Holly Prange
Kitap 1: Alfa Ethan
SCARLET
Bir zamanlar St. Louis olarak bilinen şehirden geride kalanlara bakıyordum. Eski şehir merkezinden geriye kalan kararmış harabelerin üzerinde, artık yeni bir şehir filizlenmeye başlıyordu.
Sarmaşıklarla ağaçlar terk edilmiş yapılara egemen olmaya başlarken ufukta yıkık dökük binaların oluşturduğu karamsar manzaradan başka bir şey seçilmiyordu.
Kemer, Yeni Ay Şehri’nin mavi sarı ışıklarıyla aydınlanmış bir şekilde dimdik ayakta duruyor gibi görünse de sol üst kısmında dev bir parça eksikti.
Keşke yok edilmeden önce zirvesine çıkma şansım olsaydı. Yirmi yıl önce, Büyük Doğaüstü Savaş sırasında yok edilmeden önce şehrin görmek istediğim pek çok yeri vardı. Bu trajik olay esnasında ben sadece üç yaşındaydım.
Eski binalardan birinin çatısında, uzaklaşıp biraz huzur bulmak istediğimde gitmeyi en sevdiğim yerde oturuyordum.
Oturduğum yerden eski şehir merkezini bütünüyle görebiliyordum. Bana kalırsa, savaştan sonra inşa edilen modern gökdelenler manzarayı kirletiyordu.
En göze çarpan bina tüm binaların ortasında bulunan ve diğerlerinden birkaç kat daha yüksek olandı. Binanın sahibi bu toprakların en korkulan alfası, Yeni Ay Sürüsü'nün lideri Ethan Kane’di.
Alfa Kane, iki erkek kardeşi, betası ve yaklaşık elli teğmeninin yardımıyla şehri âdeta demir yumrukla yönetiyordu. Kendisinden önceki lider, babası Seth Kane, savaş sırasında şehri kazanan alfaydı.
Acımasız olduğu, iktidara giden yolda önüne çıkan herkesi öldürebileceği söylenirdi. Bu mirasını çocuklarına bırakmış olmalı, aileye karşı gelen herkesin öleceği, bu iktidarın ardında yatan temel prensip gibiydi.
İçimdeki kurt temiz havayı içime çekerken, “Koşuya çıkmak istiyorum,” diye yalvarmaya başladı.
Güneş batmak üzereydi, açık mavi gökyüzü yavaş yavaş çivit mavisine dönüyordu.
“Şimdi olmaz. Gidip yemek servisine yardım etmeliyiz.” Ona hayal kırıklığı içinde cevap verdim. Aslında bir koşu iyi olurdu. Kurdumu özgür bırakmayalı uzun zaman olmuştu.
“Yemekten sonra gidelim mi?”
Kararlı duruşu beni gülümsetti. “Göreceğiz.”
Oturduğum yerde doğruldum, ilerleyip birkaç binanın çatısından atladıktan sonra başka bir binaya indim. Çatı kapısını açıp aceleyle alt kata, doğrudan endüstriyel mutfağa girdim.
Uzun beyaz önlüklerden birini alıp aceleyle giymeye çalışırken Jo, “Bunca zamandır neredeydin, Lettie?” diye sordu.
“Ah, bilirsin işte... Her zamanki yerler,” deyip muzip bir gülümsemeyle ona baktım. Bunun üzerine gözlerini devirmesi işten bile değildi.
Adım Scarlet olmasına rağmen Jo bana taktığı lakabı kullanmakta ısrarcıydı. Altmışlı yaşlarında, buna rağmen çivi gibi sağlam ve sert bir kadın olan Jo, aile diyebileceğim tek kişiydi.
Beni savaştan sonra, Bela dolaylarında dolaşıp yiyecek artıkları ararken bulmuştu. Bela, eskiden Doğu St. Louis olan bölgeye savaş sonrası verilen isimdi. Bütün sürüsüz kurtlar bu bölgede yaşıyorlardı.
Kendi sürüsünü kaybeden bir kurt için yeni bir sürü bulmak kolay değildi. Bu nedenle sürüsüz kurtlar arasında yaşıyordum.
Sadece sürümü kaybetmekle kalmamış, Jo beni bulduğunda ailemi de henüz kaybetmiştim. Bela’ya geldikten kısa bir süre sonra bir haydut saldırısında öldürülmüşlerdi.
“Geç kaldınız küçük hanım. Bir sürü aç kurt burayı doldurmadan acele et de şu ekmekleri dışarı çıkar,” dedikten sonra tezgâhın üzerinde duran birkaç ekmek sepetini işaret etti.
Ona gülümseyip başımı salladıktan sonra önlüğümü bağladım, birkaç sepet dolusu ekmek alıp dışarı çıktım. Kendi küçük topluluğumuzu yaratmıştık. Gösterişli bir hayatımız yoktu ama her şeye rağmen burası bizim evimizdi.
Yemek salonuna ulaştığımda, yüzlerce kurt birbirleriyle konuşup şakalaşıyordu. Ortamı neşeli gürültüler dolduruyordu. Ekmekleri yemeklerin servis edileceği masalara götürdükten sonra çorba dolu büyük tencerelerden birinin yanında yerimi aldım.
Yemekleri dağıtmaya başladığımda sıra saniyeler içinde uzadı.
Bay Meyer boş kâsesini bana uzatırken gülümseyip, “Bugün nasılsın Scarlet?” diye sordu.
“Gayet iyiyim. Sen nasılsın?”
Sırada ilerlemeden, “Hâlâ nefes alıyorum, bu yüzden şikayet edemem,” dediğinde birlikte kıkırdadık.
Sıra Annie adında küçük kıza geldiğinde, “Bugün ne çorbası var?” diye sordu.
“Sebzeli biftek. Biraz ister misin?” diye sorup gülümsedim.
Annie her zaman servis edilen yemeği sorar, sonra da yanıtın pek ehemmiyeti yokmuş gibi davranırdı. Bir defa bile yemeği geri çevirdiğine rast gelmedim. Servis biter bitmez başını hızlıca sallayıp ilerlemeye devam etti.
Kısa sohbetlerle devam eden sırada her akşam yüzlerce sürüsüz kurt çorba ile ekmek almak üzere sıraya girerdi.
Bizlere liderlik edecek alfamız veya lunamız yoktu. Ne var ki, içimizden bazıları toplulukta karar almak, bir tehdit söz konusu olduğunda grup içi koordinasyonu sağlamaya yardımcı olmak gibi daha etkili roller üstleniyordu.
Tesadüf eseri ben de bu görevi üstlenenler arasına girmiştim. Daima aksiyonun içinde olmak, yardım etmek istiyordum. Bir gün bir haydut saldırısı sırasında iş başa düşünce liderliği ele almıştım. Her nasılsa diğer grup üyelerinin beni dinlemelerini sağlayabilmiştim. O zamandan beri önemli kararlar alınması gerektiğinde gruba ben de çağrılıyordum.
Onlara hizmet edip güvende olmalarında payım olduğunu bilmek bana muazzam keyif veriyordu. Bunun yanında kepçe tutabilecek yaşa geldiğimden beri barınakta çalışıyordum.
Burayı Jo işletiyordu. Şehirde ve çevresinde yaşayan kurtların çoğu bizlere vebalı muamelesi yaptıklarından iş bulmamız pek kolay sayılmazdı.
Neyse ki Jo, kasabanın yeterince dışında yaşayan bir kurt ailesi bulacak kadar şanslıydı. Aile, çiftlik işlerine yardım etmesi için onu işe almıştı. Çiftlikte işler bugünlerde oldukça iyi gidiyordu. Bol miktarda yiyecek vardı. Hatta ailenin ihtiyacından daha fazlaydı.
Jo, kazandığı parayla artakalan yiyeceği Bela'da yaşayan sürüsüz kurtların beslenme ile bakım ihtiyaçları için kullanıyordu. Onlara günde iki öğün yemek, barınacak yer ve battaniye sağlamak için elimizden geleni yapıyorduk.
Servis bittikten sonra kendi yemeğimi yemek adına oturduğumda göz ucuyla birinin yaklaştığını gördüm.
Kolunu omzuma dolayan kişi en iyi arkadaşım Will’di.
“Merhaba bebek! Bana da ayırdın mı?”
Gözlerimi devirdikten sonra fazladan kâseyi nazikçe iterken ona bakıp gülümsedim.
Kopardığı bir parça ekmeği çiğneyip kaşığına biraz çorba almaya hazırlanırken sırıtıp, “Nasıl oluyor da her zaman geç gelmeyi başarıyorsun?” diye sordum.
“Hadi Scar. Ben çok meşgul bir adamım.”
“Tabii öylesin! Affedersin, ne iş yapıyordun?”
“Bilirsin işte... Uyumak, yiyecek aramak oldukça zamanımı alıyor. Bu arada sana bir şey aldım,” dediğinde yüzünde ela gözlerinin heyecanla parlamasını sağlayan bir gülümseme belirdi.
Şaşkınlığımı gizleyemeden, “Sahiden mi?” diye sordum.
“Evet! İşte, bak!”
İçinde küçük bir nesne sakladığını tahmin ettiğim yumruğunu uzattı. Elimi uzattığımda tuttuğu nesneyi avucuma bıraktı. Gizemli nesne, dairesel bir elmasın asılı olduğu, narin, beyaz altın zincirli güzel bir kolyeydi.
“Aman Tanrım! Will! Bu muhteşem! Nereden buldun bunu? Lütfen çalmadığını söyle,” diye haykırdıktan sonra kolyeyi göğsüme bastırıp sorgular bakışlarımı Will’e yönelttim.
İçten bir kahkaha attıktan sonra, “Tabii ki çalmadım. Terk edilmiş bir dairede buldum. Beğendin mi?” dedi.
“Şaka mı yapıyorsun? Bayıldım!” Kollarımı ona dolayıp sıkıca sarıldığımda bir kez daha kıkırdamaya başladı.
“Güzel, bunu duyduğuma sevindim.”
Yemek boyunca Will ile sohbet ettik. Ardından dışarı çıkmak üzere ayağa kalktım.
Kurdum büyük bir heyecanla, “Koşmaya mı?” diye sorduğunda kendimi tutamayıp bu hâline gülümsedim.
“Koşacağız,” deyip onayladım.
Sokağı hızla koşup aşmaya başlarken sıçrayıp dönüştüm. Pençelerim çakıllara çarptıktan hemen sonra ormanlık alana yöneldim. Ağaç sınırına henüz ulaşmıştım ki Bela’nın derinliklerinden gelen çığlıkla hırıltı karışımı bir ses duydum.