
On beş yıllık eşim mutfakta gözden kaybolurken olduğum yerde çakılıp kalmıştım. Hastalığımdan bıktığını ve beni artık çekici bulmadığını biliyordum ama bu kadarını beklemiyordum. Merdivenlerde bir gıcırtı duyduğumda ne yapacağımı şaşırdım. Başımı kaldırıp baktığımda Nena’nın gözlerinin yaşlarla dolduğunu gördüm.
“İyi misin anne?”
Hemen yanına koşup ona sımsıkı sarıldım. “Baban sadece işten dolayı stresli. Öyle demek istememiştir.”
Nena üzgün gözlerle bana baktı. “Hayır anne, niyeti gayet belliydi. Bugün telefonda senin hakkında konuştuğunu duydum.”
O an sanki yüreğime bir hançer saplanmıştı. Bart’ın hastalığım ve görünüşümün değişmesi konusunda zorlandığını biliyordum ama durumun bu kadar kötü olduğunu fark etmemiştim.
Nena’nın yüzünü nazikçe ellerimin arasına alıp alnından öptüm. “Dert etme canım. Anneannene yarın onda kalıp kalamayacağını soracağım. Eğer işi varsa, ki sanmıyorum, benimle hastaneye gelirsin.”
Nena kaşını kaldırarak, “Evde tek başıma kalabilirim. On üç yaşındayım anne. Artık çocuk değilim. Bir gece yalnız kalsam bir şey olmaz,” diye karşı çıktı.
Gülümseyerek burnunun ucuna küçük bir öpücük kondurdum. “Evet ama ben aynı fikirde değilim tatlım. Hadi bakalım, yatağa!”
Nena’nın kapısının sessizce kapandığını duyana kadar bekledim, sonra içim içimi yiyerek arabaya doğru yürüdüm.
Başım zonkluyordu, sanki kafamı defalarca bir duvara vurmuşlardı. Karanlıkta el yordamıyla hemşire çağırma düğmesini aradım, bulamayınca sinirle küfürler savurdum. Acilen ağrı kesiciye ihtiyacım vardı. Sonunda küçük düğmeyi bulup bastım ve birinin tez zamanda gelmesi için içimden dua ettim.
Baş ağrımı körüklememek için yüzümü yavaşça pencereye çevirdim. Dışarısı zifiri karanlıktı ama yine de saatin kaç olduğunu merak ettim.
Kapının açıldığını duydum ve kim olduğunu görmek için başımı hızla çevirdim. Kafamın bir ucundan diğerine keskin bir sancı yayıldı. Gözlerimi sıkıca yumdum ve ağrının dinmesini bekledim.
Derken alnımda soğuk bir el hissettim. Gözlerimi yavaş açtığımda küçük baykuşumun başımda dikildiğini gördüm ve rahat bir nefes aldım. Ona gülümsemeye çalışsam da durumum buna elvermiyordu.
“Selam Edward. Beni mi çağırdın?” diye sordu yüzümü inceleyerek. “Çok mu ağrın var?” Alex’in sesi endişeli geliyordu, normalde bundan hoşlanmazdım ama söz konusu o olduğu için sorun değildi.
Yavaşça başımı sallayarak, “Evet. Dayanılacak gibi değil,” dedim. Zayıf görünmek umurumda değildi. Daha önce çok acı çekmiştim –kırık kaburgalar, bacaklar, hatta kafatası– ama bu hepsinden beterdi.
Alex başını sallayarak, “Anlıyorum. Sana bir şeyler getireceğim. Hemen dönerim,” dedi ve odadan çıktı.
Çabucak geri döndü. Hapları almak için elimi uzattım ama o başını sallayıp üzerimi açtı ve bacağımı dışarı çıkardı. “Bu daha çabuk etki edecek,” dedi, bacağıma iğne yaparken. İşini bitirip üzerimi tekrar örttükten sonra yatağın kenarına oturdu.
“Doktorla konuştun mu?” diye sordu. Yüzündeki ciddi ifade çok tatlıydı, hafifçe gülümsemeden edemedim.
“Evet, konuştum. Öğleden sonra geldi ama ne dediğini pek hatırlamıyorum.” Omuz silkip gece meleğime mahcup bir bakış attım.
Hafifçe sırıtarak, “Anladım, muhtemelen hâlâ anestezi yüzünden sersemsin. Başını ani hareket ettirmemeye dikkat et. Ha bir de tuvalete tek başına gidemezsin ve iki gün duş alamazsın.” Tuvalet dedikten sonra nasıl baktığımı görünce iyice kahkahayı bastı.
“Endişelenme, seninle birlikte tuvalete girmeyeceğim. Sadece işin bitince beni çağır.”
Rahatladığım çok belli olmalıydı ki hafifçe kıkırdadı. Gülüşü o kadar tatlıydı ki ben de aynı şekilde karşılık verdim.
Bakışlarım başındaki ipek eşarba kaydı. Rengi gümüşi bir griydi, kenarında beyaz ve düzensiz kıvrımlar vardı. Daha iyi görmek için gözlerimi kıstım.
“Başımda bir şey mi var?” diye sorunca kendime geldim.
“Yok ama eşarbın…” Yüzünün gerildiğini ve bakışlarını kaçırdığını fark ettim ama nedenini anlamadım.
“Çok güzel ama kenarındaki garip kıvrımlar… Neden bu kadar gelişigüzel? Sanki…” Açıklama yaptığımda rahatladığını gördüm ve kaşlarımı çattım. Neden böyle tepki verdiğini çözememiştim.
Dikkatle eşarbın ucunu çekip biraz açtı. Onların aslında kıvrım değil, eşarbın kenarına işlenmiş kelimeler olduğunu görünce gözlerim fal taşı gibi açıldı. Şok içinde yüzüne baktım.
“Annem bu eşarbı bana hastalandığımda ve ilaçlar yüzünden saçlarımı kaybedeceğimi öğrendiğimizde yapmıştı. Bana güç versin diye üzerine bir şiir işledi. Bir sürü eşarbım var ama bu benim gözbebeğim ve en çok bunu takıyorum.”
Gülümseyip eşarbına dokunmak için elimi kaldırdım ama gözlerinin şaşkınlıkla büyüdüğünü görünce hemen elimi indirdim. “Kusura bakma, saçmaladım. Sadece kumaşın nasıl hissettirdiğini merak ettim.”
Meraklı gözlerle yüzümü inceledikten sonra daha kolay ulaşabilmem için başını öne eğdi. Eşarbını bozmamaya çalışarak parmaklarımı kumaşın üzerinde gezdirdim. Yumuşacık ve pürüzsüzdü ama kaygan değil, daha çok bulut gibiydi.
Birden çağrı cihazı ötmeye başladı. O yavaşça ayağa kalkarken elim yatağa düştü.
“Kusura bakma Edward. Gitmem lazım. Daha sonra seni kontrol etmeye gelirim,” dedi ve o güzel gülümsemesiyle odadan çıktı.
Verdiği ağrı kesici etkisini göstermeye başlamıştı. Keskin ağrı kısa sürede hafif bir sızıya dönüştü. Kendimi daha iyi hissederek yastığa yaslandım ve uykuya daldım.
Nöbetin yarısında motorcu hastamı kontrol etmeye gittim. İlaç etkisini göstermiş olmalıydı ki iri adam derin bir uykuya dalmıştı.
Hemen bir tane daha ağrı kesici iğne almak için ilaç dolabına gittim.
Geri döndüğümde yüzünde hâlâ acı dolu bir ifade vardı. Edward’ı olabildiğince nazikçe uyandırdım. Gecenin bir yarısı uyandırılmanın sinir bozucu bir şey olduğunu biliyordum ama acı içinde uyanmak daha da beterdi.
Uykulu gözlerle bana baktığında gülümsedim. Böyle uyku sersemi bir hâldeyken o kadar da ürkütücü görünmüyordu.
“Sana iğne yapmaya geldim. Bacağında küçük bir batma hissedeceksin ama ilaç çabucak etki edecek,” diye fısıldadım.
Edward uykulu bir şekilde başını salladı ve gözlerini tekrar kapatmadan önce bana küçük bir gülümseme verdi. Bir süre sessizce bu iriyarı, sert adamın başında dikildim. Sargısının üzerine düşen bir tutam saçı geriye itmek istedim ama sonra kendime şaşırarak hızla kapıya yönelip odadan çıktım.
Nöbetim bittiğinde içimde bir sıkıntıyla arabayı eve sürüdüm. İlk kez Bart’ın ben gelmeden evden çıkmış olmasını umuyordum. İstemesem de Bart’la dün geceki konuşmamız hakkında konuşmam şarttı.
Sokağımıza döndüğümde arabasının orada olmadığını gördüm. Evde olmamasına kızmam gerekirken resmen hafiflemiş gibi hissediyordum. Arabadan inip garajı açtım, Nena’nın bisikletinin de olmadığını gördüm ve rahat bir nefes aldım. En azından zahmet edip okula zamanında gitmesi için kızını uyandırmıştı.
Eve adım attığımda bir tuhaflık olduğunu sezdim ama tam olarak ne olduğunu çözemedim. İyice tedirgin olarak oturma odasına girdim. Gözlerim hemen evraklarımızı koyduğumuz büyük beyaz dolaba gitti, birkaç kapak açıktı ve bazı dosyalar yerinde değildi.
Hızla koridora geri dönüp merdivenleri ikişer ikişer çıktım. Yatak odamıza girdiğimde göğsüme bir taş oturdu sanki. Bart’a ait bütün çekmeceler açık ve bomboştu. Kalbim küt küt atarken ortak dolabımıza yürüyüp yavaşça açtım. Gördüğüm manzara karşısında kusacak gibi oldum. Bart’ın kıyafetleri de ayakkabıları da gitmişti.
Yenik düşmüş bir hâlde, kendimi evdeki dolaplar kadar boş hissederek yatağa oturdum.