Barbar - Kitap kapağı

Barbar

G.M. Marks

Üçüncü Bölüm

Mock daha önce defalarca baktığı gibi tekrar düşmanının gözlerinin içine baktı. Tenibeyazların gözleri mavinin, yeşilin ve grinin farklı tonlarını barındırıyordu.

Bir keresinde menekşe gözlü bir adam bile görmüştü. Çok güzel ama bir o kadar zayıf. Her şeye rağmen aynı görünüyorlardı. Aynı kasvet, aynı çaresizlik. Ölüm korkusu hepsini birleştirmişti.

Bazen, tüm o küçük kan damarları patlar, beyaz tenlerini pembeye çevirirdi. Oysa bu, gözler için geçerli değildi. Bu gözler, sahibinin cildi gibi soluk kalmaya devam ederdi.

Mock mızrağı yere sapladıktan sonra zaten sivri başına biraz daha sivriltti. Ardından sertçe bastırıp ucunu doğuya bakacak şekilde çevirdi.

Mızrağı kaygan eliyle kavrayan Mock, sanki müttefik, hatta arkadaşmışlar gibi yanında dikildi.

Ölümlü bedenlere acı çektiren türden bir arkadaşlık...

İleriyi işaret etti. “Evet, dostum. Ne düşünüyorsun?”

Ufuk, kısmen alçalan güneşten ama çoğunlukla alev alev yanan ateş toplarından dolayı kızıla boyanmıştı. Alevlerin arasındaki cesetler kararmış, kıvrılmış ve erimişti.

Kesif duman kütleleri pembe bulutları griye boyamıştı. Koku o kadar yoğundu ki, Mock’un boğazı tıkanır gibi olmuştu. Soluk borusu tıkanıyor, bazen ardı arkası kesilmeyen öksürük krizlerine giriyordu.

Sevdiği şey de tam olarak buydu işte.

Tenibeyaz’ın kafasından akan sıcak kan bileğinden aşağı süzüldü.

“Güzel bir gün. Harika bir av. Adamlarımdan sadece on kişi öldü. Seninkilerden kırk. Yoksa elli miydi?” Yeni arkadaşına baktıktan sonra omuz silkti.

“Bilmiyorum. Sanırım yanlış tahmin etmişim. Görünüşe göre benim bir adamım seninkilerin en az dördüne bedel.”

Ateşlerden birinde bir şey yerinden oynadı. Vücut parçaları yuvarlandı. Bir çatırtı, bir şangırtı, bir parlama oldu.

Kardeşleri kıpırdamadı. Mock gibi dikkat kesilmişlerdi. Alevin gölgesi vücutlarında can buluyor, kanlı, isle kararmış ve ölüm kokan bedenlerinde dans ediyordu.

Memnundular, hatta sevinçli.

Daha yeni başlamışlardı.

Uzaklara dalmış olan Mock dudaklarını yaladı. Yapılacak daha çok şey vardı.

***

Quay köyü bastırılmıştı. Lord Triston’ın zaferini duyurma zamanı gelmiş de geçiyordu.

Yine de köylüler işlerinden başlarını kaldırıp batıdaki tepelere doğru baktılar.

Savaşta sertleşmiş atının üzerinde oturan, zırhı güneşte parlayan, yorgun, kanlı ve geç kalmış ama zaferle yanıp tutuşan o yalnız haberciyi aradılar.

Grinda da farklı sayılmazdı. Böyle zamanlarda umut etmekten başka yapacak bir şeyi yoktu.

Yeni harmanlanmış bir demet arpayı daha bağlamayı bitirdiğinde iniltiyle sırtını dikleştirdi. Eşeğin burnunu okşadıktan sonra sırtına yük yüklemeye başladı.

Babası on çuval getirmesini istemişti. Göğsü sıkıştı. Hava kararmasına rağmen işini henüz bitirmemişti.

Yanı başlarındaki vahşete rağmen hayat devam ediyor. Topraklar sürülüyor, yemek pişiriliyor, su taşınıyor, inekler sağılıyor, domuzlar besleniyordu.

Dönebilecekleri hiçbir yer yoktu. Doğuda aşılmaz dağlar, güneyde ise açık deniz onları sıkıştırıyordu.

En yakın kale, Lord Triston’ın hüküm sürdüğü Paxton Landing olsa da batıya doğru binekle gitmesi bir gün sürerdi. Ayrıca doğrudan barbarların yolu üzerindeydi.

Şövalye uyarısını yaptıktan hemen sonra yola çıkmış olsalardı, oraya ulaşma şansları olabilirdi.

Yine de Lord Triston’ın kudretine güvenmiş, Tanrı’nın onlara yardım edeceğine inanmışlardı. Ne de olsa doğu bölgeleri daha önce hiç saldırıya uğramamıştı.

Kumar oynamışlar, kaybetmişlerdi.

Artık tek yapabilecekleri sürünün onları es geçmesi için dua etmekti. Doğudaki uçsuz bucaksız ovalarıyla diğerlerine göre nispeten küçük bir köydü.

Ya da belki barbarlar akınlarından bıkıp kuzeye dönecek, ait oldukları kara, vahşi ormanlarda bir daha görülmemek üzere kaybolacaklardı.

Grinda bu düşünce karşısında somurttu. O bile bunu umacak kadar saf değildi.

Çuvalları yükledikten sonra eşeği değirmene doğru götürmeye başladı.

***

Güneşi yavaşça alçalmaya başlamıştı. Büyük turuncu bir küre ufku kaplamış, kararan gökyüzüne pembe, kırmızı ve sarı lekeler saçmıştı.

Işığı o kadar şiddetli vuruyordu ki köylüler şapkalarının kenarlarını indiriyor ya da yüzlerini başka tarafa çeviriyorlardı.

Mock küçük köye bakarken sırtı sıcaktan kavrulmuştu. Bineği kuyruğunu sallayıp kişnedi. Kardeşleri tepenin zirvesinde gizlenmiş bekliyorlardı.

Bu kadar acımasız yıkımdan sonra yaklaşan baskının heyecanı azalmış olsa da öfkesi dinmemiş, Tenibeyazların efsanevi cehennem ateşleri kadar şiddetli yanmaya devam etmişti.

Söndürülemez ve vahşi... Yaptıklarının bedelini ödeyeceklerdi. Her erkek, kadın ve çocuk.

Merhamet zayıflar içindi.

Tüm nefesini toplayıp elindi boruya üfledi. Borunun boynuzu uzundu. Kemikten aletin içinde titreşirken hava tiz bir ses çıkarıyordu.

Halkının anısına, onlarca yıl önce Tenibeyazlar tarafından yok edilen bir koçun, bir bineğin boynuzundan yapılmıştı.

Küçük köyde pürüzsüz, derin ve uzun, neredeyse kederli, sanki gelecek acılara şimdiden ağıt yakıyormuş gibi yankılandı.

Bir uyarı, bir intikam notuydu.

Bir nefes alıp tekrar üfledi. Rüzgar yüzüne vurmaya başlamış, adamları etrafında toplanmak için harekete geçmişti. Ses uzaklarda kaybolurken durdu, izledi ve dinledi.

Yakında ölecek olanlar başlarını onlara doğru çevirip ellerini gözlerine siper ederken sessizlik bozuldu. Çığlıklar, bağırışlar ve feryatlar... Tenibeyazların hepsinin sonu aynı olacaktı.

Köyde kaos hakim olurken Mock sabırsızca bekliyor, derin derin nefes alıyordu. Atlar da bu gerilimi hissetmiş olacak ki tepinip başlarını salladılar.

Kardeşleri de onun gibi kana susamışlardı. Oysa Mock bekledi. Tenibeyazların kaçmasına, askerlerin hazırlanmasına izin verdi. Sonuçta hepsinin sonu aynı olacaktı.

Dakikalar sonra Mock tepeden aşağı yavaşça inmeye başladı. Kardeşleri de hemen peşindeydi.

Dörtnala koşmaya başladılar. Köye doğru ilerlerken atların toynakları toprağı dövüyor, uğultulu bir ses çıkarıyordu.

Kardeşleri bağırıp kılıçlarını sallayarak hızla yanlarından geçerken Mock dizginleri eline aldı. Acele etmemeyi, ölümün tadını çıkarmayı severdi.

Onları kesip biçmeden önce tüm o güzel mavi, yeşil ve gri gözlerin dehşetle açılmasını görmek hoşuna gidiyordu.

Aslında…

Atından inen Mock kılıcını kınından çıkardı. Erkek gibi yüzleşelim.

***

Grinda, o korkunç ses duyulmadan birkaç dakika önce tepenin üstündeki figürü, batan güneşin önünde duran gölgeyi gördü.

Umudu korkusundan daha güçlüydü. Bir şövalye! diye düşündü. ~Biz kazandık!~

Oysa umutları yerini hızla korkuya bıraktı.

Kollarındaki tüyler diken diken olmuştu. O adamlar… Çok fazla adam... Lord Triston başarısız olmuştu. Öleceğiz.

O korkunç borunun sesi iliklerinde yankılandı. Ardından bir göl kıyısını andıran sessizlik tüm köyü sardı.

İnsanlar koşarak yanından geçiyordu. Tanıdığı yüzler dehşetten bembeyaz olmuşlardı. Ağızları açıktı. Sanki sessizce çığlık atıyorlardı. Bazıları kaçarken ona çarptı.

Eşek şaha kalkınca elindeki dizginlerin kontrolünü kaybetti. Arpa demetleri yere düştü. Saatlerce süren sıkı çalışma boşa gitmişti. Babası şüphesiz çok kızacaktı.

Gerçi bunu düşünmesi yersizdi. Ne de olsa babası ölmüş olacaktı.

Kendini silkeledikten sonra geri çekilmeye başladı. Bu sırada ayağı takıldı ve yere yığıldı. Elinin altındaki sert toprağı hissetti. Sırtı çok kötü acımıştı.

Tüm köydeki sessizlik yerini çığlıklara bırakmaya başlamıştı bile.

Çığlıklar, çok fazla çığlık... Bağırışlar ve kükremeler. Köpekler havlıyor. Birileri çığlık atıyor. İnekler yüksek sesle böğürüyordu.

Grinda ayağa fırlasa da biri onu sertçe yere vurunca tekrar düştü. Aynı kişi bileğine bastığında acı dolu bir çığlık attı.

Ayağa kalkarak kolunu göğsüne bastırdı ve kaçan kalabalıkla birlikte kulübelerin arasından geçerek koşmaya başladı.

Doğuya... Doğuya, uçsuz bucaksız boş ovalara, dağlara, kısacası tehlikeden uzağa gitmeliydi.

Düşmanlarının derilerini giydiklerini söylüyorlar.

Kanlarını da içiyorlarmış.

Kadınlara yaptıkları...

Köyü, evi terk et… Ölümden kaç. Acı yok. Tecavüz yok. Cinayet yok. Eve. Yavaşlayıp arkasını döndü~. Ailem.~ Annesi, babası, tüm kardeşleri ne olacaktı? Minik Edwin ne yapacaktı?

Göğsünde bir şey alevlendi. Uyluklarındaki kaslar gerildi. O kadar endişelenmişti ki bileğindeki ağrıyı hissetmiyordu bile.

Bu sefer ters yöne, üzerine gelen kalabalığa doğru koşmaya başladı. Ailesini bulması gerekiyordu.

***

Mock’un kılıcı ölenlerin çığlıklarına eşlik etti. Kan gövdeyi götürmüş, kırılmadık kemik bırakmamıştı. Sürünen, hüngür hüngür ağlayan kurbanının üzerinde durarak yumruğunu tekrar tekrar indirdi.

Acı, parmak eklemlerinden koluna doğru ateş gibi yayıldı. Oysa acı onun arkadaşıydı. Bundan zevk alıyordu. Sonunda bir şey çatırdama sesi geldi. Yumruğu yumuşak, yapışkan ete battı.

Adam hüngür hüngür ağlamayı bıraktı. Kulaklarından, gözlerinden ve paramparça burnundan kan geliyordu.

Mock kükreyerek doğrulup yumruklarını göğsüne vurdu. Her yere kan ve irin sıçradı. Bize vahşi mi dersiniz? Alın size vahşilik!

Mock kılıcını havaya kaldırırken vahşi görünümlü bir Tenibeyaz tırpanını havaya kaldırmış halde solundan saldırıya geçti. Onu fark eden Mock yaklaşmasını bekledi.

Gün ışığı altında parıldayan çelik tırpanını tam ona çarpacakken Mock eğilip kılıcını savurdu. Rüzgarı kesen sesiyle adamın tüm kanı kılıcına fışkırdı.

Çok kırmızıydı, bir fahişenin boyalı ağzı gibi. Sıcak kan damlacıkları yüzüne yapışmıştı.

Zevkten dört köşe oldu âdeta.

Dudaklarını yaladı, sonra tükürdü. Tenibeyaz kanı. İğrenç. Zayıf ve cansız. Bu kadar kırmızı olması onu hâlâ şaşırtıyordu. Derileri o kadar soluktu ki kan görmeyen birisi pembe ya da mavi akacağını düşünürdü.

Bir soluk sesi duydu. Göz ucuyla sağında bir hareket gördü. Kafasını çevirince saklanmaya çalışan bir kız gördü.

Saman yığınlarının arasında, ay kadar solgun, sarı kafalı ve bir Tenibeyaz’a göre sevimli bir yüze sahipti. Olgun ve toplanmaya hazır bir meyveden farksızdı.

Henüz değil, diye düşündü Mock sırıtarak.~ İlk saldırıdan sağ çıkarsa, o benimdir.~

Kılıcını kuşanıp hücuma geçti.

***

Aklınızdan düşüncelerinizi, ciğerlerinizden nefesinizi çalan o boş, siyah boşluk... Dehşet içinde babasına baktı. Yaşlı adam hâlâ kan kaybediyor, boğazını sıkarken boğuluyordu.

Hemen yanında Mathew vardı ya da belki Kye. Yüzü öylesine tanınmaz haldeydi ki kim olduğunu anlamak zordu.

En azından barbar onu fark etmemişti, ki uzun sürmeyecekti. Saman yığınlarının arkasına geçip eğilirken dizlerine saman battı.

Şimdiye kadar iyi gelmişti. Kulübeler ve devrilmiş arabalar arasında görünmeden gizlice ilerliyordu. Ev hemen ilerideydi.

Vahşetin çoğu şimdi köyün sınırları, onun koşarak uzaklaştığı yerleri istila etmişti. Kadınların, erkeklerin ve ürkmüş atların uzaktan gelen çığlıklarını duyabiliyordu.

Bu ben olabilirdim. Bu düşünce karşısında hiçbir şey hissetmedi. Şok, ne korkunç, ne harika bir şey. Tekrar babasına baktı.

Hâlâ kan kaybediyordu. Sağ botunun belli belirsiz seğirmesi ve bir gözünü kırpması dışında hareket etmeyi bırakmıştı.

Grinda gergince yutkundu. Gözleri dolmuştu. Kalbi deli gibi çarpıyordu. O kadar şiddetli titremeye başladı ki dişleri bile takırdamaya başladı.

Kıçının üstüne yığıldı. Artık sessiz değildi. Sessizce ağlamaya başladı. Nasıl bunu göremeyecek kadar aptal olabilmişlerdi? Durmalıydı, biri onu duyabilirdi.

Derin bir nefes alarak dizlerinin üzerine çöktü. Titreyen parmaklarıyla saman yığınlarına tutunarak ileriye kaçamak bir bakış attı. Önündeki yol boştu. Çok yaklaşmıştı.

Kulübeleri hemen köşedeydi. Babasının ve kardeşinin cesetlerinden çok uzakta sayılmazdı.

Babam ve kardeşim öldü. Tüyleri diken diken oldu. Ya annesi de ölmüşse?

Ya geriye bir tek Grinda kaldıysa? Ya barbarların, babasını öldüren o dehşetin merhametine kalmışsa? Bir an kusacak gibi oldu. Titremesi şiddetlenmişti. Dudağını ısırıp kendisini tutmaya çalıştı.

Her iki durumda da devam etmesi gerekiyordu.

Saman yığınlarının yanından geçip açık alana doğru koşarken Grinda’nın kalbi küt küt atıyordu. Ses çıkarmamaya dikkat ederek ilerlemeye devam etti.

Çok zorlanıyordu. Dumandan gözleri iyice kaşınmaya başlamıştı. Arada bir tökezliyor, yere düşüyor, sonra tekrar ayağa kalkıp koşuyordu.

Tanrı’ya şükür burada hiç ölü olmasa da çok sayıda paniklemiş hayvan ve kırılmış çitler vardı.

Evlerin çoğu çoktan yağmalanmış, bazı eşyalar kırık dökük ve işe yaramaz halde dışarı atılmıştı. Burada bir masa, orada bir sandalye… Tencere ve tavalar...

Ayağını yanlışlıkla bir kovaya daldırınca haykırdı. Soğuk su botundan girip ayak bileğine kadar ıslatmıştı. Ne olduğu umurunda değildi. İlerleyip bir köşeden döndü.

İşte oradaydı.

Kapı girişi karanlık, duvarlar sağlamdı. Eşyalardan hiçbiri yere saçılmamıştı. Bir an umutlandı. Tam olması gerektiği gibi görünüyordu.

“Anne?” diye sordu, tereddütle.

“Grinda?”

“Anne!”

Grinda sendeleyerek kapıdan içeri girdi. Dizlerinin üzerine çökerek gözyaşlarına boğuldu. Annesi, Jacob, Billy, Edwin… Hepsi orada öylece durmuş, solgun yüzleriyle ona bakıyordu.

İki küçük beden ona atıldı. Sıska kolları boynunu çevreledi. Islak yanaklar onunkilere değdi. Adını tekrar tekrar haykırdılar.

Grinda onları öpüp sımsıkı sarıldı. Billy ile Jacob, küçük kardeşleri çok korkmuş olmalıydı.

Yaşıyorlar.

Bir inilti duyuldu. Edwin, annesinin göğsüne sarılmıştı. Grinda başını kaldırıp annesinin gözlerine baktı. Acı, dehşet ve korkudan başka bir şey yoktu.

Lütfen soru sorma. Sormasına gerek yoktu. Grinda’nın gözyaşlarından ne olduğu belliydi. Mathew, Kye, Dillon, babam, hepsi gitmiş, ailenin yarısı ölmüştü.

Yalnızdılar.

Annesinin zaten solgun olan dudakları bu sefer bembeyaz olmuş, yüzündeki keskin çizgiler iyice derinleşmişti. Tam bir şey söyleyecekti ki bir bağırış duyuldu.

Jacob ile Billy haykırarak Grinda’ya öyle sıkı sarıldılar ki kızın nefesi kesildi.

“Sus!” diye çıkıştı anneleri. Edwin’i sıkıca göğsüne bastırarak ayağa fırladı. Yaşlı bir kadının sesine benziyordu. En azından Grinda öyle olduğunu düşündü.

“Gitmeliyiz. Yapamayız…” dedi, kekeleyerek. “Boş yere ölmelerine izin veremeyiz.”

Annesi Edwin’i taşırken Grinda, Jacob ile Billy’nin küçük, kaygan ellerini tutarak sessiz adımlarla kulübeden, eski hayatlarından ve bildikleri her şeyden uzaklaştılar.

Grinda, ufukta kaybolmadan önce evine son bir kez baktı.

Bağırışlar arkalarında yankılanırken tökezleyerek ve ağlayarak kaçtılar. Giderek daha da yaklaşıyor, daha da vahşileşiyorlardı. Grinda artık toprağı döven atlarının sesini duyabiliyordu.

Her dönüşte, her derin böğürüşte ensesi karıncalanıyor, beline kramplar giriyor, o kılıç, hançer darbesini sanki içinde hissediyordu.

Ok ve mızrak kullanmışlar mıydı? Muhtemelen. Belki daha kötülerini... Onlardan nasıl kaçacaklardı ki?

Jacob düşer gibi olunca Grinda kolundan tutup onu peşinden sürüklemeye başladı. Kısa bir süre durduktan sonra onu kollarına aldı. Zavallı çocuğun yüzü gözyaşları ve terden ıpıslak olmuştu. Şok olmuş, çok kötü korkmuştu.

Billy ise ablasının eteklerini öfkeyle kavrarken ona ayak uydurmaya çalışıyordu. Bu sırada Grinda Tanrı’ya dua edip kendilerine merhamet göstermesini diledi.

Hadi, Billy. Güçlü ol.

Küçük köylerinin sınırına doğru ilerliyorlardı. Oysa barbarlar her adım da daha da yaklaşıyor gibiydi. Başaramayacağız. ~Hem nereye gideceğiz ki?~

Rüzgar eteklerini ve saçlarını uçuşturuyordu. Annem arkasına bakmadan ilerlerken Edwin’in yüzünü göğsüne bastırdı. Zavallı çocuk durmadan ağlıyordu.

Kulübelerin arasından geçerek köyün ana yoluna çıktılar. Tam bu sırada anneleri olduğu yerde kalakaldı. Grinda dahil hepsi yaşlı kadına çarptı.

Barbarlar ilerideki kulübelerin arasında gizlice dolaşıyor, kadın ve değerli eşya arıyordu. İçlerinden biri güldü. Çok pis, vahşi ve iğrençtiler. Grinda durdukları yerden altı tane sayabildi.

Mahrem yerlerinin etrafındaki bir kumaş dışında neredeyse hiçbir şey giymemişlerdi. Biri kolsuz bir tunik giymiş olsa da diğerlerinin göğüsleri apaçık ortadaydı.

Oldukça yapılı görünüyorlardı. Sarı dişler, kirli sakalların arasından sapsarı parlıyordu. Sırtlarında mızraklar ve kılıçlar, bellerinde uzun hançerler, çizmelerinde ise bıçaklar vardı.

Her tarafları kan, kir ve kana bulanmış, koyu kahverengi tenleri mide bulandırıcı bir renk cümbüşüne bürünmüştü.

Üzerlerinde bir yelek dahi yoktu.

Her nasılsa çocuklar ses çıkarmayı kestiler. Anneleri, Edwin’in çığlıklarını bastırdı. Grinda ise bedenine yayılan acının etkisiyle inlememek için kendisini zor tuttu.

Jacob hâlâ kollarındaydı. Başını göğüslerine bastırmıştı. Neyse ki yaralanmamış olsa da büyük bir tehlike içindeydi. Açıktaydılar. Barbarların tek yapması gereken arkalarını dönmekti.

Cesetler yolu kaplamıştı. Grinda, görmemesi için Billy’nin yüzünü başka tarafa çevirdi. Artık çok geçti. Dili damağına yapışmış, ne diyeceğini bilemiyordu.

Kapana kısılmışlardı.

Tam bu sırada anneleri, “Kilise!” diye ciyakladı.

İşte o zaman Grinda çan kulesini, haçı, her zaman açık olan o davetkâr kapıyı gördü. Bir an saf bir umutla dolup taştı.

Çoktan ileri atılan annesinin peşinden gidiyordu.

Güneş batmaya başlamıştı, kasvetli ışıkları sessiz sıra dağları turuncuya bürümüştü. Bu iyiye işaretti. Bugün gölgeler onların dostuydu. Çabucak saklanacak bir yer buldular.

Annesi ile Edwin sağdaki sıraların arasına saklanırken, Grinda ile kardeşleri soldaki sıraların arasında birbirlerine sarıldılar.

“Anne!” diye bağırdı Jacob.

“Jacob!” diye ciyakladı Grinda. Küçük çocuk elinden kurtulup annesine doğru koşmaya başlamıştı. Hemen kadının kucağına atladı.

Annesi sessizce küfretti. Edwin bir an ağlar gibi olsa da yaşlı kadın ağzını anında eliyle kapattı.

Herkes bir an kaskatı kesildi. Barbarlar çıkan sesi duymuş muydu? Grinda kulaklarını dört açmış etrafı dinliyordu. Bir zafer çığlığı, uğursuz bir sessizlik, ağır bir ayak sesinin gümbürtüsü.

Herhangi bir şey.

Kahkahalar ve yağmalama seslerinden başka bir şey yoktu.

Grinda derin bir nefes aldı. Taş zemin sertti ve iki yanındaki oturaklar dizlerini acıtmaya başlamıştı.

Sırtından ve kollarının altından ter damlıyordu. Billy’nin göğsüne sarıldığı yer ıpıslak olmuştu. Daracık yerde bir an soluklanmaya çalıştı.

Bir annesine, bir sıraların arkasındaki açık kapıya bakıp durdu. Orada bir süre saklandılar. Barbarların gelmemesi için dua etmekten başka çareleri yoktu.

Birden aklına bir şey geldi. Peder Joel neredeydi? Panikle nefesini tutup dişlerini sıktı.

Yolda gördüğü cesetlerin arasında değildi. Ölmemiş olabilirdi.

Kimin tarafında olduğunuzu unutma. Tanrı’ya güven.

Deneyeceğim, diye düşündü Grinda.~ Tanrı yardımcım olsun, deneyeceğim.~

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok