G. M. Marks
Mock tutsaklarının etrafında koştururken kara iblisin toynakları toprağı dövüyordu. Zavallı, mızmız çocuklar gibi duruyorlardı. Koca adamlar bile... İçlerinden biri dizlerinin üzerine çökmüş, hayatını bağışlaması için yalvarıyordu.
Neyse ki yalvarması uzun sürmedi. Bir inleme, toprağa bulaşan kırmızı bir sıvı… Kafası pas rengi saçlı, pembe yüzlü küçük bir kızın ayaklarının dibine yuvarlanırken kalabalık çığlık attı.
Vücudunun geri kalanı bir süre olduğu gibi durdu. Ardından yavaşça yere yığılıp kendi kanına bulandı.
Küçük kız korkuyla feryat figan ağlarken barbarlar kahkahalara boğuldu. Kalabalık bu manzara karşısında dehşete kapılmıştı.
Mock kılıcını salladı. “Kaçılın!”
Öyle de oldu. Mock’un bir sonraki kılıç darbesinden kaçınmak için birbirlerine çarparak tökezlediler. Atını döndüren Mock, köyün merkezine doğru yola koyuldu.
Adamlarından birkaçı da onu takip ediyordu. Geri kalanlar köylü kalabalığa işkence ediyor, dövüyor ve kaçmak zorunda kalana kadar karınlarına tekme atıyordu.
Atı dört nala koşarken büyük toynakları toprağı ve cesetleri parçalıyordu. Bir cesedin kafatasını ezerken tatmin edici bir çıtırtı duyuldu. İleride yükselen kapkara dumanlar yaklaştıklarını gösteriyordu.
Ana yolda adamlarının geri kalanı bekliyordu. Dizginleri çekerek atından indi. Ayaklarının dibinde erkek, birkaç kadın ve bir çocuk cesedi yatıyordu.
Kardeşleri de onun gibi atından inip yanında durdular. Mock etrafına şöyle bir baktı. Köy ele geçirilmiş, savaşçılarından sadece biri yaralanmıştı.
Mahkûmlar çoktan yola çıkmıştı. Kardeşlerinden yolda bulduğu bir atı diğerlerinin arasına götürdü. Üç yeni binek, zayıf ama güçlü...
Bu bölgedekilerin çoğunda olduğu gibi köy nispeten fakir insanlardan oluşuyordu.
Tek amaçları zenginlik olsaydı, bu çabaya değmezdi. Oysa en azından botları, aletleri ve hayvanları vardı.
Kardeşlerinden birinin testere dişli bir orak alıp onu incelerken elinde çevirmesini izledi.
Birden saman yığınlarının arkasında saklanan sevimli sarı kafayı hatırladı.
Ayaklarının dibindeki cesetlere baktı. Genç kız yoktu. Onu tutsaklar arasında gördüğünü de hatırlamıyordu.
“Pith!” diye seslendi. Kardeşi sırıtarak yanına geldi. Çürüyen dişlerinin üzerinde ince bir kan tabakası parlıyordu. Siyah ve pıhtılaşmış daha fazla kan sol kulağını kaplamıştı. “Kulübeleri aradın mı?”
Cesetlere başıyla işaret ederken sırıtışı genişledi.
“Tutsak var mı?”
“Sadece bir tane.”
Mock gözlerini kıstı. “Nerede?”
Kardeşleri, Mock’un cüppelerinin görüntüsünden ne kadar nefret ettiğini bildikleri için onu çırılçıplak soymuşlardı.
Çıplak sırtı sıcaktan kabarmıştı. Diz çökmüş bir halde duruyordu. Saçları başına yapışmış, yüzünden ter damlacıkları süzülüyordu. Omzundaki derin yaradan dolayı sağ kolu kırmızıya bulanmıştı.
Mock’un üç kardeşi öylece durmuş, adamı izliyorlardı. Mock’un emriyle canına kıymamışlardı.
“Bunu cübbesinin içinde saklıyordu.” Pith başka bir kardeşinden parıldayan bir şey alıp ona uzattı. Mock onu inceledikten sonra ters çevirdi. Altın bir haç. İsa’nın yüzü paramparça olmuştu.
“Güzel,” deyip geri verdi. Takas karşılığı ona epey şey kazandırabilirdi.
Mock mahkûmlarının önünde çömeldi. “Baba.”
Rahip irkilerek şaşkınlıkla başını kaldırdı.
Yüzü hırpalanmış, yer yer morarmıştı. Burnu şişmiş, dudağı patlamıştı. Kızarmış gözlerini açmakta zorluk çekiyor gibiydi. Ağzının kenarından kırmızı bir salya akıyordu.
Mock gülümsedi. “Evet, İngilizce konuşabiliyorum. Sen ve senin gibiler için.”
Mock onu boğazından yakalayıp ayağa kaldırırken rahip çaresizce Mock’un kolunu tuttu. Kardeşleri adamın bu haline gülmeden edemedi. Sıska, solgun, küçük bir horoz gibi kıpırdanıp duruyordu.
Mock kaşlarını çattı. Bu kadar güçsüz biri nasıl böylesine bir etkiye sahip olabilirdi? Bu doğru değildi. İnsanlar böyle yönetilemezdi.
Rahip, Mock’un bileğine dadandı. “Lütfen.” Mock bileğini sıkıca kavrayınca boğulurcasına inledi.
“Ne? Merhamet mi istiyorsun? Ben merhamet nedir bilmem. Senin gibiler bunu biliyor olmalı.”
Mock onu köy merkezine doğru çekerken rahibi de beraberinde çekti. Korkudan gözleri iyice irileşmiş adam durmadan yalvarıp duruyordu.
Tutsaklar ölülerin arasında diz çökmüş, ağlıyor ve birbirlerine sarılıyorlardı. Biri kendini bir cesedin üzerine atmış, feryat figan bağırıyordu.
Muhtemelen rahip de dahil olmak üzere hayatta kalanların sayısı otuzdan fazla değildi.
“Sustur şunu.”
Savaşçılarından biri saçlarından çekip onu sürüklerken kadın avazı çıktığı kadar bağırıp debelendi.
Mock rahibi bırakıp ileri itti. Adam tökezler gibi olunca Mock tekrar kolundan tutup düşmesini engelledi.
Rahip titrek bir nefes alıp yaralı omzunu tuttu. Bu sırada birkaç köylü haykırıp karşı koymaya çalıştı.
“Peder!” diye bağırdı bir çocuk.
Mock çocuğa baktıktan sonra duygusuz bir tavırla, “Görünüşe göre burada çok seviliyorsunuz, peder,” dedi.
Onu şapele doğru iterken savaşçıların bir kısmı yuhaladı, bir kısmı ise kahkahalara boğuldu. Adamı bir itiyor, bir yakalıyordu. Bu aciz halini köylülere göstermek istiyor gibiydi.
Güneş batarken büyük bronz haçın uzun gölgesi yere vuruyordu. Gün batımının turuncu ışığı topraktaki kanın parlamasına neden oldu.
Tam da istediği gibi.
Rahip soluk soluğa taş duvara yığılıp kanlar içindeki omzunu tuttu. Bir yandan acizliğini gizlemeye çalışıyordu. Mock bu sırada botundan bir bıçak çıkardı.
Uzun bıçağı kaldırırken rahip kaskatı kesilmiş, şiş gözlerle onu izliyordu. Kafasını sallayarak, “Lütfen,” dedi.
“Sevin, Peder. Yakında Tanrı’nın yanında olacaksın.”
Rahibin gözlerinin kenarlarından süzülen yaşlar yanaklarındaki kir ve kanı da kısmen beraberinde götürüyordu.
Mock bu haline bakıp somurttu. Ağlayan bir adamdan daha aşağılık bir şey olamazdı.
Bıçağı daha sıkı kavradı.
“Neden?”
Bunun üzerine Mock kaşlarını kaldırdı. “Bir rahip için alışılmadık bir soru. Genelde sadece kendi hayatlarınızı kurtarmakla ilgilenirsiniz. ‘Hayırlar’ ve ‘lütfenler’, ‘beni öldürmeyin falan!’“
“Bir de ‘Tanrı merhamet etsin’ var, ki bu en sevdiğim.” Homurdanıp yere tükürdü. “Tanrı merhamet nedir bilmez.”
Rahip cevap vermedi.
“Hadi ama peder, nedenini gerçekten bilmiyor musun?”
“Ben hiçbir şey yapmadım.” Köylülere baktı. “Biz hiçbir şey yapmadık. Masumuz.”
Mock yapmacık bir şekilde kıkırdadı. “Masummuş. Ben de bir zamanlar masumdum. İster inan ister inanma Peder, ben kötü bir adam değilim. Hatta cömert bile sayılırım.”
“Bana verilen her şeyi geri vermeye çalışıyorum. Siz bana çok şey verdiniz.”
Mock bıçağın ucunu yumuşak beyaz karnına bastırırken rahip şapelin duvarına yaslandı. Yakınına eğilen Mock kulağına, “Çok fazla,” diye fısıldadı.
Rahip irkilerek Mock’un ellerine davrandı. Oysa bıçağı çoktan bağırsaklarının derinliklerine saplamıştı.
Mock gözlerinin genişlemesini izledi. Bıçağı yavaşça yukarı çekip ciğerlerini parçalarken pederin inlemeleri kulaklarını doldurdu. Kaburgalarının hemen altına gelince durdu.
Bir öksürük, ardından parlak kırmızı bir sıvı… Rahip hafif bir şaşkınlıkla göğsünden çıkan kabzaya baktı. Boş yere ucunu kavrayıp ağır bir şekilde dizlerinin üzerine çöktü.
Mock’un arkasında bir kadın çığlık attı. Diğerleri de ona katıldı. Kararmaya başlayan gökyüzüne doğru hep bir ağızdan feryat ettiler. Tam bu sırada kısık bir çığlık duyuldu. Mock bir an duraksadı. Ses şapelin içinden gelmişti.
Rahip kan kusarak yan tarafına yığıldı. Gözlerini yukarıda yükselen aya dikmiş bakarken inleyip duruyordu.
***
Grinda ellerini ağzına öyle bir bastırdı ki dişleri bile sızladı.
Çığlıklarını bastırmak için çok uğraşsa da başarısız olmuştu. Arada bir öksürüyor, yanaklarından aşağı sıcak su damlacıkları süzülürken tir tir titriyordu.
Beline sarılmış, yüzünü sertçe karnına bastıran Billy de ağlamaya başlamıştı. Artık taş zeminin sertliğini hissetmiyordu. İçini saran kedere kıyasla bu hiçbir şeydi.
Peder Joel ölmüştü.
Tüm umutları suya düşmüş, çok güvendiği Tanrı onları terk etmişti.
Annesine baktı. Grinda onu hiç bu kadar solgun görmemişti. Yine de kendini kontrol altında tutuyor gibi görünüyordu. Neden ben de onun kadar güçlü olamıyorum?
Karanlıkta bile çocuklarını ne kadar sıkı tuttuğunu görebiliyordu. Tüm o mavi damarları iyice belirginleşmişti.
Köylüler çığlık atıyor, barbarlar ise kontrolü yeniden sağlamaya çalışırken vahşice bağırıyordu. Çığlıklar, feryatlar, inlemeler...
Tam bu sırada yakından bir ses geldi. Bir botun sürtünmesi, belli belirsiz bir nefes.
Grinda’dan ya da kardeşlerinden gelmiyordu.
Hıçkırıklarını bastırdı, nefesini tuttu. Gözlerini kıpırdatmaya bile cesaret edemiyordu. Billy de aynıydı. Korku dolu gözlerle annesine baktı.
Başka bir sürtünme, bu sefer daha yüksek sesle. Gelen her kimse geldiğini belli etmeye çalışıyor gibiydi. Kork benden. Ayak sesleri odanın içinde yankılanmaya devam etti.
Acele etmedi. Karanlıkta sıraların arasına baktığını, kanlı kılıcını omzunun üzerinden sallandırdığını ve tıpkı diğerleri gibi o korkunç sarı dişleriyle sırıttığını hayal etti.
Onun Peder Joel’i öldüren barbar olup olmadığını merak ediyordu.
Ah Tanrım. Lütfen, koru bizi.
Billy kollarını onun beline dolamış, inliyordu. Bir ayak sesi daha geldi, kumaş hışırtısı duyuldu ve ardından barbar derin bir nefes aldı.
Yavaştı. Kurbanlarının korkusunun tadını çıkarıyor olmalıydı.
Edwin, ağlama.
İyice kamburlaşıp Billy’yi gövdesine çekti. Görmemesi için saçlarının yüzüne düşmesine izin verdi. Kollarında titriyordu, o kadar gergindi ki nefesleri yumuşak, küçük homurtular halinde çıkıyordu.
Hafif bir gümbürtü, deriye çarpan çeliğin tiz sesi kulaklarında yankılandı. Grinda kafasını kaldırdı. Adam artık o kadar yakındaydı ki ter, duman ve kan kokusunu alabiliyordu.
Dışarıdaki gürültü iyice azalmıştı. Artık ölümün sessiz ayak seslerinden başka bir şey yoktu. Annesine, Jacob’a ve Edwin’e baktı.
Neden hepsi ölmek zorundaydı? Yeterince akıllı ve cesur olsaydı, bir şansı olabilirdi.
Öylece ölmelerine izin veremem.
Babasının son sözlerini hatırladı. Daha kötüsü de olabilirdi. Billy’nin kollarını nazikçe çözerken kalbi göğsünden fırlayacakmış gibi çarpıyordu.
Fal taşı gibi gözlerle ona çocuk elini tutmaya çalışsa da ablası çenesini kavrayıp ona baktı. Karanlıkta parlayan gözleri bir an şefkatle doldu. Cesur Billy’si ne yapmaya çalıştığını anlamıştı.
Derin bir nefes alıp sıska kollarını kendinden uzaklaştırdı.
Annesi koridorun karşısından pürdikkat ona bakıyordu.
Yavaşça ayağa kalktı. Bir tuhaf hissediyordu. Bir an tereddüt eder gibi oldu. Eklemlerinin çıtladığını duyabiliyordu.
O garip pozisyonda çok uzun süredir sıkışıp kalmıştı. Oysa eklemlerinin ağrısı, ölüm korkusunun yanında bir hiçti.
Sanki havadaki oksijen tükenmiş gibi nefes almakta zorlanıyordu. Hareket etmeyi, nefes almayı, hatta düşünmeyi bile unutmuş gibiydi.
Artık apaçık ortadaydı.
Birbirlerine baktılar.
Grinda iki yanındaki sıralara tutundu. Kereste ellerini acıtıyor olsa da bunu düşünecek durumda değildi. Kalbi öylesine çarpıyordu ki belli belirsiz bir uğultu kulaklarını istila etmişti.
Adam tahmin ettiği gibi iğrenç görünüyordu. Karanlığa rağmen ne kadar iri yarı olduğunu fark etti. Kalın kaşlarının altındaki gözleri vahşi bir arzuyla yanıp tutuşuyordu. Kir ve kan göğsündeki kılları birbirine yapıştırmıştı.
Sakalı diğerlerine göre biraz daha iyiydi. Yağlı saçları dalgalar halinde omuzlarından aşağı sarkıyordu. Damarlı kasları dikkatini çekti. Onu tanıyordu.
Babasının, kardeşlerinin katili. Peder Joel’i de öldürenin o olup olmadığını merak etti.
Benim de katilim olacak.
Gözleri adamın elindeki iğrenç görünümlü hançere takıldı. Hiç bu kadar uzun bir hançer görmemişti. Adam onun kendisine baktığını fark etti. Yavaşça hançeri kınına geri koydu.
Ona bir adım yaklaştı. Grinda tam geri adım atacakken asıl amacını hatırladı. Kaskatı ve uyuşmuş bir halde sıraların arasından çıktı. Bir yandan ellerini sıraların üzerine gezdiriyordu.
Ayağı güçten kesilmiş gibiydi. Öyle ki yavaşça ilerlerken bir an tökezler gibi oldu.
Koridora çıkar çıkmaz baştan aşağı onu süzdü. Annesinin ona baktığını hissedebiliyor olsa da arkasına bakarak cesareti yoktu. Bir, iki, üç...
Buna karşın adam sinsi ve aç bir ifadeyle sırıtmadan edemedi.
Grinda utangaç bir edayla gözlerini kırpıştırdı. Kendini hiç bu kadar pis ya da çıplak hissetmemişti.
Bir adım daha atıp adamın önünde durdu. Bir kol boyu uzaktaydı. Daha fazla yaklaşacak cesareti yoktu. Başını eğip umutsuzca adamın deri çizmelerine baktı.
Ölü bir hayvan gibi iğrenç kokuyordu. Dışarıdan keskin bir çığlık sesi gelince nefesi kesildi. Bunu barbarların bağırışları takip etti.
Bu vahşet ne zaman son bulacaktı?
Adam iyice yaklaşıp kalın, kirli parmaklarıyla çenesini kavrayınca Grinda nefesini tuttu. Çenesini kaldırarak onu kendisine bakmaya zorladı.
Islak, sivri bir dil kalın, morumsu dudakların üzerinde gezindi. Koyu renk gözleri şehvetle parlıyordu. Adam diğer elini kaldırıp parmaklarını saçlarının arasından geçirirken kadın geri çekildi. Buna katlandığı için kendisinden nefret ediyordu.
Sırıtarak çenesinden kavrayıp yüzünü indirdi. Dağınık sakal, sıcak, ekşi nefes, çatlamış dudaklar… Ağzını sıkıca kapalı tutmaya çalışsa da herif güçlü parmaklarıyla açmayı başardı.
O yapışkan, ıslak dil... Ne olduğunu anlamadan kızın dudaklarını yalayıp emmeye başladı. Bir kolunu beline dolayıp daha sert öpebilmek için onu kabaca kendine çekti. Buna karşın Grinda öğürür gibi oldu. Doğru düzgün nefes alamadığı için iyice sıcaklamıştı.
Sonunda onu serbest bıraktı. Bunun üzerine Grinda sendeleyerek geri çekilip ağzını sildi. Gözyaşları yanaklarından aşağı süzülüyordu. Dudaklarını şapırdatarak tatmin olmuş bir homurtu çıkardıktan sonra bir hışımla bileğini kavradı.
Onu beraberinde götürmeye başlayınca ciyaklamaya başladı. Bir zamanlar çok sert olan bacakları güçten kesilmiş gibiydi.
Dizlerini bir türlü doğrultamıyordu. Adam ise buna hiç aldırış etmeden onu yarı sürükleyerek, yarı taşıyarak şapelden dışarı çıkardı.
Gördüğü manzara karşısında kaskatı kesildi. Gözyaşlarına boğulmuştu. Soğuk rüzgarı hissetmiyordu bile. Peder Joel çıplak ve her yeri kan içerisinde yere yığılmıştı. Gözlerinde bir hareket yoktu.
İşte o zaman cesareti kırıldı. Sonbahar rüzgârındaki yapraklar gibi dağılmıştı.
Elden ayaktan kesilmiş gibiydi. Barbar kızın kolunu çekse de kızcağız adamın eli altında iki büklüm bir halde kıç üstü yere düştü.
Rüzgârın müthiş uğultusu kulaklarını istila etmişti. Kalbi ise demirci ustasının çekici gibi çarpıyordu. Nefes alamıyordu. Göğsü iyice sıkışmış, gözleri yorgunluktan kısılmıştı.
Bir süre sonra başı dönmeye başladı. Her ne kadar şu anki durumu içler acısı olsa da aklında Peder Joel’in cansız bedeni vardı.
Hayır, bu gerçek olamazdı. Peder Joel ölemezdi. Tanrı buna asla izin vermezdi. Oysa orada öylece, kaskatı kesilmiş bir halde yatıyordu.
Cansız.
Tüm umutlarını da beraberinde öbür dünyaya götürmüştü.
Uzun bir süre olduğu yerde kalakaldı. Etrafında bir şeyler oluyordu. Çok fazla gürültü ve hareket olsa da hiçbirine aldırış etmedi.
Her şey boğuk ve soluktu. Sanki başının üzerinde bir yorgan varmış gibiydi. Bu başkasının hayatıydı. Başka birinin sorunu.
Nedense Peder Joel’in onu uzaklardan bir yerden izlediğini hissetti.
Tam bu sırada sert bir şey onu belinden yakaladı. O kadar sıkıydı ki nefesi kesildi. Öksürerek karşı koymaya çalışsa da bu her kimse çok güçlüydü.
Onu ayağa kaldırdı. Yalpalar gibi olsa da bacakları eskisi gibi ağrımıyordu. Biraz olsun dinlenmiş, kısa sürede güç toplamıştı.
Barbar onu kendine doğru çekti. Sarı dişler, birbirine geçmiş göğüs kılları, kolunun üst kısmını saran büyük bir el...
Kafasını çevirip etrafına bakındı. Bağıran barbarlar, ağlayan köylüler, huzursuzca tepinen atlar, göğse saplanan bir kılıç, kan gölüne yuvarlanan bir kafa, bağırsak parçaları...
Çığlık atıyor, ardı arkası kesilmeyen ağlama krizlerine giriyordu. Annesi ayaklarının dibinde yere yığılırken küçük bir kızın feryadı duyuldu. Kaos, yıkım, acı…
Bir kulübeden yoğun bir duman tabakası yükseliyor, bir diğerinin penceresinde ise alevler dalgalanıyordu. Siyah, kül dolu bulut tabakaları tüm köyü kaplamıştı.
Barbarlar etrafta koşuşturup bulabildikleri her şeyi ateşe veriyor, kimsenin gözünün yaşına bakmıyordu. Yoğun duman karşısında öksürüp soluklanmaya çalıştı.
İleride duran bir at gözüne çarptı. Kocaman, siyah gözleriyle ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. O kadar siyahtı ki geceliğin fark edilmeyeceğine emindi. Toynağını yere vurarak huzursuzca başını salladı.
Barbar onu kalçalarından tutup atın üstüne oturturken nefesi kesildi. Hayvanın üzerinde eyer yoktu. Öyle ki, hayvanın kemikleri kalçalarına batıyordu.
Barbar adam da kızın arkasına yerleşince at hafif kımıldanıp dengesini bulmaya çalıştı. Güçlü, kir içerisindeki kollarını iki yanından geçirip dizginleri kavradı.
Barbar kendi dilinde diğerlerine bir şeyler emrederken irkilmeden edemedi. Barbarın sıcak, ekşi nefesi boynuna vuruyor, tüylerini diken diken ediyordu.
Onu öptüğü zamandan kalma ekşi tadı hâlâ alabiliyordu. Diline damağına yapışmış gibiydi.
Adam biraz daha bağırırken at huzursuzlukla tepindi. Bir tekme, ardından bir “Ha!”. At dörtnala koşarken Grinda barbarın sert göğsüne yapıştı.
Tutunacak başka bir şey bulamayınca adamın kollarını can havliyle kavramıştı.
At canavar gibiydi. Köyün içinden hızla geçerek kırık çitleri, eşyaları ve cesetleri çiğnedi.
Köy bir duman ve alev bulutuna esir düşmüştü. Şapel, demirci dükkânı, kuyu, tüm komşularının evleri... Bir zamanlar hayatı olan her şey sonsuza dek yok olmuştu.
Kulübelerin sonuncusu da geride kalmıştı. Açık tarlaların ve uzun otların arasından ilerlemeye devam ettiler. Solunda Rüzgârlı Dağlar vardı. Tam karşılarında ise o siyah, uğursuzluk dolu orman...
Barbarlar her yerde bağırıp çağırıyor, kılıçlarını, baltalarını ya da çaldıkları aletleri sallıyorlardı.
O pis kokudan bir türlü kurtulamamıştı. Üzerine yapışmış, altın sarısı saçlarına dolanmış gibiydi. Yanan etin, yıkımın, alevler içindeki hayatının kokusu...