hissettim.

Sonra büyüyü serbest bıraktığımda büyü işini yapıp iç kanamayı tedavi ederek, yüzeysel olsun ya da olmasın tüm yaralarını tespit etti.

Morluklarla, Shade’in vücudundaki bazı küçük kırık kemikleri iyileştirdi.

Bu, bitkin düşmeme neden olacak raddede yoğun bir büyü uygulamasıydı ama Milenyumun Gaması Shade’i iyileştirebilirsem, o bu savaşa bir son verebilirdi.

Hepsini alt edemese bile yardım güçleri gelene kadar onları oyalayabilecek kadar güçlüydü.

Ayrıca Zack sağ salim buralarda bir yerdeyse, ikisi bir olup onları buldozer gibi ezebilirdi. En azından ben böyle umuyordum.

İyileştirme büyüsüne devam ettim. Shade çok fazla yara almıştı ve iyileştirme sürecim bana bunun yalnızca bu savaştan kaynaklanmadığını söylüyordu.

Tamamen iyileştiğinde, büyüm vücudunun etrafından dolaşarak yüzüstü yatarken sırtına ulaştı.

Sırtında, büyümle hissedebildiğim ama daha öncesinde hiç görmediğim yara izleri vardı. Büyüm yaraları iyileştirmeye çalıştı.

“Onları iyileştirme Luxford. “

Kısık ama tok sesiyle beni tehdit ediyor, uyarıyordu.

Sonra ellerini sırtımda hissettiğimde hâlâ onun üzerinde olduğumu fark ettim.

Dönmek için çabalarken, hâlâ içinde olan kurşuna rağmen tamamen iyileşmiş gibiydi.

Daha kısık bir sesle konuşurken, daha tehlikeli bir hal almış sesiyle, “Büyüyü kes, Luxford,” dedi.

Ürperip gözlerimi açmayı ve büyüyü durdurmayı reddettim.

Shade, “Zaten çok yoruldun. Onları iyileştirmek seni bayıltır. Büyülü özünle bağlantını kesip gözlerini aç,” dedi.

Otoriter sesi o anda duymaya ihtiyacım olan şeydi.

İç çekip büyümü durdurarak onu özüme geri ettim, sonra onun çıplak göğsüne doğru yığıldığımı hissettim.

Ben de hâlâ çıplaktım ve tamamen tükenmiş halde olmasaydım, uygunsuz pozisyonumuzdan utanabilirdim.

Donup kaldıktan sonra sertçe, “Gözlerini aç Luxford. Bilincini kaybetme. Seni Sürü Evi’ne geri götürebilmem için ayakta durman gerekiyor.”

Daha önce hiç bu kadar çok konuştuğunu duymamıştım. Shade oldukça az konuşan bir adamdı.

Neredeyse anlaşılmaz bir tonda, “Konuşuyorsun,” diye mırıldandım.

Yorgunluk beni mahvetmişti. “Çok fazla konuşuyorsun…”

“Luxford…” diyerek lafa girdi.

Sözünü kestim. “Bana tuhaf bir yabancıymışım gibi Luxford diye hitap etme,” diye mırıldandım.

Tüm gücümü kullanarak göğsünün üzerinden kendimi itip doğrulmayı başardım.

Gözlerimi açtım. “Benim bir adım var. Daisy olduğunu biliyorsun…” Anında durdum.

Shade’in gözlerine kilitlenince, gözlerim fal taşı gibi açıldı.

Şok olmuş gibi görünüyordu. Gözlerim onun büyüleyici gözbebeklerine takıldığı anda içimde bir şey kopuverdi.

Hem de çok önemli bir şey.

Savaş etrafımızda şiddetlenirken, Shade ile birbirimizin gözlerinin içine baktık.

Hâlâ tamamen çıplak halde onun kucağında oturuyordum. O ise tamamen hareketsizdi.

Farkındalığın ikimize de neredeyse aynı anda vurduğunu hissettik.

Eşim...

O benim eşim...

Benim...

Bu olamazdı.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok