P. Gibbs
Yorgun olmama rağmen bütün gece dönüp durdum. Vücudum uyku istiyor ama beynim reddediyordu. Vazgeçip sabah altı gibi kalktım.
Duş aldım ve Şirinlere uygun boyda bir havluyla kurulandım. Şort ve hoş bir bluz giydim. Bir avukatla buluşmak için yeterli olacağını umdum.
Telefonumu şarjdan çıkarıp arka cebime koydum. Anahtar kartını çantama koydum, anahtarlarımı aldım ve kapıdan çıktım.
GPS uygulamamdaki tahmine göre, Sumner Creek bir saat uzaklıktaydı. Bulunacağını sandığım yerel restoranların açılması için yeterli zamandı. Midem buna dayanıyordu.
Önce Zach’in ofisini bulmaya sonra da bir şey yiyebileceğim bir yer bulmaya karar verdim. Yol tarifini dinlerken kendimi merkeze giden ana caddede buldum.
Şehrin kıyısı diğer küçük topluluklara benziyordu. Oraya buraya serpiştirilmiş birkaç ev vardı. Kimi yeni ve modern, kimi eski ama iyi bakımlı. Muhtemelen sabahın erken saatlerinde kapanmış bir barın yakınlarında kendi havuzu olan bir karavan kampı vardı.
Manzarayı, aşağı yukarı dizilmiş ağaçlar dolduruyordu. Çevre, Georgia’da yaz ortası olmasına rağmen tahmin ettiğimden daha yeşildi.
Şehre yaklaştıkça etraf, çoğu yerde görülebilecek bir şekle girmişti. Evler, ön, arka ve yan taraflarında bulunan avlularıyla düzene girmiş askerler gibi metrelerce sıralıydı.
Nashville’de o kadar uzun süre yaşamıştım ki çimen görmeyeli çok uzun zaman olmuştu. Yolun yanında kaldırımlar ve çimenler vardı.
Yol tarifiyle şehir meydanına ulaştım. Orada, ortada eski, üç katlı bir taş bina vardı. Bir tabelada, “Belediye. Karakol. Adliye. İlçe Ofisleri” yazıyordu. Görkemli yapının etrafında yavaşça bir daire çizerek caddenin her iki tarafına da baktım.
İşletmelerin çoğunda kumaş, ahşap, metal veya bunların karışımından yapılmış bir çeşit branda vardı. Çeşitli mağazaların arasında, meydanın doğu kenarında bir kafe gördüm, ancak pencereleri karanlıktı.
Köşeyi dönünce “Jameson ve Jameson” yazan ağırbaşlı bir tabela gördüm.
Tabeladan birkaç kapı ötede Georgia’s adında bir lokanta gördüm. Birinin büyükannesinin adı gibi geldi. Kim büyükanne yemeklerini sevmezdi ki? En yakın park yerlerini eski ve farklı durumlarda kamyonetler almıştı.
Buranın yerlisi insanların sevdiği bir yer gibiydi. Güvenebileceğim bir restorana benzeyen başka bir yer görmediğim için arabayı biraz aşağı çekip mekanın girişine yürüdüm.
Kapı üstünde küçük bir zil, personeli geldiğim konusunda uyarmak için çaldı. Bu erken saatte bile birçok masa, çeşitli tarım malzemesi markalarına ait kamyoncu şapkaları, ekose gömlek ve eskimiş kot pantolon giyen yaşlı adamlar tarafından alınmıştı.
Çok küçük ve dar bir kot şort giyen genç bir kız bir tepside kahve taşıyordu. Bir masada durdu ve oturan erkeklerle şakalaştı. Kahvelerini doldurdu ve bana doğru geldi.
“Kaç kişi?” diye sordu.
“Sadece ben.”
Bir menü kaptı ve beni mekanın ortasındaki bir masaya götürdü. Harika. Küçük bir kasabada yeni bir yüz. Sanki göze çarpmayacakmışım gibi.
“Kahve?”
“Evet, lütfen. Bir de bir bardak su.”
Menüye baktım. Paula Deen ile Waffle House karışımı. Basit şeyler istedim. Yumurta, pastırma ve kızarmış ekmek.
Kısa Şortlu Hanımcık, elinde adisyon ve kalemle geri geldi.
Sakızını şaklatıp, “Ne vereyim sana?” diye sordu. Ben sipariş verirken dikkati dağılmış gibi etrafa bakıyordu.
“Başka?” Sakızını daha fazla şaklatıyordu.
“Hayır, teşekkürler,” dedim. Hayal kırıklığına uğradığına emindim. Böyle bir yemekten pek bahşiş çıkmazdı.
Mekan tepeden tırnağa kırmızı, siyah ve beyaz renklerle zevkli bir şekilde dekore edilmişti. Masalar, sandalyeler, menüler, tavan vantilatörleri de dahil olmak üzere dekore edilebilen her şey, bu renklerden birindeydi veya üçünün bir karışımıydı.
Cüruf briketinden bir duvarda, Georgia Üniversitesi logosu duvarın dörtte üçünü kaplıyordu. Başka bir duvar boyunca, ağırlıklı olarak futbol olmak üzere Georgia’nın en büyük spor başarılarının fotoğrafları bulunuyordu. Okulun atletik arenadaki başarılarının zaman çizelgesini oluşturuyordu.
Ne de olsa burası güneydi. Pazar günü kiliseye gidenden daha çok insan Cumartesi günü oynanan üniversite futbol maçlarına ilgi gösteriyordu. Restoranın adının iyi yemek pişirebilen bir nineden kaynaklı olmadığını şimdi biliyordum.
Kapının üstündeki zil tekrar çaldı ve başka birinin geldiğini duyurdu. Giren adam yaklaşık otuz yaşında ve yaklaşık bir buçuk metre boyunda görünüyordu.
Odadaki yaşlı nesle kıyasla aşırı giyinmişti. Haki pantolon, lacivert polo gömlek ve kemeriyle uyumlu makosen ayakkabıları vardı. Bir omzunda deri bir çanta vardı.
Kısa Şortlu Hanımcık, Aşırı Giyimli Bey’i karşılamak için yıldırım hızıyla hareket etti ve onu benim masamdan çok uzak olmayan bir masaya oturttu. Aşırı Giyimli Bey, masasına giderken birkaç adama selam verdi.
Kısa Şortlu Hanımcık, “Selam yakışıklı! Cuma günü seni göremedim. Her şey yolunda mı?” diye sordu.
Aşırı Giyimli Bey, “Hafta sonu ailemin göl evine gittim, o yüzden şenlikleri kaçırdım,” dedi ve kıvırcık kahverengi saçlarını gözlerinden aldı.
Kısa Şortlu Hanımcık, “Okulun en ünlü oyun kurucusu olmayınca şenlik ateşi o kadar keyifli olmadı,” deyip gülümsedi ve elini adamın omzunda biraz uzun bir süre tuttu.
“Kahve alabilir miyim?” Aşırı Giyimli Bey ciddiydi.
Kısa Şortlu Hanımcık adamın pazusunu sıkıp, “Tabii, tatlım. Hemen gelirim,” dedi ve gitti.
Garson, rekor sürede, kahve, krema, şeker ve şeker ikameleri ile geri döndü.
“Şimdi, sana ne vereyim Zach?” diye sordu.
Ne sipariş ettiğini duymadım. Daha çok adına odaklanmıştım. Bugün buluşacağım adam bu olabilir miydi?
Eğer öyleyse, sesi göründüğünden daha yaşlı çıkmıştı. Sesinin hissettirdiğinden daha yakışıklı görünüyordu. İtiraf etmeliyim ki kıvırcık kafalı erkeklere karşı zaafım vardı.
Garson herhangi bir yorum yapmadan kahvaltımı getirip hemen Zach’in masasına yürüdü. Bu sefer konuşmalarını duyamadım ama kız, adam dünyanın en komik komedyeniymiş gibi sürekli gülüyordu.
Mekanın öteki tarafından, “Annette baksana! Daha fazla kahve lazım buraya!” dendiğini duydum.
Gözle görülür bir şekilde hayal kırıklığına uğrayan Annette, arka tarafa gidip kahve demliğini aldı ve diğer müşterilerine hizmet etti. Sonra durup bana kahve isteyip istemediği sormaya tenezzül etmeden benim kahvemi doldurdu.
Sessizce yiyor, etrafımdaki sohbetin tadını çıkarıyordum. Konuşmalar yüksek kahkahalarla doluydu. Bir grup ayrılmak için ayağa kalktığında adamlardan biri masaların arasında zigzag çizerek Zach’e doğru gitti.
“N’aber Zach? Baban nasıl?”
Zach, “Durumunu koruyor,” diye cevap verdi.
“Felç geçirdiğini duyduğuma çok üzüldüm. Ama senin onun izinden gitmene sevindim. Babanın, Jameson firmasını senin devam ettirmeni istediğini biliyorum.”
“Evet efendim. Hukukçu olmayı çok severdi.”
“Babanı görünce ona selamımı ilet, tamam mı?”
İkisi tokalaştı ve yaşlı adam faturasını ödemek için kasaya yürüdü.
Cevabımı aldım. Kıvırcık Saçlı Bey, tek telefonla hayatımı tepetaklak eden Zach Jameson’dı.
Fırsat buyken işi bitirebilirdim. Ayağa kalktım ve onun oturduğu yere doğru gittim.
“Şey, Zach Jameson siz misiniz?” diye sordum.
Gözüme bakmak için ayağa kalkarak, “Evet, size yardım edebilir miyim?” diye sordu. Kim olduğum ve neden sorduğum hakkında açıkça şaşkındı.
“Benim adım Maggie Frazier. Dün telefonda konuştuk.”
Kim olduğumu çıkarana kadar birkaç saniye geçti.
Masanın diğer tarafını göstererek, “Evet, evet! Lütfen, lütfen oturun,” dedi.
“Sesli mesajınızı dün gece geç aldım. Hafta sonu annemle babamın evindeydim ve orada telefon çok çekmiyor. Beni deli ediyor.”
“Ofise gittiğimde sizi aramayı düşünüyordum. Ama bu sefer, saat farkını hesaba katacaktım. Yemin ederim,” dedi.
Gülümsemesini hemen sevmiştim.
“Kalacak bir yer sormak için aramıştım, ama sonunda...”
Sözüm kesildi.
“Hey! Arkadaşın kim?” diye sordu garson.
“Özür dilerim. Sizi tanıştırmalıydım. Annette, bu Maggie.”
“Tanıştığımıza memnun oldum,” dedim.
Anette bana bakma zahmetini göstermeden, “Ben de,” diye cevap verdi. “Zach, bu yıl 4 Temmuz kutlamalarında geçit arabası sürecek misin?”
Zach, “Ne yapacağımı henüz bilmiyorum. Biliyorsun, babamın sağlığı falan,” diye cevapladı. Kendini idare edişi hoşuma gitmişti. “Hesabımı alabilir miyim, lütfen?
Annette somurtup Zach’ın hesabı için kasaya gitti.
“Kusura bakma. Ne diyordun?” Sesinde samimi bir endişe vardı.
“Kalacak bir yere ihtiyacım olduğu için aramıştım ama buldum,” dedim.
“Motorlu Coach Hotel’de mi? Madeline mi görevdeydi? Dünya tatlısıdır,” dedi.
“Evet, orada kalıyorum. İyi bir ününün olmasına sevindim,” dedim. “Dürüst olmak gerekirse buraya gezi yapacağımı hiç düşünmemiştim.”
“Sumner Creek fena değil. Üniversite ve hukuk fakültesi dışında hayatımın büyük bir bölümünde evim oldu.”
Onu gücendirip gücendirmediğimi anlayamadığım için geri adım attım.
“Özür dilerim. Öyle demek istemedim... Sadece... Kendimi açıkça ifade edemiyorum,” dedim ve derin bir nefes alıp sözlerimi daha dikkatli seçtim.
“Düne kadar Sumner Creek’in varlığından haberim yoktu. Annemin burada bir avukatı olduğunu da asla bilmiyordum. Kavramakta zorlanıyorum.”
“Kavranacak çok fazla şey. Özellikle de annenin burada yaşamış olduğunu bilmemek.”
“Annem burada mı yaşadı?” Sesimde daha büyük bir şok vardı. Tabii mümkünse.
“Vasiyetnamesini burada oluşturduğuna göre sanırım bir noktada burada yaşadı. Ama acele yargıda bulunuyoruz, değil mi?” dedi.
Annette konuşmamızı yine böldü, bu sefer Zach’in faturasını teslim etti. Döndü ve Zach’e baktı.
Annette, “Kendine iyi bak, yarın görüşürüz,” deyip diğer masalara doğru döndü ve beni görmezden gelerek uzaklaştı.
Zach, “Ofisim caddenin hemen karşısında. Eğer senin için de uygunsa ofise yürüyüp annenin vasiyetnamesine bakabiliriz. Tabii kahvaltın bittiyse. Benim hesabımı ödemem gerekiyor,” dedi.
Yiyeceğim kadar yemiştim. Son zamanlarda çok acıkmıyordum. Bu yüzden masama geri döndüm, hesabımı ve çantamı alıp kasaya yürüdüm.
Tezgahta sırada duran Zach’in arkasında durdum. Annette kasayı tutuyordu.
Annette parasını ödeyen adama veda ederken Zach arkasını dönüp adisyon kâğıdımı elimden aldı ve kendisininkiyle birlikte Annette’e verdi.
“İkisini de ben ödüyorum,” dedi.
“Bir saniye, hayır. Bunu yapmak zorunda değilsiniz... Kendim ödeyebilirim…” Kâğıdı geri almaya çalıştım ama nafileydi.
“Bana bırak. İş masrafı olarak saydırabilirim.” Sırıtıp bana göz kırptı. Lanet olsun, göze hoş geliyordu.
Ancak Annette sırıtmıyordu.