
Pazartesi sabahı umduğumdan da hızlı geldi ve bana tersini yapmamı söyleyen tüm iyi içgüdülerime rağmen kendimi Liam Henderson'ın Yukarı Doğu Yakası'ndaki apartmanına yürürken buldum.
Sonunda Liam'ın verdiği adrese ulaştım.
Binaya girmek için elimi soğuk, süslü düğmeye koymuştum ki, ordan koşup kaçma isteğiyle içim doldu taştı.
Burada olmak istemiyorum.
"Hanımefendi?" dedi yanımda bir ses, daldığım düşüncelerden beni uyandırarak. Aniden gelen bu sesle yerimde zıpladım.
"Oh," dedim ve binanın kapıcısı ile yüz yüze geldim. "Beni korkuttunuz."
"Üzgünüm, hanımefendi. Birini görmeye mi geldiniz?"
"Ben..."
Ama ne yazık ki, ağzım beni dinlemedi.
"Bay Henderson'ı görmeye geldim. Liam, Liam Henderson,” diye kekeledim, ona nasıl hitap etmem gerektiğinden emin olmayarak.
"Bugün onun için çalışmaya başlıyorum."
"Yeni hizmetçi misiniz?" diye sordu, gözleriyle beni süzerken.
Beni yargılıyordu. Ya da şoka girmişti.
"Evet,” diye iç geçirdim.
"Bay Henderson’ın dairesi en üst katta, o da sizi bekliyor."
Asansörü beklerken parçalanmış çantama daha da sıkı tutundum.
Etrafıma bakındım, boyalı kotum ve eski bol tişörtümle buraya ait olmadığım çok belliydi.
Gösterişli lobi, küçük bir servete mal olması muhtemel peluş kırmızı koltuklar ve sarkıt avizelerle döşenmişti.
Ya da büyük bir tane servete belki de.
Benim yaşadığım apartmanın böyle bir lobisi olması ihtimalini bırak, sağlam bir dış kapısı bile yoktu.
Asansörün kapıları açıldı ve içeri girdim.
Bilinmeyen bir geleceğe doğru hızla tırmanırken yanıp sönen sayıları izlemeye koyuldum.
Ben düşüncelerim arasında kaybolurken asansör birden durdu.
Kapılar yavaşça, belki de isteksizce, açıldı ve temkinli adımlarla küçük girişe doğru bir adım attım.
Önümde yeşil bir kapı vardı.
"Şimdi ne olacak?" diye mırıldandım.
Yavaşça, beni duymamasını umarak kapıyı çaldım.
Ancak, saniyeler sonra kapı açıldığında hayallerim suya düştü.
Onu birden önümde görünce irkildim ve geriye bir adım attım.
Kalın sarı saçlarını başının arkasında toplamış, siyah bir eşofman ve onunla uyumlu bir tişörtle sade ama havalı bir şekilde karşımda duruyordu.
Gözleri tanıştığımız gece olduğu gibi kararlı ve dikkatli bir şekilde bana bakıyordu. Bakışları yoğundu.
"Geç kaldın.” Dairenin içinde kaybolmadan önce homurdandı.
"Biliyorum,” dedim, sırıtarak. Sesimden pişmanlık duymadığımı bilmesini istiyordum.
İçeri girmedim. Aksine, olduğum yere mıhlanmış gibi, dairenin dışındaki paspasın üzerinde beklemeye başladım.
"Frey!" diye bağırdı içeriden bir yerden.
"Adım Freya!" diye seslendim, paspasın üzerindekini istifimi bozmadan.
Derin bir nefes aldım ve isteksizce eşiği geçtim.
Yavaşça, uzun, boş bir koridordan geçerek, yolun sonunda geniş bir oturma odasına ulaştım.
Donakalmıştım.
Sadece televizyonu tek başına benim tüm dairemi kaplayacak kadar büyüktü.
Beyaz duvarlarla tezat siyah, yere yakın, gösterişten uzak ama pahalı duran deri koltukları vardı.
Camın diğer tarafında, Liam'ın dairesinden rahatlıkla görülebilen bir Central Park manzarası vardı.
Bu önce gördüğüm hiçbir şeye benzemiyordu. Ayaklarım beni ışığa uçan pervaneler gibi pencereye doğru sürükledi.
"Bu gerçek mi?" diye sordum şaşkınlıkla. Liam yanımda dikiliyordu.
"Evet. Kalın bir duman tabakasıyla kaplı birkaç beton bina,” dedi. "Ne kadar da olağanüstü."
"Bu kadar ruhsuz olmak zorunda mısın?" diye çıkıştım.
Yorumumu görmezden geldi ve bana sırtını döndü. "Gel sana evin kalanını göstereyim."
"Tabii ki." Omuz silktim, başka bir koridora yönelen adımlarını takip ederken manzaraya son bir bakış attım. Ne derse desin manzara çok güzeldi.
"Hiç resmin yok mu?" diye sordum, duvarlardaki boşlukları görünce.
"İhtiyacım yok.”
"Peki ya fotoğraflar?"
"Kimin fotoğrafları?" diye tersledi sessiz kalmadan önce.
Dairenin geri kalanını sessizlik içinde gezdik.
Paslanmaz çelik beyaz eşyalar ve tertemiz, ışıl ışıl bir mutfak.
Özenle dekore edilmiş ama hiç kullanılmamış gibi görünen bir ofis.
"Burası misafir odası,” diyerek bir odayı gösterdi. "Koridorun sonundaki de benim yatak odam.”
Son bir kapının önünde durduk.
"Ve burası da senin odan,” dedi, kapıyı açarken.
"Çünkü burada yaşayacaksın."
"NE!?" odaya sırtımı dönüp gözlerimi gözlerine çevirdim.
"Eşyaların birazdan burada olur.”
"Evet. Eşyaların,” diye tekrarladım, sabrımın sınırlarını zorlayarak.
Yeni odasında sevinçten havalara uçmasını beklemiyordum ama bu kadar sinirleneceğini de tahmin ememiştim açıkcası.
"Mobilyaların mı?" diye sordum. "Yerde bir yatak ve köşede bir yığın kıyafetten mobilyalarım diye mi bahsediyorsun? Buzdolabın bile boştu."
Mali açıdan durumu gayet iyi olan bir avukatın kardeşi olarak Freya'nın o şekilde yaşadığına inanamamıştım.
"Poker gecesinden sonra adresini Mason'dan aldım,” diye açıkladım. "Ertesi sabah evine geldim. Evde olmadığın için ev sahibin beni içeri aldı."
Evim deyim yerindeyse çöplük gibiydi. Her yeri boya lekeleriyle kaplı, hüzünlü, soğuk bir odacıktan ibaretti.
"Eğer hizmetçim olacaksan, burada yaşamanı istiyorum."
Gerçek şu ki, daha önce hiç yatılı hizmetçim olmamıştı. Diğerleri gün içinde gelip, ben stüdyodan dönmeden önce evden ayrılıyorlardı.
Ama Freya'nın o bok çukurunda daha fazla kalmasına izin veremezdim.
Mutfak çekmecesinden kalın, küçük bir defter çıkardım. "İşte,” dedim, mutfak tezgahına bırakarak.
"Bu ne?" Defteri incelemeye başladı, sayfaları yavaş yavaş çevirdi.
"Dairenin nasıl temizlenip düzenleneceğine dair bir kılavuz,” dedim evin kapısına doğru ilerlerken. "Son hizmetçim hazırlamıştı."
"Nereye gidiyorsun?" diye sordu.
"Dışarı,” diye cevap verdim.
"İşini yap Freya,” diye cevap verdim, çileden çıkmama rakam kalmıştı. "Her şey kılavuzda yazıyor."
Ben dönüp kapıdan çıkmadan önce tiksinmiş bir bakışla deftere baktı.
Liam yeşil kapıdan çıktı ve gitti. Yalnızdım.
Ama düşüncelerimi toparlamak için fazla zamanım olmadı, çünkü birkaç dakika sonra, iki kabadayı kılıklı adam, pek de iyi durumda olmayan eşyalarımı kollarında taşıyarak içeri girdi ve oturma odasına doğru yürüdüler.
"Bay Henderson için bazı şeyler getirmiştik." Şövaleme zarar vermesinden korkarak hızlı adımlarla adama doğru yürüdüm.
"Benimle dalga geçiyor olmalısın,” dedim.
Beni tamamen görmezden gelmeden önce birbirleriyle bakışıp ellerindeki eşyaları odaya yerleştirmeye başladılar.
"Dur bir dakika!" diye karşı çıktım. "Ben burada yaşamıyorum."
Onlar eşyaları yerleştirdikçe, ben peşlerinden gidip eşyaları koydukları yerden topluyordum.
"Hanımefendi, bize eşyaları taşımamız söylendi ve iş için ödemeyi de aldık,” dedi diğer adam sabırsızlıkla.
"Vaktini boşa harcadığın için üzgünüm,” dedim alaycı bir tavırla.
"Eğer bir sorununuz varsa, bunu Bay Henderson'la konuşmanız gerekiyor.”
"Emin ol, konuşacağım,” diye mırıldandım ve adamlar daireye girdikleri gibi hızlı bir şekilde dışarı çıktılar.
Tekrar yalnızdım, hayatımı oluşturan birkaç eşyama baktım, onları daireme nasıl geri getireceğimi düşünüyordum.
Ama sonra korkunç bir düşünce aklıma geldi...
Telefonu açtığında en kötü şüphelerim doğrulandı.
"Yeni bir kiracı mı buldun?" diye sordum şok içinde.
"Bu şehirde her şey çok hızlı yürüyor. Bekleme listesindeki ilk kişiye kiraladım,” diyen Bay Peabody, her zamanki titrek sesiyle beni bilgilendirdi.
"Hayır, kabul etmiyorum. Ben evimden taşınmıyorum."
"Freya, aylardır kirayı ödemiyorsun ve Bay Henderson kontratın geri kalanını ödemeyi önerdi. Kendini şanslı saymalısın. O olmasaydı seni tahliye etmek zorunda kalacaktım."
"Eğer gelecek ayın kirasını şimdiden verebilirsen belki bir kez daha düşünebilirim ama ikimiz de bunun olmayacağını biliyoruz."
Telefonu kapatıp olduğum yere oturdum.
Üç saat kadar önce dairemden öylesine çıkmıştım ve birden, haberim bile olmadan evsiz kalıyordum.