L.T. Marshall
Gidebilirdim.
Kaçabilirdim.
Kendi geçimimi sağlayabilir, hayatta kalmak için avlanabilirdim. İnsani kısıtlamalar artık beni bağlamıyordu.
Kurtlar avlanabildikleri sürece her yerde yaşayabilirdi. Her ne kadar sürü zihniyetine sahip olsak da, izole kurtların kendi başlarına da gayet iyi iş çıkardığına dair hikâyeler duymuştum.
Planladığım, özlediğim, beklediğim şey buydu. Gideceğim yolu biliyordum.
Sonunda her şeyi arkamda bırakıp, bu dağlardan ve insanlardan olabildiğince uzakta bir yerlerde tek başıma huzur bulma hayalimi gerçekleştirebilir, asla arkama bakmayabilirdim.
Rahatladığım anda çağrımız kesilmişti. Enerjim hızla azalıyordu.
Vücudum binlerce küçük titremeyle karıncalanıp kaşınıyordu. Yorgunluktan tekrar yere yığılıp karnımın üzerine düşecek gibi oldum ama iç çekerek bu yorgunluğun üstesinden gelmeyi başardım.
Bakışlarımı yere çevirdim. Her şey düşündüğümden daha hızlı bir şekilde geri geliyordu.
Beni sıcak tutan kürk, ellerim yerine pençelerim... Hepsi geri çekilmeye başlamıştı. Canavara dönüşümün aksine, insana dönüş acı verici değildi.
Neredeyse saniyesinde, ben daha gözümü kırpamadan ya da ne olduğunu anlayamadan insana dönüştüm. Çırılçıplaktım.
Yerde kıvrılmış yatarken kanıma bulanmıştım. Vücudumu saklama çabam biraz olsun bana saygınlık kazandırırdı.
Güçlükle vücudumu bir top hâline getirmeye çalıştım. Tamamen çıplak olduğumun ve etrafımdaki yüzlerce insanın bakışlarına maruz kaldığımın farkındaydım.
Yakında duran Damon bana battaniyemi fırlattığında bir an irkilerek geri çekildim, gözleriyle çıplak benimi yutarken sırıtıyordu.
Utanıyordum, herkesin önünde çıplak olduğum için utanıyordum. Üstüne bir de pislik Damon battaniyeyi üç yüz metre öteme atmıştı. Bunu bilerek yapmıştı, çok kızgındım.
Bir an için kendimi unutarak ona ters ters baktım. Battaniyeyi almasam mı diye düşünürken üzerimi örtmek için toparlanmaya çalıştım.
Diğerlerinin battaniyeleri doğrudan onlara fırlatılmıştı. Etrafıma baktığımda battaniyesi için bir hayvan gibi sürünmesi gereken tek kişinin ben olduğumu fark ettim.
Damon beni aşağılamaya çalışıyordu. Battaniyeyi yakalamak için hızla ileriye atıldım. En ufak bir hareket beni yıldırım hızıyla ona doğru fırlattığında şoke olmuştum. Göz açıp kapayıncaya kadar kendimi neredeyse ayaklarının dibinde buldum.
"Vay canına," diye bağırdım şaşkınlıkla. Aslında hız ve güç hepimize miras kalan yeteneklerdi. Bu konuda ne kadar saf olduğumu fark eden birinin bana güldüğünü duydum. Kendimde alışmam gereken bir başka değişiklik daha vardı.
Battaniyeyi yakalayıp üzerime çekerken geriye doğru adım atmaya çalıştım ama Damon battaniyeyi hızla geri çekince sırtüstü yere düştüm.
Başımı altımdaki pürüzsüz taşa çarptığımda kafatasım içeride acı verici bir şekilde sekmişti.
Damon küçümseyerek bana bakarken kıs kıs gülüyordu.
Yüzüm sıcaktan yanıyordu. Damon’a katılan boğuk gülüşleri ve kahkahaları duyabiliyordum. İçimi kaplayan utancı gizleyemiyordum.
Benimle eğlenmek hoşuna gidiyordu, gösterisinden keyif alıyordu. Battaniyeyi elinden almaktan başka çarem yoktu.
Başkalarının bizi izlediğini biliyorum. Duyularım güçleniyordu, tepki olarak tüylerim diken diken oluyordu.
Onları her yerimde hissedebiliyordum, yerin dibine girip yok olmak istiyordum. Battaniyeyi tekrar çektim ama battaniyenin ucunu yırtmıştım. Durmak zorundaydım yoksa elimde işe yaramaz, hiçbir yerimi örtmeyen bir kumaş parçasıyla kalacaktım.
"Tanrı aşkına Damon. Bunun ne yeri ne de zamanı. Babam sana bakıyor. Dur artık," diye hırladı Colton.
Onu arkasından iterek görüş alanıma girdi ve Damon’ın yere attığı battaniyeyi eğilip yerden aldı.
Kendinden emin bir şekilde iki adım attıktan sonra battaniyeyi doğrudan bana uzattı. Bunu yaparken Damon’ın battaniyeyi almama müdahale etmeyeceğinden emin olmak için hafifçe başını çevirip arkasına baktı.
Bunu sadece yiğitliğine leke sürdürmemek, babasının önünde baskınlığını göstermek ve sonrasında Damon'ı cezalandırılmaktan kurtarmak için yaptığını biliyordum.
Her iki durumda da ona minnettardım. İlk kez alfalık yapması beni rahatlatmıştı.
Uzanıp minnetle battaniyeyi alırken ona bakmaya korkuyordum. Battaniyeyi hızla etrafıma dolayıp görünen yerlerimi örttüm.
Ama eli hâlâ battaniyenin kenarındaydı. Her ne kadar hızlı bir hareketle battaniyeyi üstüme atmış olsam da Colton’ın eli kısa bir süreliğine omzuma değmişti. Neredeyse bir dürtü hissettim.
Vücudumdan aşırı sıcak, yakıcı bir dalga geçti ve içimde karıncalanan bir şeyi ateşledi. Bunu güçlü bir şok tabancasıyla şoklanmış gibi tanımlamak istiyordum ama tam olarak öyle bir şey değildi.
Temas karşısında nefesim kesilmişti. Doğrulmaya çalışırken ona baktım. Görünüşe göre o da elektrik şokundan dolayı şoke olmuştu. Kısa bir an şaşkınlıkla gözlerimiz birbirine kilitlendi.
Hepsi bu kadardı.
Bir saniyelik odaklanma, daha önce hiç bakmaya cesaret edemediğim gözleriyle buluşmam… Dünyadaki en kötü şey başıma geliyordu.
Birbirimize bağlanıyorduk, görüntüler, imgeler ve gösterimler beynimi donduran bir hızla zihnimden akıp gidiyordu. Gözlerimi gözlerinden ayıramıyor, başka tarafa bakamıyordum.
Sessizliğe gömüldüm. Etrafım çevrilmişti, olanlarla mücadele edemiyordum.
Bedenim kaskatı kesilmiş, felç olmuş durumdaydı. Daha büyük bir güç tarafından kontrol ediliyordum. Zorla, yoğun bir bakışmaya hapsolmuş durumdaydık. Colton’ın karanlık, neredeyse siyah gözleri ruhumu kemiriyordu.
Onun anıları, benim anılarım, onun korkuları, benim korkularım… Karmakarışık bir bilgi yığını hâline geliyorlar, sel gibi akıp zihnimi istila ediyorlardı. Beni ele geçiriyorlardı.
Saniyeler içinde beynimi öldürme potansiyeline sahip ezici duygular vücuduma çarptı.
Bedenim, kalbim ve ruhum, dünyamı tamamen tersine çeviren ve her şeyi anında değiştiren bu nefes patlamasının içine çekiliyordu.
İkimiz de felçli hâlimizle hiçbir şey yapamıyorduk. Tüm benliğimizi, tüm bildiklerimizi ve tüm hissettiklerimizi birbirimize aktarmanın vahşi yolculuğu bitene kadar bekledik. Bu beklenmedik olay karşısında ikimiz de şoka girmiştik.
Olduğum yere kök salmıştım, bana bakan koyu kahverengi gözlerinden başka bir şey görmüyordum. Etkisinden kurtulamıyordum. Bir yuva bulmuş gibi gözlerinde mahsur kalmıştım. Ezeli düşmanım olan gözleri birden beni karanlıktan çekip çıkaran can simidim olmuştu.
Hayatı, anıları ve geçmişi hafızama akın ederken sersemlemiştim. Sonunda kendime geldiğimde nefes nefese geriye doğru yığıldım.
Her ne olduysa beni sersemleten o şeyden kurtulmuştum.
Yerde yatarken hiçbir şekilde hareket edemiyordum. Sessizliğe gömülmüştüm. Fiziksel bir saldırıya uğramışım gibi hissediyordum, başım dönüyordu.
"Vay anasını!" Colton'ın sesini duydum. En az benim kadar şoke olmuş, nefessiz kalmış gibiydi. Kafamı kaldırdığımda onun da yerde, dizlerinin üzerinde olduğunu gördüm. Sanki biri karnına yumruk atmış gibi görünüyordu.
Öne doğru düşerken kendini sabitlemek için avuçlarını yere bastırmıştı. Gözleri kocamandı. Her zamanki bronz teni solgundu.
Sanki biri ona hayatında duyduğu en kötü haberi vermiş de bunun etkisiyle sersemlemişti. Etrafımızı âdeta ölüm sessizliği sarmıştı. Yere bir iğne düşse duyulacak gibiydi. Ne düşüneceğimi bilemiyordum.
"Az önce bağlandılar," diye gıcırdadı bir ses. Ölüm fermanını ilan eden biri gibi sesi etrafımızda yankılanıyordu.
"Hayır, böyle bir şey olamaz," dedi bir başkası. Birkaç dakika sonra bir başkası aynı şeyi söyledi, sonra bir başkası. Hepsi gördükleri şeyle ilgili memnuniyetsizliklerini dile getirirken mırıldanmalar sağır edici bir şekilde çoğalıyordu.
Sesler birbirine karışıp her şey bulanıklaşırken ellerimi başımı götürdüm. Beynimin çalışmasını sağlamak, az önce bana ne olduğunu anlamak için başımı ovdum.
Ben mi? Az önce ne oldu öyle? Hayır. Olamaz.
Küçük dilimi yutmuş bir hâlde yerde yatarken düşüncelerimi toparlamaya çalışıyordum.
Neden onun en sevdiği şarkıyı ve kahvesini nasıl sevdiğini bildiğimden emin değildim. Birden güçlü kokusu burnuma çarptı. Kalkıp ona sarılma isteğini kafamdan atamıyordum.
Kalkıp üzerine oturmak, daha önce, hatta birkaç saniye önce bile yapmak istemediğim şeyleri yapmak için delicesine bir ilkel dürtü duyuyordum.
Sanki ruhumun her parçası, bir metre ötede olmasına rağmen aniden ona uyumlanmış gibiydi. Derin ve ağır özlemler bedenimi karıncalandırıyor, her dürtüm Santo’nun etrafımda olmasını istiyordu.
Tekrar yere uzandım ve yaklaşan panikle nefes almaya çalıştım. Sığ nefeslerle havayı içime çekerken olanları mantığıma oturtmaya, vücudumdan yediğim devasa darbenin etkisinden kurtulmaya çalışıyordum.
Dağın etrafında yankılanan hırçın bir havlamayla, "Sessizlik!" diye hırladı Juan Santo. Ani bir gök gürültüsü gibi, sesi kaotik gürültüyü bastırırken biraz olsun rahatlamıştım çünkü beynimin infilak etmesine çok az kalmıştı.
Hışımla bize doğru yürüdükten sonra oğlunun omzundan tutup onu çöktüğü yerden kaldırdı. Delirmiş gibiydi.
Colton ayağa kalktığında öfkeyle yüzünü ona döndü, her yerinden öfke fışkırıyordu.
"Bana yapmadığını söyle!" diye bağırdı sert bir sesle ama Colton da benim kadar şaşkın görünüyordu.
Her zamanki kendinden emin duruşu gitmişti. Yanlara savrulmuş bacaklarının üzerinde zor duruyordu. Bize ne olduğundan emin değildi.
"Bunun ne olduğunu bilmiyorum... Ben hiç... Bilmiyorum!" Kendini beğenmiş, ukala, otoriter ses tonu da gitmişti.
Yerde top gibi kıvrılmış yatıyordum. Oturmaya çalışıp sonunda onlara bakma cesaretini bulduğumda gözlerini tekrar üzerimde hissettim.
Colton'ın gözleriyle tekrar karşılaştığımda, aynı sarsıntı kalbime ve mideme büyük bir gümbürtü gibi çarpınca bunun ne olduğunu anlamıştım. Başka bir şey olamazdı. Bunun ne olduğunu anlayacak kadar çok şey duymuştum, başkalarının başına geldiğini görmüştüm.
O da bana, benim ona yönelttiğim aynı içgüdüsel özlemle bakıyordu. Ona doğru yürümek istiyordum. Dile getirmesek de birbirimize dokunmak istiyorduk.
Yanına gidip kollarımı ona dolama ihtiyacı hissediyordum. Öylece durup birbirimize özlemle bakmamız bütün dürtüleri açığa çıkarıyor, içimizdeki canavar insan aklını ele geçiriyordu.
Birbirimize bağlanmıştık. Kader bana eşimi vermişti.
Colton Santo benim kaderimdeki alfa, hayatımı birlikte geçireceğim, nereye giderse gitsin peşinden gideceğim kurttu.
O benim engebeli yolum, sevgilim, hayatım, gelecekteki yavrularımın babasıydı.
Bundan daha kötüsü olamazdı.