CEO'nun Mükemmel Teklifi - Kitap kapağı

CEO'nun Mükemmel Teklifi

Kimi L. Davis

Bölüm 6

Hızlıca duş alıp kıyafetlerimi giydim ve Gideon’ı bulmak için odadan çıktım. Nico’yu kontrol etmek için Kieran’ın numarasına ihtiyacım vardı.

Uyandığımda Gideon yanımda yoktu. Bu odada yalnız başıma olduğumu görmek beni garip bir şekilde üzmüştü.

Benimle sadece bebek için evlenmiş birinin bana karşı nazik ve sevgi dolu olmasını beklemenin çok saçma olduğunu biliyordum ama hislerime engel olamıyordum.

Gerçekten tam bir aptaldım.

Oturma odasına ve kütüphaneye baktıktan sonra kaşlarım çatıldı, Gideon’ı bulamamıştım. Neredeydi bu adam? Şimdiden işe mi gitmişti?

Birkaç odaya daha baktıktan sonra nefes nefese kaldım. Şato çok büyüktü ve odalar arasında çok büyük mesafe vardı.

Bu devasa mekânın kaç odası olduğunu merak ediyordum. Hepsini keşfetmem ne kadar sürerdi acaba? Bir yıl mı? Belki de daha fazla? Eğer bir yıldan fazla sürecekse muhtemelen hepsini görmeye vaktim olmayacaktı.

Kocamın altıncı yatak odasında da olmadığını görünce odama geri dönmeye karar verdim. Fakat odamın ne tarafta olduğu konusunda baya kafam karışıktı.

Odanın yerini hatırlayabilmek için sağıma ve soluma baktım ama kısa süreli hafızam devreye girmiş gibiydi, ne yönden geldiğimi hatırlayamıyordum. Sadece birkaç saattir buradaydım ve şimdiden kaybolmuştum.

Böyle zamanlarda keşke biraz yer yön zekasına sahip olsaydım diye düşünürdüm ama yok, Tanrı beni birbirinden kötü özelliklerle kutsamayı tercih etmişti.

Çok da güvenilir olmayan hislerime dayanarak sağa doğru gitmeye karar verdim. Kendimi hiç bilmediğim devasa bir odada bulunca hislerimin ne kadar güvenilmez olduğunu bir kez daha anladım.

Mermer zeminli yuvarlak bir odaydı. Büyük pencereler, lüks kadife perdeler ve duvar halıları odaya asil bir hava katıyordu.

Tavandan büyük bir kristal avize sarkıyordu. Ucundaki gözyaşı şeklindeki kristaller içeri giren güneş ışığını yansıtıyordu. Duvarda asılı bir kadın portresi vardı.

Güzel bir cildi, pembe yanakları ve deniz yeşili gözleri olan otuz yaşlarında bir kadındı. Üzerinde oldukça pahalı görünen mor bir elbise vardı.

Yüksek arkalıklı bir sandalyede gururlu bir ifadeyle oturuyor ve çok görkemli görünüyordu. Acaba kimdi?

Gideon’ın annesi mi? Büyükannesi mi? Büyük büyükannesi mi? Her kimse odanın zaten nefes kesici olan güzelliğini ikiye katladığı kesindi.

Yine yabancı bir odada bulunmanın verdiği iç sıkıntısıyla hızlıca dışarı çıktım ve kendimi geniş bir koridorda buldum. İçimi bir panik duygusu kapladı, sanki bu büyük ve tuhaf labirentte kapana kısılmıştım.

Gideon’la birlikte olmanın kolay olmayacağını biliyordum ama şu anda onu bulamamam bile bunun hayal edebileceğimden çok daha zor olduğunu kanıtlıyordu, Kieran’ı arayıp Nico’nun ne durumda olduğunu öğrenmem gerektiğinden bahsetmiyorum bile.

Tanrım, evleneli daha bir gün olmuştu ve şimdiden lanet ediyordum! Lanet bir prenses gibi yaşamak için bu kadarı fazlaydı.

“Hanımefendi? İyi misiniz?” diye sordu yumuşak kadınsı bir ses.

Kafamı sesin geldiği yöne doğru o kadar hızlı çevirdim ki boynumun kırılmamış olması bir mucizeydi.

Sadece birkaç metre uzağımda hizmetçi üniforması giymiş yirmili yaşlarının ortasında bir kadın duruyordu.

Sarı saçlarını topuz yapmıştı ve soluk teni çillerle kaplıydı. Koyu mavi gözleri ve ince dudakları vardı.

“Ah, evet, Gideon’ın nerede olduğunu biliyor musunuz?” diye sordum kadına, kaybolduğumu anlamasını istemiyordum.

Hizmetçi, “Bay Maslow çalışma odasında,” diye cevap verdi.

“Onu görmek istiyorum.” Bu hizmetçiden beni Gideon’a götürmesini rica etmeyecektim. O benim eşimdi ve onu görmeye hakkım vardı.

“Bay Maslow çalışma odasına girdiğinde kimsenin kendisini rahatsız etmemesini ister,” diye yanıtladı.

“Ben onun karısıyım ve beni çalışma odasına götürmenizi istiyorum,” dedim. Gideon’ı görmem gerekiyordu ve hiçbir şey beni durduramazdı... Yön duygum dışında yani.

Hizmetçi bir şey söyleyemeden arkasından yumuşak ayak sesleri duyuldu. Kaşları çatılmış kırk yaşlarında bir kadın ortaya çıktı.

Sanki burada olmam bir suçmuş gibi, “Burada neler oluyor? Hanımefendi, burada ne işiniz var?” diye sordu.

Gideon’ı görmek istiyorum. Beni ona götürün,” dedim daha yaşlı olan kadına.

“Suzy, neden Bayan Maslow’u Bay Maslow’un çalışma odasına almadın?” diye sordu büyük hizmetçi.

“Kuralları biliyorsun. Çalışırken kimse onu rahatsız edemez,” diye mırıldandı Suzy.

“Evet ama bu katta bu şekilde dolaşmasına izin veremeyiz. Şatonun bu kısmına girmek yasak. Bay Maslow eşinin buraya girebilmesiyle alakalı bir talimat vermedi bana,” diye çıkıştı Suzy’ye.

Bu gerçek miydi?! Tam önlerinde duruyordum ama sanki onlardan birkaç adım uzakta değilmişim gibi birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Kısa ve sıska olduğumun farkındaydım ama bu görünmez olduğum anlamına gelmiyordu!

Daha da önemlisi, evin bu kısmı neden yasaklıydı? Odadaki kadın resmi yüzünden mi? Yoksa burası perili miydi?

Ama kocamı ararken sıra dışı hiçbir şeye rastlamamıştım. Peki neden bu lanet olası Buckingham Sarayı kılıklı evin özellikle bu kısmına girmek yasaktı?

“Lütfen beni affedin, leydim. Sizi hemen Bay Maslow’a götüreceğim. Lütfen beni takip edin,” dedi Suzy birkaç saniye sonra.

Orada daha fazla zaman harcamak istemeyerek Suzy’yi takip ettim ama diğer hizmetçi beni durdurdu.

“Leydim, kusura bakmayın ama lütfen bundan sonra bu kata gelmemeye dikkat edin. Şatonun bu kısmı hem personele hem de aileye kesinlikle yasaktır.”

“Ve Bay Maslow yasaklı bölgelere girdiğinizi öğrenirse pek hoşnut olmayacaktır,” dedi.

“Neden yasak?” diye sordum.

Gözlerini benden ayırmadan “Korkarım bunu size söyleme yetkim yok, leydim,” diye cevap verdi. Sanki gitmemi istiyordu ve buraya gelme cüretini gösterdiğim için bana çok kızgındı.

Ancak, sözleri merakımı daha da arttırdı. Kendisi şatonun bu kısmının neden yasaklı olduğunu söylemeye yetkili olmayabilirdi ama Gideon’ın bana söyleyeceğini biliyordum. Söylemek zorundaydı.

Laf sokar gibi, “Şatonun girilmesi yasak olan başka bir kısımları da var mı?” diye sordum.

Laf soktuğumu anlamamış gibi “Evet, bu kat ve üstündeki diğer katlara girmek kesinlikle yasaktır,” diye yanıtladı. Bu kadından hiç hoşlanmamıştım.

Başımı sallayarak arkamı döndüm ve Suzy’nin beni yasaklı bölgeden çıkarmasına izin verdim. Beş kat merdiven inince ne yaptığım kafama dank etti. Nasıl olmuş da bu kadar çok merdiven çıkabilmiştim? Tam beş kat!

Beş farklı katta odalara girmiştim! Gideon’ı sadece altı odada bulmaya çalışmıştım... altı kilitli olmayan oda. Geri kalan hepsi kilitliydi.

Tüm bunlar olurken şatonun güzelliğine ve zenginliğine kapılmıştım. Ucuz görünen tek bir şey bile yoktu. Her şey modern ve pahalı görünüyordu.

Şatonun yeni ve eski arasında oluşturduğu tezattan bahsetmiyorum bile. Mimarisi on sekizinci yüzyılda yapılmış gibi görünüyorken teknolojisi kesinlikle yirmi birinci yüzyıla aitti.

İki kat daha indikten sonra Suzy sağa döndü ve beni tenha bir koridora götürdü. Karşımıza dev bir kapı çıkınca durduk. Küçük yumruğuyla kapıyı iki kez çaldı.

“Efendim?” diyen bir erkek sesi geldi, kesinlikle Gideon’a aitti.

Suzy “Efendim, eşiniz sizinle görüşmek istiyor,” diye cevap verdi.

“Tamam, siz gidebilirsiniz,” dedi.

Suzy başını salladı ve arkasını dönüp uzaklaştı. Tahta kapının önünde bir başıma kalmıştım. İçimin bir yanı onun peşinden gitmemi diğer yanı ise Gideon’ın kapıyı açacağını söylüyordu.

Kapı açılınca, Suzy gittiğinde yaşadığım kafa karışıklığına rağmen burada kalmayı seçtiğim için rahatlamış hissettim. Odaya girdim ve kapı hemen kapandı.

Gideon, masanın arkasında yüksek arkalıklı lüks bir sandalyede oturuyordu. Masasının üstü evrakların yanı sıra cam bir kâğıt ağırlığı, mini bir küre, kalemlik ve yapışkanlı not kâğıdı gibi eşyalarla doluydu.

Sağında ekranında Excel’in açık olduğu dev bir Mac duruyordu.

Gideon’ın ofisi de şatonun geri kalanından farksızdı. İçinde ziyaretçiler için ayrılmış birkaç büyük ve yüksek arkalıklı misafir sandalyesi ve duvarın önüne konumlandırılmış her iki tarafında da kendisiyle uyumlu bir sandalyesi bulunan görkemli bir koltuk vardı.

Küçük bir avize yumuşak ışığıyla odayı aydınlatıyordu. Kadife perdeler güneş ışığının içine girmesini engelliyor ve odaya yapay bir ışık veriyordu.

Gideon bana bakarak “Uyanmışsın bakıyorum,” dedi.

“Neden yatakta değildin?” diye sordum ama sorduğuma pişman oldum. Yatakta olmamasının beni mutsuz ettiğini düşünmesini istemiyordum.

“Yapacak işlerim vardı,” diye cevapladı.

“Beni uyandırabilirdin,” dedim.

“Hayır, dinlenmen gerekiyormuş gibi görünüyordun,” diye cevap verdi, bir yandan da elinde tuttuğu kâğıdı inceliyordu.

“Seni aramaya çıktım ama kayboldum,” diyerek kolyemle oynamaya başladım.

“Madem artık beni buldun, söyle bakalım fıstık, senin için ne yapabilirim?” diye sordu.

İntihar edebilirsin mesela? Böylece seninle evli olma derdinden de kurtulurdum diye geçirdim içimden.

“Kieran’ın telefon numarası lazım,” dedim.

“Neden?” diye sordu bir kaşını kaldırarak.

“Onunla konuşmam lazım,” diye belirsiz bir cevap verdim. Kardeşiyle konuşmak istememin gerçek nedenini söylemek istemiyordum.

“Ne hakkında?” diye sordu. Belli ki bu işin peşini bırakmayacaktı.

“Önemli bir konu,” dedim ama yine de Kieran’la neden konuşmam gerektiğini söylemeyecektim.

“Ve bu konu?” Tanrım ne çok soru soruyordu.

“Önemli bir şey,” diye tekrarladım.

“Söylesene ufaklık, aptal taklidi mi yapıyorsun yoksa doğuştan mı öylesin?” diye sordu.

Söylediği şey beni sinirlendirmişti. Adamdaki cürete bak! Bana ne hakla aptal diyebiliyordu?!

“Bana Kieran’ın numarasını ver,” dedim öfkeli bir şekilde.

“Hayır,” dedi.

“Hayır mı?” Bana o numarayı vermek zorundaydı.

“Onunla ne hakkında konuşmak istediğini söyleyene kadar olmaz,” dedi.

“Önemli bir şey olduğunu söylemiştim,” dedim.

“Ve ben de sana ne hakkında olduğunu sordum.” Tanrım bu adamla konuşmak imkansızdı.

“Çok önemli,” diye tekrarladım.

“Önemli derken? Kardeşini sormak gibi mi önemli?”

Oflayarak “Evet, aynen öyle. Nico’nun nasıl olduğunu öğrenmek istiyorum ve Kieran’a ilacını tam dokuzda vermesini söylemem lazım. Artık, numarasını alabilir miyim?” diye sordum.

Ne hallere düşmüştüm, resmen ona yalvarıyordum. Sırf para yüzünden kendimi böyle bir hale düşürdüğüme inanamıyordum. Açgözlülüğün yedi ölümcül günahtan biri olduğuna şaşmamalı.

“Bak, o kadar da zor değilmiş, değil mi?” Gideon benimle dalga geçmeyi ve beni sinirlendirmeyi seviyordu.

Numarayı ezberlemeye hazır bir şekilde, “Numarası ne?” diye sordum.

Gideon cevap vermedi. Bunun yerine kablosuz telefonu eline aldı ve bir düğmeye bastı. “Gel. Artık Kieran’la konuşabilirsin,” diyerek telefonu bana uzattı.

Gideon’a üç adımda ulaştım. Telefonu elinden alarak misafir sandalyelerinden birine çöktüm. Sıkıcı bir bekleyişten sonra telefon açıldı.

“Alo?” dedi Kieran.

“Merhaba Kieran, benim Alice,” dedim.

“Merhaba, küçük mantar, nasılsın?” diye sordu.

“İyiyim. Dinle, Nico yanında mı?”

“Evet, televizyon izliyor,” diye cevap verdi.

“Yemeğini yedi mi?” diye sordum.

“Henüz değil ama bir saat içinde akşam yemeğine oturacağız,” diye yanıtladı.

“Tamam, yemeğinin yağsız olduğundan emin olun, sadece sebze verin. Sağlığı için yararlı ve lütfen saat tam dokuzda ilacını verin. Bütün ilaçlarını ve reçetesini çantasına koydum,” dedim.

“Başka bir şey var mı? Yatarken sağa mı döner yoksa sola mı? Birlikte uyumayı sevdiği bir oyuncak ayısı var mı? Yatmadan önce masal dinler mi?” diye dalga geçti.

Sakin kalmaya çalışarak “Hayır, Sadece dediklerimi yap ve Nico’ya selam söyle,” deyip telefonu kapattım, Kieran’ın sinir bozucu sesini daha fazla duymak istemiyordum.

Derin bir nefes alıp telefonu masaya koydum. Çabuk öfkelenen biriydim, gerçekten de öyleydim ama biri beni gerçekten kızdırmayalı uzun zaman olmuştu. Şimdi Kieran böyle dalga geçince sinirlenmiştim ve ona sinirlendiğim için kendime kızmıştım.

“Bu kadar mı?” diye sordu Gideon.

Başımı salladım ve “Evet, teşekkür ederim, seni işinle baş başa bırakayım. Rahatsız ettiğim için özür dilerim,” diyerek ayağa kalktım. Tam kapıdan dışarı çıkmak üzereyken aklıma bir fikir geldi ve durdum.

“Gideon?”

“Evet?” dedi gazeteden başını kaldırmadan.

“Yerinden kalkmadan kapıyı nasıl açtın?” diye sordum.

“Uzaktan kumandayla. Bir düğmeye bastım ve kapı açıldı, sonra başka bir düğmeye bastım ve kapandı.” Eski ve yeninin mükemmel bir kombinasyonuydu.

“Ah, çok güzel. Peki, bir soru daha.” Artık ev hakkında konuştuğumuza göre beni rahatsız eden şeyi sorabilirdim.

“Evet?” Gideon bazen kibar biri olabiliyordu.

“Şatonun üst katları neden yasak?” diye sordum.

İşte buna tepki vermişti. Kafasını hızlıca kaldırıp bana baktı. Az önce masasında normal bir şekilde otururken şimdi kollarını bağlayıp karşıma dikilmiş sert bir şekilde yüzüme bakıyordu.

Öfke dolu bir yüzle “Bunu sana kim söyledi?” diye sordu.

“Hizmetçiler söyledi,” dedim. Bir anda ondan korkmaya başlamıştım.

“Neden? Neden böyle bir şey söylesinler ki?” diyerek beni sarstı. Korkum iyice artmıştı.

“Seni aramak için yedinci kata çıkmıştım fakat kayboldum. Suzy ve diğer hizmetçi beni buldu ve üst katlara çıkmanın yasak olduğunu söyledi,” diye cevapladım, kalbim deli gibi atıyordu.

Gideon beni bıraktı ve elleriyle başını tutarak sırtını döndü. Hayal kırıklığına uğramış gibi iç geçirdi.

Etrafında bir tur atıp beni omuzlarımdan tuttu ve nefesi nefesime değecek kadar yakınıma yaklaştı.

“Sakın oraya gitmeye cüret etme, Alice. Ciddiyim. Yedinci kata ve üstündeki katlara adımını atarsan sonuçlarına katlanırsın. Beni anlıyor musun?” dedi.

Başımı salladım, konuşamayacak kadar şaşkın ve korkmuş durumdaydım. Gideon’ın böyle bir tepki vereceği hayatta aklıma gelmezdi ama sebebi her ne ise bunda gayet ciddiydi.

Başımı salladığımı görünce rahatladı. Hızlıca kafa salladı ve omuzlarımı bıraktı. Birkaç kez derin nefes alıp ellerini saçlarının arasından geçirdi.

“Bu katlardan bir daha bahsetmeyeceksin bile. Anladın mı?”

Bir kez daha başımı salladım.

“Güzel, şimdi gidip yemek yiyelim. Acıkmış olmalısın,” dedi ve elimi tutarak beni ofisinden çıkardı.

Orada ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ama bu yıl bitmeden öğrenecektim.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok