
İki gün. Pek rahat diyemeyeceğim koşullarda seyahat edip uyuyarak geçirdiğim iki lanet gün.
Kömür siyahı BMW M850i arabam artık içinde yaşıyormuşum gibi görünüyor ama kıymetli eşyalarımın hepsi burada. Hayatımın son on iki yılında Kaliforniya’da yaşayıp Los Angeles’ın en büyük hukuk firmasında çalıştım.
Çalışmaktan keyif aldım, hukuktan keyif aldım ama bir şeyler hep ters geldi. Siz hiç böyle hissetmediniz mi? Bir şeyler ters gibi… Sanki sizi bekleyen bir şey varmış ama ne olduğunu bilmiyormuşsunuz gibi. Sanki daha fazlasını arayıp istiyorsunuz da sahip olduğunuz hayat zaten iyi olduğu için kendinizi suçlu hissediyorsunuz gibi.
Ben neyi kaçırdığımı, neyi aradığımı anlayamadan bir telefon aldım. Büyükannem aniden kalp krizinden ölmüştü. Büyükbabam onu bahçede bulmuştu. Ölmeden önce budama yapıyormuş.
Büyükannem ve büyükbabam beni Colorado Springs’in yaklaşık otuz dakika dışındaki Kara Orman adlı küçük bir Colorado kasabasında büyüttüler. Ailem evlatlık olduğumu benden hiç saklamamıştı.
Annem, beni görür görmez onlarla birlikte olmam gerektiğini, kaderinde annem olacağının yazıldığını söylemişti. Üç yaşındayken elbette itiraz etmedim. Hatta o yaşa dair bir şey hatırladığım söylenemezdi.
Ailemi çok ama çok seviyordum. Babam beyin cerrahı, annem ise bir avukattı, yani onun izinden gitmiştim. Ne var ki ben on iki yaşındayken bir araba kazasında öldüler. Sonrasında büyükannem ve büyükbabam beni yanlarına aldılar.
Bana yüklü bir miras kaldığı için hayatımın geri kalanında hiçbir şeye ihtiyaç duymayacaktım. Yine de kendim için daha fazlasını istiyordum, bu da evde kalma arzumun önüne geçti. Hayattan paradan daha fazlasını istiyordum. Colorado’dan ayrılıp Kaliforniya Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdim. Daha sonra Los Angeles’ta bir hukuk firmasında yükseldim.
Ama artık eve dönmeliydim.
Büyükbabam çok üzgündü. Ben çok üzgündüm. Büyükannem ve benim geçen Noel’de turta yaparken çekilmiş fotoğrafımızı düşündüm; her tarafımız un içinde, aptal gibi sırıttığımız fotoğraf.
Yüzüme düşen gözyaşlarını sildim.
Eve gidiyordum. Vakit gelmişti. İstifamı verip evimi tamamen boşalttım. Şimdiye kadar uzun bir yol kat etmiştim, daha da edecektim.
Kahvaltı için bir lokantada durdum. Daha önce büyükannem ve büyükbabamı ziyarete gittiğimde de bu lokantaya uğramıştım. Fransız usulü tostları aşırı lezzetliydi. Ayrıca bugüne kadar içtiğim en iyi kahveyi de burası yapıyordu. İkinci fincanı da bitirip ne olur ne olmaz tuvalete gittikten sonra, eve dönüş yolculuğumun son ayağını bitirmeye hazırdım.
Ev kelimesini ne söylerken ne de düşünürken rahat olacağımı tahmin edebilirdim ama gelin görün ki bir şekilde Kara Orman’a yaklaştıkça daha sakinleşmiş hissediyordum.
Garip, değil mi? Uzun bir tatile çıktıktan sonra nihayet eve döndüğünüzdeki gibi. İçeri girip derin bir nefes aldığınızda evde olmanın ne kadar güzel olduğunu fark edersiniz. Açılması gereken tüm bavullar ve yapılması gereken işler bir kenara: Tek ihtiyacınız olan gevşeyip evin sessizliğinin ve rahatlığının tadını çıkarmaktır.
Tanrım, bana neler oluyor? Sanırım araba yolculuğu beni yordu.
Bazen iyi bazen kötü şeyler olsa da her zaman vücudunuzun size söylediklerine kulak vermelisiniz. Bana sık sık vücudun beyinden daha iyi bildiğini söylerdi.
Beyin düşünür, beden ise duyguları deneyimler. Kişi bu duyguları dinlemelidir çünkü beyin, sizi başınıza gelebilecek en iyi şeylerden vazgeçirebilir ya da tehlikeye sürükleyebilir.
Büyükannem bedenimi ve duygularımı dinlemeyi öğrenmem gerektiğini söylemişti.
Onu hatırladıkça gözlerim yaşlarla doldu.
Nihayet kasabayı gördüm. Pek değişmemişti. İşyerleri yenilenmiş ve ana caddenin sonuna bir park eklenmişti.
Duvarlara tırmanıp parkta oynayan çok sayıda çocuk gördüm. Yan taraftaki çim alanda bir açık hava yoga dersi vardı.
İnsanların arabama baktığını fark ettim. Kim olduğumu bilmek istiyorlardı ama herkes dost canlısıydı. Her köşeden birisi çıkıp gözlerinde merakla bana el sallıyordu: Kasabaya yeni gelen kimdi?
Eh, bilin bakalım ben kimim? Ben yeni biri değilim. Ben evine dönen eski biriyim.
Yine o kelime. Ev.
Camımı açıp dağların, ağaçların ve okyanus dışındaki her şeyin berrak havasını içime çektim. Temiz hava ciğerlerimi güzelce doldurdu.
Eskiden büyükannem ve büyükbabamla yaşadığım yer şehrin çok dışında değildi. Çok sakin bir gölün yanında büyük bir arazide yer alan büyük bir evdi. Anne babamı kaybettikten sonra sık sık göl kenarında oturmaya başladım.
Orada o kadar sık otururdum ki büyükbabam daha rahat edebilmem için etrafına banklar yerleştirmişti. Gölden gelen esintiye bayılırdım. Orada gözlerimi kapatıp otururken, kötü bir şey olmamış, her şey normalmiş gibi davranırdım. Ta ki artık gerçeği görmezden gelemeyene kadar.
Büyükannem ve büyükbabam beni yetiştirmek için ellerinden geleni yaptılar ama ben fırsat bulur bulmaz evden ayrıldım. Anıları geride bıraktım; Kara Orman’ı geride bıraktım.
Tıpkı veda ettiğim günkü gibi görünen eve giden yola saptım. Kalp atışlarımın biraz hızlandığını hissettim. Bunca yıldır ara sıra yaptığım kısa ziyaretler dışında buraya hiç gelmediğim için gergindim.
Ziyarete geldiğimde bile kimse burada olduğumu bilmezdi. Dışarı çıkıp insanları görecek kadar uzun kalmazdım. Muhtemelen yıllar önce buradan ayrıldığımı ve bugüne kadar hiç dönmediğimi düşünüyorlardı.
Park edip arabadan inerek biraz sırtımı esnetip bacaklarımdaki uyuşukluk hissinden kurtulmaya çalıştım. Büyüdüğüm eve baktım. Siyah panjurlu, beyaz badanalı evin pencerelerinin altında çiçek saksıları asılıydı.
Büyükannemin güneş batana kadar dışarıda kalıp aşk romanlarını okuyarak salıncağında sallandığı kocaman bir sundurması da vardı.
Büyükbabam burada oturuyordu. Bana bakıp elini kalbine götürdü. “Yanlış mı görüyorum, yoksa dünyanın en güzel torunu sonunda evine mi döndü?”
Kocaman gülümsedim. Şimdiye kadar onun sesini duymayı ne kadar özlediğimi fark etmemiştim.
“Yanlış mı görüyorum, yoksa dünyanın en iyi dedesi karşımda saçmalıyor mu?”
Kısaca kıkırdadığını duydum. Büyükannemin ölümüyle başa çıkmakta zorlanıyordu. Bunu görebiliyordum. Ayağa kalkıp beni kollarının arasına aldı.
“Sen her zaman açık ve net oldun, hataya yer bırakmayacak kadar gerçekçiydin. Kim olduğunu asla değiştirme Bexley.”
“Seni özledim büyükbaba.”
“Ben de seni Bex.”
“Pek iyi görünmüyorsun büyükbaba. Zor olduğunu biliyorum ama artık buradayım. Bunu birlikte atlatacağız.”
“Ben yaşlı bir adamım Bex. Yarının ya da bir sonraki dakikanın ne getireceğini asla bilemezsin.”
Ön kapının açıldığını duydum. Biri boğazını temizledi. Burada başka birisi daha vardı. Arkamı döndüğümde evin önünde büyükbabama ait olmayan bir kamyonet gördüm.
“Ah, Treyton. Birbirinizi hatırladığınızdan emin değilim. Sizi tekrar tanıştırayım. Bexley, bu Treyton. Treyton, bu da benim Bexley’m. Birlikte büyüdünüz ama belki de birbirinizi hatırlayamayacak kadar küçüktünüz.”
Bu adam, Treyton, kesinlikle muhteşem biriydi. Uzun saçlı ve topuzlu erkeklerin hiçbir zaman büyük hayranı olmadım çünkü çoğu beceremiyor ama Treyton, lanet olsun, bu saç ona çok yakışıyordu. Koyu kahverengi saçları vardı. Biçimli çenesi yaklaşık üç günlük gibi görünen bir sakalla kaplıydı.
Kahretsin, dövmeli ve topuzlu bir erkeğin beni bu kadar heyecanlandıracağını tahmin etmezdim.
Onda tüylerimi ürperten bir şey vardı. Bize doğru yürüyüşünü izledim. Neredeyse kristal berraklığındaki yeşil gözlerine baktığımda aniden durup kaldı. O da bana bakıyordu.
Büyükbabam kıkırdayıp, “Sana söylemiştim evlat,” gibi bir şey diyerek Treyton’ı içinde bulunduğu trans hâlinden çıkardı.
Treyton boğazını temizleyip bana doğru son birkaç adım atarak tokalaşmak için elini uzattı.
“Merhaba Bexley, geri dönmene sevindim.”
Eline dokunur dokunmaz elektrik çarpmasıyla birden geri çekildim.
“Affedersin Treyton. Bunu beklemiyordum.”
Treyton sırıttı.
“Ben bekliyordum.”
Ne demek istemişti?