
Hiç gülümsemeden gayet ciddi bir şekilde bana bakıyordu. Gergin bir şekilde tezgâhın etrafından dolaşırken tökezlememeye çalışıyordum. Nefesimi tutarak yanına oturdum.
Öne uzanıp tezgâhın diğer tarafından küçük bir tabak aldı ve tabağa biraz patates koyup hiçbir şey söylemeden tabağı önüme itti.
Önüne bakarken beni görmezden geliyor gibiydi. Ben dikkatlice bir patates alırken Jason tabağındaki soslu tarafı bana doğru yaklaştırdı.
“Teşekkür ederim,” diye fısıldadığımda hiçbir şey söylemeden sadece başını salladı. Kendimi çok garip hissediyordum. Beni mi deniyordu anlamıyordum ama istediği şeyi yapıp patatesleri yemeye başladım.
İşte o zaman ne kadar aç olduğumu fark ettim.
“Çok açmışsın,” dedi beni şaşırtarak.
Ona baktığımda işaret parmağıyla alt dudağına dokunduğunu gördüm. Dikkatle beni izliyordu. “Daha çok yemelisin,” dedi.
Yanaklarım kızarırken ona bakmamaya çalışıyordum. Beni bu kadar yakından izlerken ne yapacağımı bilemiyordum ama garip hissediyordum. Vücudum karıncalanıyordu. Bunun rahatsız edici olup olmadığından emin değildim.
Ayağa kalktığında ben de hızla ayağa kalktım. Bu şey her neyse ondan uzaklaşmak istiyordum. Cebinden biraz para çıkarıp bana yaklaştı.
Kibarca, “Jack sizden ücret almamı istemez Bay King,” derken başımı yere eğdim.
Hafifçe güldüğünü duydum. Ardından kulağıma doğru eğildi.
Sonrasında parayı koymak için önlüğümdeki cebi açtı. Eli kısa bir an karnıma değdiğinde daha çok kızarmama neden olmuştu.
Geri çekilerek kapıya yöneldi. Kapıyı açarken kafasını çevirip arkasına baktı.
“Teşekkür ederim. Bana eşlik ettiğin için,” dedi sessizce. Bunu söylerken sesi farklı çıkmıştı. Şüpheyle kaşlarımı çattım ama başka bir şey söylemeden çıkıp gitti.
Sersemlemiş gibiydim. Elimi cebime sokup bıraktığı yüz liralık bahşişi görünce şoke oldum. “Bu da ne?”
Parayı hızla cebime geri koyup kapıya koştum ve kapıyı açıp dışarıya çıktım.
Caddenin aşağısındaki Lion’ların barına doğru baktım. Jason bir sokak lambasının altında durmuş bana bakıyordu. Sigarasından son bir nefes çekip sigarayı sokağa attı ve hiçbir tepki göstermeden içeriye girdi.
“Hey! Burada ne yapıyorsun?” diye seslendi Alice arabasından. Geldiğini bile fark etmemiştim. Benim baktığım yöne bakıyordu.
“Lanet olsun. İki dakikaya geliyorum,” dedim dalgın bir şekilde. Hızla lokantaya geri dönüp eşyalarımı topladım ve ardından mekânı kapattım.
Alice eve sürerken ona olanları anlatmaya koyulmuştum.
Jason’dan bahsedene kadar tek kelime etmemişti ama onun adını duyunca endişeye kapıldığını görebiliyordum. Bir şey söylemiyordu. Sadece etrafı, aynaları kontrol ediyor, bu da beni endişelendiriyordu.
Güvenli bir şekilde eve vardığımızda Alice koridoru birkaç kez kontrol ettikten sonra kapıyı üç kez kilitledi ve doğruca mutfağa gidip bir şişe şarap aldı.
Ben tezgâha yürüyüp bir tabureye otururken Alice şarap doldurduğu iki kadehten birini bana verdi ve kendi içkisinden kocaman bir yudum aldı.
“Çok dikkatli olmalısın Mave. Onun kim olduğunu biliyorsun.”
Başını sallarken endişeli bir şekilde elimi tuttu. “Sana dokunmadı değil mi? Herhangi bir şeyini almadı?”
“Öyle düşünmemiştim,” derken kaşlarımı çatarak paraya baktım.
Alice tekrar başını sallarken elimi sıktı. “Sadece dikkatli ol Mave. Ve o parayı harcama. Hatta bir şekilde bu parayı ona geri vermenin bir yolunu bul. Bu adamlar gerçekten... Hayvanın teki.”
Usulca ona gülümserken elini sıktım. “Biliyorum. İyi olacağım. Sadece tek seferlik garip bir olaydı.”
Kaşını kaldırarak bana baktı. “Geçen haftaki Lion olayı için de aynısını söylemiştin.”
“Sorun yok. Hiçbir şey olmayacak,” diyerek onu geçiştirdim.
O gece soğuk yatağımda dönüp durmuş, bir türlü uyuyamamıştım.
Kabul etmek gerekirse Alice haklıydı. Benden bir şey almak yerine Jason’ın bana bir şey vermesi çok garipti, hem de öyle herhangi bir şey değil… Bana resmen yüz liralık bahşiş vermişti.
Ama ben kimdim ki bunu yargılayacaktım? Muhtemelen bana acıdığı için o bahşişi vermişti. Doğrusu çok açtım. Beni doyurması gerektiğini düşünmüş olmalıydı.
Gözlerimi kapatıp iç çekerken düşünmemeye çalıştım ama çalan alarmın sesiyle gözlerimi açıp inledim.
Yataktan kalkıp hızlıca işe hazırlanmaya başladım. Trixi’ye veya Jack’e olanları anlatmayı düşünmüyordum. Bu sadece Jack’in endişelenmesine neden olurdu. Trixi de beni orada tek başıma bıraktığı için kendini kötü hissederdi.
Alice beni işe bıraktıktan sonra gün benim için güzel başlamıştı. Trixi onu son gördüğümden beri çok daha sakindi. Yavru köpeği ameliyat olmuştu, durumu iyiydi.
Öğle yemeğinde Trixi tezgâhta çalışmaya devam ederken ben Jack’in boş ofisinde mola verdim. Salatamın yarısına geldiğimde Trixi bembeyaz bir suratla içeriye girdi.
“Tanrım! İyi misin?” diye sordum endişeyle.
“Şey... Bunu nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum... A-ama...” Sanki biri onu izliyormuş gibi omzunun üzerinden arkasına bakarken gerilmiştim.
“Trixi...”
“Bay King seni istiyor...” diye fısıldadı.
Ağzımdaki marulu yutarak, “N-ne?” dedim.
Başını sallarken endişeli görünüyordu.
“Özür dilerim... Yalan söyleyecektim ama seni içeriye girerken görmüş...”
Başımı sallarken önümdeki salatımı ittim. Şu anda hiçbir şey yiyemeyecek kadar gergindim. Öğle yemeğimi dolaba koyarken sessizce, “Teşekkür ederim Trixi,” dedim.
Ben yanından geçerken, “Çok üzgünüm...” diye fısıldadı. “Bir numaralı masa.”
Başımı sallayarak küçük koridora çıktım. Köşeyi dönerken nefes alamıyordum.
Durup derin bir nefes aldıktan sonra dört adet mönü kapıp Jason’ın ve üç diğer Lion’ın oturduğu pencere kenarındaki masaya doğru yürüdüm.
Mönüleri masaya koyarken gözlerim yerdeydi. Masanın altındaki çivili botları gördüğümde midem bulanmaya başladı.
Eğilerek geri kalan iki mönüyü masanın üzerine yerleştirirken o iğrenç, derinden gelen sesiyle, “Ah, işte geldi...” dedi.
Birden sert, nasırlı eliyle yine popoma vurdu ve bu sefer etimi sıkıp salladı. Bu pislik heriften böyle bir hareket beklediğim için bağırmamıştım ama canım çok yanıyordu. Popoma çok sert vurmuştu.
“Vay anasını,” dedi ben doğrulurken. Jason konuşana kadar eli popomda kaldı.
“Ellerini çek.”
Bu sözler karşısında başımı kaldırıp ona baktım ama Jason botlu adama bakıyordu.
“Hadi ama Jase. Onun da hoşuna gidiyor, gerçekten. Öyle değil mi tatlım?”
Cevap falan veremiyordum. Jason tekrar konuşmaya başladı. “Dediğimi anlamadın mı? Garsonu bırak ve lanet olası yemeğini sipariş et.”
“Tanrım, bugün hiç eğlenceli değilsin,” derken iri adam yavaşça elini popomdan çekti.
“Biftek. Sevdiğim gibi.” Jason doğrudan bana bakıyordu. Gözlerimin içine bakarken başımı sallayarak siparişini yazmaya başladım ama beni durdurdu. “Gerek yok. Sen pişireceksin.” Bu rica falan değildi. Düpedüz emirdi.
Sessizce başımı sallayıp diğerlerinin siparişlerini alırken Jason pencereden dışarıya baktı. Mönüleri toplamaya başlayıp Jason’ınkine uzandığım sırada birden elimi tuttu ve doğrudan bana baktı. “Sen sadece benimkini hazırla. Onlarınkini şef hazırlasın.”
“Tabii efendim,” dedim sessizce.
Mönüleri alıp kasaya döndüm. Tezgâhın yanından geçip mutfağa ilerlerken Trixi bana garip bir bakış atmıştı.
Bu arada ben de dün gece olduğu gibi brendi de dâhil olmak üzere, Jason’ın bifteğini pişirmek için ihtiyacım olan malzemeleri topluyordum. Şef bana garip bir şekilde baksa da beni sorguya çekmediği için şükrediyordum.
Yemekler hazır olduğunda şef Trixi’ye haber vermek için zile basmıştı. Trixi içeriye girip Jason’ın yemeğini hazırladığımı görünce kocaman gözlerle bana baktı.
“Mave, ne yapıyorsun sen?” diye fısıldadı.
Başımı sallayarak ona, “Sonra açıklarım,” diyen bir bakış attım ve ardından tabağın kenarını temizlemeye devam ettim. Trixi diğerlerinin yemekleriyle mutfaktan çıkarken ben de elimde Jason’ın siparişiyle onu takip ediyordum.
Trixi tam masadan ayrılacağı sırada Trixi’nin etrafından dolaşıp Jason’ın yemeğini nazikçe önüne koydum. Hemen bir patates alıp sosa batırdı ve sanki bir şey bekliyormuş gibi bana baktı.
Garip bir şekilde ağzımı açarken diğer müşterilerin bana baktığını hissedebiliyordum. Jason bana bakarken elindeki patatesi ağzıma yaklaştırdı.
Masanın altından çıplak bacağıma değen parmaklarını hissettiğimde neredeyse yerimden zıplayacaktım.