Kelsie Tate
Colt ve betası Tyson, sürü evinden çıkıp önce çalışan kölelere, sonra da eğitim alanındaki savaşçılara baktılar.
Tyson başını iki yana eğerek boynunu esnetti ve kendini gaza getirdi. “Hadi başlayalım mı?”
Colt betasına bakarak kıkırdadı. “İçeride çok uzun süre kaldık.”
İkisi de şekil değiştirince Colt’un dev gümüş kurdu Tyson’ın siyah kurdunun yanında koşmaya başladı.
Onlar kendi kendilerine gülerek bahçede koşarken yeni kölelerin korkudan nefesi kesildi. İnsanların üzerinden atlayarak eğitim alanına doğru koştular.
Savaşçıların hepsi durdu, alfa ve betaları onlara doğru hücum ederken kendilerini çarpışmaya hazırladılar. Grup ikisinin etrafını sardı. Her biri sırayla sürünün liderlerine karşı savaştı.
Colt’un günün en sevdiği zamanı buydu. Dövüşürken Duke’un güç ve öz güvenle titreştiğini hissedebiliyor, her bir savaşçıyı kolayca alt edebiliyordu. Çok geçmeden Colt ve Tyson savaşçıların ortasında dimdik durdular. Her biri yenilip liderlerine boyun eğmişti.
Bazen onlara kimin patron olduğunu hatırlatmak eğlenceli oluyordu.
Muhafızların kaptanı hoşnutsuz bakışlarla öne çıktı. “Alfa, bütün savaşçılarımızı mahvedersen sürümüzü nasıl koruyacağız?”
Colt sırıtarak Garcia’ya döndü. “Kendilerini koruyamazlarsa sürümüzü nasıl koruyacağız?”
Garcia gözlerini devirdi ve savaşçılara ayağa kalkıp saf tutmaları için bağırdı.
Colt, savaşçıların hepsinin ayağa fırlayıp kaptanlarının emriyle hazır ola geçmesini izledi. Colt sert bir bakışla öne çıktı. “Bugün hepiniz iyi dövüştünüz. Eğitimden muafsınız.”
Colt, Tyson ve Garcia birlikte tepeden eve doğru yürüdüler.
Tyson ve Garcia çocukluklarından beri Colt’un en iyi arkadaşlarıydı ve hayatları boyunca birlikte dövüşmüşlerdi.
Tyson güçlüydü. Saygı ve onur söz konusu olduğunda çok profesyoneldi. Çoğunlukla fikrini söylemekten çekinmezdi. Mükemmel bir betaydı.
Amanda Garcia, Colt’un kendisi dışında tanıdığı en iyi savaşçıydı. Güçlü, hızlı ve yetenekliydi. Bir şekilde en sert savaşçılarının bile kalbine korku salıyordu.
Çoğunlukla antrenman seansından konuştular. Bazı savaşçılara nasıl küçük kızlar gibi çığlık attırdıkları hakkında şakalaştılar. O günkü işlerine devam etmek için bahçeden sürü evine girdiler. ***
Elena bir el arabasını bahçenin ortasına doğru itti. Ağır el arabasını itip bütün işlerini bitirmeye çalışırken nefes nefese kalmıştı.
Durduğunda ellerine baktı. Ellerinde kırmızı kabarcıklar oluşmuştu ve fena hâlde acıyordu. Yüzünü buruşturdu, ardından Marsha’nın yanına gitti.
“Marsha yaralar için…”
“Görevlerin bitmedi. Git işini yap,” diye mırıldandı Marsha, bir şeyler karaladığı panosundan başını bile kaldırmadan.
“Elimi sarmak için bir şey var mı?” diye sordu Elena huysuz bir tavırla. Marsha onu hemen başından attığı için kızgınlığı yüzünden okunuyordu.
Marsha iç çekerek Elena’nın ellerine baktı. “Al,” diye homurdanarak Elena’nın ellerine temiz olduğunu umduğu bir bez parçası bıraktı. “Bununla sar.”
“Ciddi misin?” diye cevap verdi Elena, sesi planladığından daha yüksek çıkmıştı.
“Bak küçük prenses. Evinde babanın şımarık kızı olduğunu biliyorum ama burada sadece sıradan bir kölesin. Kimsenin umurunda değilsin. O yüzden işini yap ki hepimiz içeri girebilelim,” dedi Marsha sert bir ses tonuyla. Bunun üzerine diğer kölelerin bakışlarını üzerinde topladı.
Elena işinin başına dönmeden önce, “Peki efendim,” diye fısıldadı. Ellerini bez parçalarıyla sıkıca sardıktan sonra el arabasındaki samanları yere döktü.
Günün sonunda kızların hepsi bitkin ve kirliydi.
“Akşam yemeğinden önce duş almak için on dakikanız var. Daha hızlı olursanız yarın dinlenmek için daha uzun zamanınız olur,” diye seslendi Marsha koridorda odalarına doğru yürürken.
Kızlardan biri yeni kıyafetlerini alırken, “Tam bir diktatör,” diye homurdandı.
Elena sadece başını sallayıp banyoya doğru yürüdü.
Kızlar bir sıra duş, bir sıra tuvalet kabini olan soyunma odası tarzı büyük bir banyoyu paylaşıyordu.
Elena akan suyun altında durup rahatladı. Daha önce hiç duş almamıştı. Kolonide, dağların tepesinde akan suyun olmadığı bir yerde doğmuştu.
Bir kaynaktan beslenen kuyuları vardı. Her şey odun sobasıyla yapılıyordu. Çamaşırlar elde yıkanıyor, küveti doldurmak için su kaynatılıyordu. Kolonideki odun yakan jeneratörler sayesinde elektrikleri vardı.
“Çok güzel...” diye fısıldadı gözlerini kapatıp suyun onu sakinleştirmesine izin verirken.
Duştan sonra yemek odasına girdi. Diğer kölelerden birine bağırılmasını şaşkın gözlerle izledi. İri yarı bir adam tepesinde dikilip her geçen saniye daha da yüksek sesle bağırmaya başlayınca kız irkildi.
Elena öne doğru bir adım atarak istemsizce adamı itti. “Kes şunu! Kızı rahat bırak!” diye bağırdı.
Adam iri yarı ve kiloluydu ama Elena onu itince hafifçe sendeledi. Tehditkâr gözlerle Elena’ya baktı, öfkeden deliye dönmüş gibiydi.
Kendine güveni azalan Elena geri adım attı. Adam kolunu sıkıca kavrayıp onu diğer kızın yanına yere itti.
“Siz köleler haddinizi bileceksiniz ve buradaki hiyerarşiyi öğreneceksiniz! Besin zincirinin en altındasınız!” diye bağırdı iri adam.
“Gama Flynn,” dedi Marsha. Yavaşça bir adım öne çıktı. “Özür dilerim. Bu kızlar anlamadı.”
Gama dönüp dikkatini ona yöneltti. “Marsha, haddini bil. Geri çekil.”
Adam Elena’ya ve yanındaki kıza bakarken Marsha sessizce boyun eğdi.
Adam eğildi, yüzü neredeyse Elena’nınkine değecekti. “Anlıyor musun küçük insan?”
“Evet, anlıyorum...” diye kekeledi.
Doğrulup herkese gözdağı vererek çekip gitti.
“Aklından ne geçiyordu?” diye bağırdı Marsha kızlar ayağa kalkarken.
“Bilmiyorum. Onu bu şekilde aşağılamaya hakkı olmadığını düşündüm. Ona bağırması çok kaba ve korkunçtu,” diye açıkladı Elena. “Hiç hoşuma gitmedi. Birden kendimi adamı iterken buldum.”
Marsha başını iki yana salladı. “Adam sürünün gaması, burada her şeye hakkı var. Hayatta olduğun için şanslısın. Bir gamaya böyle saldırmak...”
Hâlâ hayret içinde başını sallayarak uzaklaştı. “Bu kız benim sonum olacak...”