Holly Prange
SCARLET
Hücreler birkaç saat önce uyandığım yerden çok farklıydı. Bıçaklandıktan sonra uyandığımda kendimi kalın battaniyeli sıcak bir yatakta bulduğumda şaşırmıştım.
Bana yemek verdiler. Duş alıp temizlenmem için banyo yapmama izin verdiler. Sağlık personeli güler yüzlü ve yardımseverdi, Alex adındaki adam bile kötü birine benzemiyordu.
Derken, taburcu evraklarım doldurulduktan sonra başka bir adam gelip bileklerime gümüş kelepçeleri taktı.
Sonra doğrudan kan, idrar, küf kokularıyla berbat hâldeki zindana getirildim. Eşim orada beni bekliyordu. Kokusunu aldıktan yüzündeki soğuk ifadeyi görene dek geçen zamanda içimde cılız da olsa bir umut ışığı belirmiş, kendimi mutlu hissetmiştim.
Sonra olanları anlamamıştım. Böyle davranmaya nasıl cüret eder? Ona ne yaptım ki? Beni bıçaklayan oydu. ~Onu tanımıyordum bile~.~
Bildiğim kadarıyla beni ziyarete falan da gelmemişti. Beni umursamadığı oldukça açıktı. Dahası benden nefret ettiğini düşünüyordum.
Kurdum tabii ki benimle tartışıp beni ikna etmeye çalıştı. “O bizden nefret etmiyor. O bizi seviyor. O bizim eşimiz!”~ Düşünceleri karşısında gözlerimi devirdim. Ne var ki enerjimi tartışmak için kullanmaya niyetli değildim.
Küçük hücrede volta atmaya başladım. Beni sorgulayan adam buraya tıkıldığımdan beri geri dönmemişti. Nereye gittiğini, ne zaman döneceğini bilmiyordum. Tek bildiğim, ne yapıp edip buradan çıkmam gerektiğiydi.
Neyse ki gümüş kelepçelerimi çıkarmışlardı. Gerçi bileklerimdeki yanık izleri geçmemişti. Hücre parmaklıkları da kaçmamı engellemek adına gümüşten yapılmıştı. Bir plan yapmaya başladım. Tek ihtiyacım, kilidi açabilecek bir nesneydi.
Hücreyi incelemeye başladım. Üst köşede bir kamera vardı. Halledilecekler listemin ilk maddesi bu olsun. Hücrede yatağım olduğunu tahmin ettiğim küçük bir saman yığını dışında eşya yoktu. Saman ise kilit açmak için yeterince güçlü değildi.
Hücremin dışındaki alana göz gezdirdiğimde kelepçeler, zincirler, tasmalar ve çeşitli boyutlarda bıçaklar da dâhil olmak üzere gümüş işkence aletlerinin sergilendiği masayı gördüm. Hatta içinde sıvı gümüş varmış gibi görünen sprey şişeleriyle kurtboğan dolu bir kap bile vardı. Bana ne yapacaklarını merak ederken midem bulanmaya başladı.
İşler o noktaya gelmeden buradan kurtulmanın bir yolunu bulmalıydım.
Kurdumun sabırsızlandığını hissedebiliyordum. O da huzursuzdu ama eşimiz söz konusu olduğunda hâlâ onu savunmak istediğini hissediyordum.
“Bunun için kendine göre sebepleri olmalı. Belki de bir yanlış anlaşılmadır. Sadece onunla konuşman gerekiyor. O zaman eminim seni serbest bırakacaktır.”
“Onunla konuşabilmem için burada olması gerekir. Bizi terk etti, görmüyor musun?” Arkasına bakmadan dönüp giderken güçlü sırtını izlediğim anı düşündüm. Hatırladıkça yüreğim sızlıyordu.
Kurdumun romantik yanıyla daha fazla uğraşmak istemediğim için onu zihnimin derinliklerine ittim.
Saatlerce daireler çizip odada volta atarken zihnimde sayısız kaçış senaryosu kurdum. Sonra yorulup saman yığınının üzerine uzandım. Gözlerim kapanıyordu. Derken bir anda dondurucu soğuk su yüzüme çarptığında telaşla kendime geldim.
Kafamı kaldırdığımda karşımda beni sorgulayan adam vardı. “Ayağa kalk, ellerini düz bir şekilde duvara yasla.”
Sinirliydim. Dahası yorgun ve açtım. Üzerime atılan buz gibi su yüzünden ıslanıp üşümeye de başlamıştım.
Emirlerine uymak isteyip istemediğimi düşündüm. Ne de olsa yanlış bir şey yapmamıştım. Ne var ki o anda pek fazla seçeneğim yoktu. Ayrıca, neden buraya atıldığımı da öğrenmek istiyordum.
Talimatları hemen yerine getirmediğimden olsa gerek, adam gözlerini öfkeyle kıstı. İç geçirdikten sonra şansımı fazla zorlamamaya karar verip ellerimi beton duvara yaslamak üzere ayağa kalkıp arkamı döndüm. İçinde su bulunan bardağın yere bırakıldığını duydum.
“Hücreyi açıyorum, kıpırdama,” diye uyardı. Gözlerimi devirdim. Neyse ki artık arkam dönük olduğundan bunu göremedi.
Kumaş hışırtıları duyuldu. Eldiven giydiğini tahmin ettim. Bir kilit sesi geldi, ardından hücre kapısı gıcırdayıp açıldı.
Arkamdan yaklaşıp bileklerimi kavradı, bir kere daha kelepçeledi. Yeni iyileşmiş tenime değen gümüşün verdiği acıyla tısladım. Önünden yürümem için beni tutup itti.
Hücreden çıkıp koridordaki penceresiz, küçük bir odaya geldik. Odanın ortasında, yere sabitlenmiş, metal bir masa vardı. Her iki yanında ikişer sandalye bulunuyordu. Masanın ortasında demir bir çubuk vardı.
Beni sandalyelerden birine itip kelepçelerimi çubuğa sabitledi. Yerimden kalkıp gitmeme imkân yoktu. Yaptığı her hareketi izliyor, merakla olacakları bekliyordum.
Sorgu odasında olduğumuzu anlayabiliyordum. Sessizce karşıma oturdu. Bir an için sessizce bana baktı, muhtemelen beni değerlendirmeye çalışıyordu. Sonunda kollarını aramızdaki masaya dayayıp hafifçe öne eğildi.
Kaba sayılmayacak bir ses tonuyla, “Bazı sorulara cevap verebilir misin?” diye sordu. Olacakları merak edip başımı salladım. “Senin adın ne?”
“Scarlet.”
“Hangi sürüye aitsin?”
“Benim bir sürüm yok.”
Başını salladıktan sonra devam etti: “14 Ekim akşamı, akşam saat yedi sularında neredeydin?”
Tarih kavramı benim için biraz bulanıktı, sonuçta bir süre bilincim kapalıydı. Bir müddet düşündükten sonra o geceyi sorduğunu anladım. “Ben... Ben koşmaya başlamıştım. Sonra çığlıklar duydum.”
“Nerede?”
“Bela dolaylarında bir ormandaydım.”
“Bunu doğrulayabilecek biri var mı?”
Koşu sırasında tek başımaydım. Ray'in çetesiyle karşılaşana kadar kimseyle karşılaşmamıştım. Şu durumda onların bana şahit olmalarının imkânı yoktu. Muhtemelen her şeyi daha da kötü hâle getirirlerdi. İç geçirip devam ettim: “Tek başımaydım. Çığlıkların nereden geldiğini, neler olup bittiğini anlamaya çalışırken saklandım.”
“Peki bu kurtları öldürmeden önce mi yoksa sonra mı oldu?”
Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Neden bahsediyor?
“Ben... Ben kimseyi öldürmedim. Kim öldürüldü?”
Kalbim çarpıyordu. Beni bu yüzden mi buraya koydular? Neden birini öldürdüğümü düşünüyorlar? ~Anlamaya çalışıyordum. Başımı salladım ama adamın sözlerinin hiçbir anlamı yoktu.
Öfkeyle, “Kimseyi öldürmedin mi?” diye sordu. “Kanıtlar öyle göstermiyor.”
“Ne kanıtı? Ben kimseyi öldürmedim. Yemin ederim.” Çaresizce ısrar ediyor, olanları anlamlandırmaya çalışıyordum. Dostum bana bu yüzden mi öyle baktı? Bu yüzden mi beni hiç ziyaret etmedi? Halkından birilerini öldürdüğümü düşünüyor.
“Suç mahallinden gelen koku üzerinde tespit edildi. Üstelik Alfa’ya saldırmaya yeltendin,” diye açıkladı.
Suçlu olduğuma çoktan karar vermiş gibi görünüyordu. Sunduğu sözde kanıtlar sağlam bir temele dayanmıyordu.
Durumun gülünçlüğü karşısında öfke ile hayal kırıklığı arasında gidip geliyordum.
“Alfanıza saldırmadım. Herkes gibi ben de halkımı savunmaya çalışıyordum. Alfanız ve adamları sebepsiz yere Bela halkına saldırıp masum kurtları öldürüyorlardı,” dedim son derece kararlı bir ses tonuyla.
Sözlerime alaycı bir kahkahayla karşılık verdi. “Sebepsiz yere mi? Birden fazla sürü üyesinin soğukkanlılıkla öldürülmesi geçerli bir sebep değil mi?”
Yüksek sesle cevap vermeden hemen önce elimi sertçe masaya vurdum. “Ben kimseyi öldürmedim! Üstelik öldürdüğünüz insanların hiçbiri böyle bir şey yapmazdı!”
Bir an için bakışları donuklaştı, zihin bağlantısıyla görüşmekte olduğunu anlıyordum. Bakışları yeniden bana odaklandığında daha öfkeli görünüyordu. Bu defa o yumruğunu masaya vurdu.
“Masum olduğunu mu iddia ediyorsun? O zaman neden cinayet silahının üzerinde parmak izlerin vardı?”
Neden bahsediyor? Bu nasıl mümkün olabilir? ~Daha ne olduğunu anlayamadan beni ayağa kaldırdı.
“Yalan söylemeye devam etmek mi istiyorsun? İyi o zaman! Belki hücrede birkaç gün daha geçirirsen hatanı anlarsın!” diye homurdanıp beni sürüklemeye başladı. Hücreye geldiğimizde beni hızla itti.
Dizlerimin üzerine düşmeden en azından kelepçelerimin kilidini açma nezaketini göstermişti. Kapıyı arkamdan çarpıp bir kez daha kilitledi.
Oturuşumu düzeltirken hayal kırıklığı içinde inlemeye başladım. Yatağım sırılsıklam olmuştu. Homurdanıp karşı duvarın dibine oturmaya gittim. Bundan nasıl kurtulacağım? Hakkında hiçbir şey bilmediğim bir suçu işlediğime dair nasıl kanıt olabilir?
Sonra birden gardiyanın bardağı dikkatsizce, hücremin hemen dışında unutmuş olduğunu fark ettim.
Çabalarımı gizleyebilmek umuduyla parmaklıklara yakın oturup sırtımı kameraya döndüm. Elimi gümüş parmaklıkların arasından geçirirken dişlerimi sıkıp derimi yakan metalin yarattığı acıyı bastırmaya çalışıyordum.
Parmak uçlarım bardağa değdi. Tamamen kavrayabilmek adına biraz daha yaklaştım. Bardağı kavradığım an elimi parmaklıkların arasından hücreye geri çektim. Bileğimde oluşan taze yanıklar müthiş acı veriyordu.
Bardağı önce gömleğimin içine sakladım, ardından yatağa yaklaşıp saman yığınının içine sokuşturdum. Sorgulamaya gelen giden olmadan devam etmek için bir saat kadar beklemeye karar verdim.
Zindanın sessiz olduğundan emin olana kadar dakikaları sayıp beklemeye koyuldum.
Fincanın kulpunu kırarken çıkan sesi bastırmak için gömleğimi kullandım. Metal kulpu eğip bükerek sivri bir kenar hâline getirmeye çalışırken kumaşı metalin etrafına sıkıca bastırdım. Ses büyük oranda azalsa da hâlâ risk vardı.
Hızlı hareket etmeye çalışıyordum. Köşedeki kamerayı düşündükçe kalbim çarpıyordu. Fincanın sapı sivri bir hâl almıştı. Bükülebilecek kadar yumuşak ancak baskı altında kırılmayacak kadar da sağlamdı.
Gömleğimden küçük bir kumaş parçası kopardım. Ellerim titriyordu. Yatağın üzerine çıkıp uzandım. Kumaşı kamera lensinin üzerine bastırırken bunun bana yeterince zaman kazandıracağını umuyordum. Aşağı atlayıp aceleyle hücre kapısına yöneldim.
Elimde kırık fincan sapıyla kilidi açmaya çalıştım. Parmaklarım hızla işlerken umutsuzluğa kapılmamaya çalışıyordum. Mekanizmayı kurcalarken alnımda boncuk boncuk terler birikti. Bir taraftan da kameranın örtüldüğünü kimsenin fark etmemesi için dua ediyordum.
Sonunda kilidin tatmin edici tıkırtısını duydum.